Siyasetin yeni zemini: Hafızayı merkeze almak

Bu ülkede Aleviler, Sünni-Müslümanlardan; Sünni Müslümanlar, Kemalist laiklerden; Kemalist laikler, İslamcılar ve Kürtlerden; Kürtler Türklerden ve Hıristiyan ve Yahudiler ise (sayıları yok denecek kadar azaltılmış da olsalar) Sünni-Türk Müslüman çoğunluktan derin kuşku ve endişe duyarlar. Her bir topluluk hem kendisi hem de ötekisi hakkında son derece kuvvetli bir hafızaya sahiptir.

Abone ol

Taner Akçam*

Siyasetten uzak durmak kararında olan birisinin siyaset üzerine konuşması tuhaf. Ama siyasete dışarıdan bir bakış, bugünlerde siyasetin en çok ihtiyaç duyduğu şey galiba.

Eğer bugün kafamızı iki elimizin arasına alır ve Türkiye’ye ve bölgemize dışarıdan kuşbakışı bakarsak göreceğimiz şu olacaktır: Hem Türkiye hem de bölgemizde esas olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması sürecinin yarattığı sorunlar ile uğraşıyoruz. Türkiye ve bölge insanının birbiri ile ilişkisinin büyük ölçüde bu dağılma sürecinde ortaya çıkan kuşku ve endişeler tarafından belirlendiğini söylemek mümkün.

Michael Walzer Savaş Hakkında Tartışmak -Arguing About War adlı eserinde, imparatorlukların hem bazı rejimleri yıkarak insanları özgürleştirici hem de onu bazı halklar için bir “halklar hapishanesine” çevirmesi özelliğine dikkat çektikten sonra, bu tarih, “Kanla bastırılan hapishane ayaklanmaları ile doludur”, der ve çok önemli bir hususu ekler: “Öyle görülüyor ki, geçmişte birlikte yaşamış ve gelecekte de birlikte yaşayacak halkların birbirleri ile aralarındaki sorunları [dışarıdan] emperyal yardım aramadan kendilerinin çözmeleri gerekiyor.”

Türkiye’in iç ve bölgesel barışı için esas olan da budur. Yani, gerek içeride gerek bölgede, imparatorluktan kalan grupların, Osmanlı'nın çöküşü ve yeni devletlerin kuruluşu sırasında aralarında yaşadıkları sorunları birbirleri ile açık olarak konuşmaya başlamaları...

Eğer bu “konuşma” yapılamazsa, kuşku ve güvensizliğin ortadan kalkması, iç ve bölgesel barışın kurulması imkansızdır. O halde siyasetin, Türkiye ve bölge insanının birbirleri ile yaşadıklarını konuşmayı merkezine aldıkları yeni bir zemin oluşturması gerekiyor.

Oysa biz yaşanmışları konuşmamayı ve inkar etmeyi esas alan bir siyasi kültür ve gelenek yaratmış vaziyetteyiz. Siyaset, yaşanmış gerçeklikler üzerine inşa edilmemiştir.

Hafızasızlık, yaşanmışları yok saymak, konuşmamak, açıldığı ender durumlarda el birliği ile inkar etmek siyasetin ana dokusudur. Bu nedenle koordinatları ve köşe taşları yapaydır. Bir nevi “kendini kandırma” esasına dayanmaktadır. Şu anda siyasetin üzerinde yükseldiği zemin, yaşanmış gerçekliklerin ötesinde kurulmuş “sahte ve sanal bir zemindir.”

Odanın ortasındaki filin mevcudiyetini, “yaşanmışların olmamış sayılmasının”, hafızasızlığın siyasetin esası olduğunu, başta siyasetçiler olmak üzere, herkes biliyor ama bu yok sayma üzerinde yaratılmış sanal bir zeminde “miş gibi” hayatlar yaşanıyor. Bu nedenle de hiçbir sorun çözülmüyor ve çözülmeyecek. Asıl meseleyi “güzel sözler veren siyasetçilerin verdikleri sözleri tutmamalarında” görmek ve problemlerin “sözünü tutacak politikacıların bulunmasıyla aşılacağını” düşünmek bu sanallığın sadece bir parçasıdır.

Ortada yapısal bir problem vardır ve bu nedenle her gelen kendinden öncekini tekrar etmenin ötesinde bir şey yapamayacaktır. Çünkü, siyasetçinin “iyiliği-kötülüğü”, “sözünü tutması-tutmaması” değil, siyasetin temel yapısı problemlidir; problem bu sanallıktadır.

Uykudan uyanmak ve birbirimizi kandırmaktan vazgeçmek gerekiyor.

Adını koyalım, bu ülkenin temel sorunu birlikte yaşamak ise, bu ülkede birlikte yaşam ve geleceği birlikte kurmanın ruhu zehirlenmiştir ve kirlenmiştir. Yaşanmışlar nedeniyle ötekinden kuşku duymak ve güven duymamak bu ülkede maalesef esas olandır.

Kendimizi kandırmayalım ve dürüst olalım: Bu ülkede Aleviler, Sünni-Müslümanlardan; Sünni Müslümanlar, Kemalist laiklerden; Kemalist laikler, İslamcılar ve Kürtlerden; Kürtler Türklerden ve Hıristiyan ve Yahudiler ise (sayıları yok denecek kadar azaltılmış da olsalar) Sünni-Türk Müslüman çoğunluktan derin kuşku ve endişe duyarlar. Her bir topluluk hem kendisi hem de ötekisi hakkında son derece kuvvetli bir hafızaya sahiptir. Bu hafızada, grubun geçmişte yaşadığı acıların sorumlusu “ötekidir”; kendisi kurban, “öteki” faildir-suçludur ve bu nedenle “öteki” kendi varlığına yönelik bir tehdittir.

Kendisi ve öteki hakkındaki bu derin hafızaya rağmen, hafızasızlık üzerine kurulmuş siyaset zemini, sadece bu ülke siyasetine egemen şizofrenik bir durumu anlatmaz, kuşku ve güvensizliği de siyasetin ana çimentosu yapar. “Sanallığın” egemen olduğu bir ortamda, takiye yaparak “oyun oynamak” ortak bir kader gibidir.

İhtiyacımız olan, “sorumluluk duygusu”dur. Her grup, sorumluluk duygusu ile önce kendisi ile yüzleşmeyi ve “miş gibi yaşam” üzerine kurulmuş siyaset zemininde oyun oynamaktan vazgeçmeyi başarmak zorundadır. Yapılması gereken aslında çok basit: Kendi hafızamız ile “sanal siyaset” arasındaki uçurumu ortadan kaldıracak bir siyaseti merkeze almak... Ve kendi hafızamız ile diğerlerinin hafızalarını karşılaştırma cesaretine sahip olmak...

Tarihte yaşanmışlar ve bunların nedenleri üzerine diğerleri ile açık olarak konuşmaya başlamak ve konuşmanın kendisini kurumsallaştırmak siyasetin yeni zemini ve en merkezi sorunu olmalıdır.

Hafızasızlık üzerine bir toplum ve yarın kurulamaz.

Yaşanmışların ortak hafızası yaratılamazsa bile bunun konuşulur hale getirilebilmesi, toplumsal barışın ve birlikte gelecek kurmanın olmazsa olmazıdır.

İNKARCILIK BİR SİSTEM VE YAPISAL BİR SORUNDUR

Oysa bu ülkede siyasetin zemini esas olarak inkarcılık üzerine kurulmuştur. Bu Cumhuriyetin yaşanmışların inkarı üzerine oturmuş siyaset zeminini anlayamazsanız, ülkenin bugünkü sorunlarını çözemezsiniz.

İnkarcılık bir kurumdur, bir sistemdir. Onu anlamak için Güney Afrika ırkçı rejimini, Apartheid ile kıyaslamak gerekir. Güney Afrika ırkçı rejiminin, Güney Afrika ve bölgesi için anlamı neyse, Türkiye’de var olan “yaşanmışları inkar rejiminin” ülke ve bölge için anlamı aynıdır. İnkarcılık, ırkçılık gibi ülke ve bölge için sistemli ve düzenli yapısal sorunlar üretir.

Başta sol-ilerici-demokrat vb. çevreler olmak üzere, geniş kesimlerin anlayamadığı budur. Bu “kavrayamama” iki önemli nedenden kaynaklanır. Birincisi, inkarcılık, fark edildiği-kabul edildiği ender durumlarda bile, geçmiş bir olaya ilişkin bağışlanabilecek ufak bir ideolojik hata olarak görülür.

İkincisi, inkarcılığa karşı tavır almak, geçmişte yaşanmış-bitmiş bir olay konusunda ahlaklı bir tutum takınmakla sınırlı olarak anlaşılır ve günümüz siyaseti ile çok kuvvetli bir bağa sahip olduğu görülemez.

Eklemek gerekir ki inkarcılığı, “Kadı kızında olacak ufak bir kusur” olarak telakki etmek bile ancak son yıllara mahsus bir gelişmedir ve özellikle Hrant Dink cinayeti nedeniyle sınırlı bir kesim içinde gözlenmiştir. Bu kesimlerin de inkarcılıktan anlayabildikleri ve ona karşı geliştirebildikleri, anma günlerinde gözyaşı dökmekle sınırlıdır. Ertesi günü ise, bildik inkarcı sistemin ve siyasetin parçası olmaya devam edilir.

Benzetme çok kötü ve haksız olarak da telakki edilebilir, biliyorum ama meramımı anlatıyor: Türk solcu ve ilerici kesimlerinin geniş bir kesiminin inkarcılığa karşı tutumunu, pazar günü kiliseye giden ve günah çıkartan mafya babalarının tutumu ile kıyaslamak isterim. Tarihte yaşanmışların inkarı, pazar günü kilise töreninde hatırlanacak ve bağışlanacak, ufak bir kusur gibidir. Ve kilisede bu günah nedeniyle vicdan temizlendikten sonra “günlük siyasete” devam edilir. Oysa inkarcılık, kilise ayini sonrası günlük hayatınızı belirleyen ve zehirleyen en büyük faktördür.

Tekrar etmek isterim: İnkarcılık, sadece geçmiş bir cinayete ilişkin affedilebilecek ufak bir ideolojik kusur değildir. Ortada, tarihi bir soruna ilişkin “maruz görülebilecek ufak bir ahlaki-ideolojik hata” değil, günlük politikayı doğrudan şekilleyen siyasi bir yapı vardır. Bu yapı, Türkiye’de ve bölgede birlikte yaşamanın temellerini düzenli olarak zehirlemektedir.

İnkarcılığı siyasetin merkezine oturtmak, geçmişte yaşanmışların potansiyel olarak tekrar edilme ihtimali demektir. Eğer yaşanmışla yüzleşmez ve konuşmaz iseniz, diğerleri haklı olarak sizin aynı şeyi tekrar yapacağınıza inanır. Doğrudur da... Birbirleriyle büyük acılar yaşamış milletlerin, katliamlara ve sürgünlere kurban gidenlerin her şeyin inkar edildiği ve yok sayıldığı bir ortamda nasıl düşüneceğini tahmin ediyorsunuz?

İnkarcılık, potansiyel tehdittir ve kuşku ve güvensizlik kaynağıdır. İnkar veya “hafızasızlık” üzerine oturmuş siyaset zemini değiştirilmedikçe, ne ülke içi ne de bölgeye yönelik hiçbir sorunu çözemeyiz.

O halde siyaset, inkarcılığı bir kenara bırakarak, bu coğrafyada yaşanmış ve hâlâ hafızada derin izleri olan yakın tarihi bölge insanları ile birlikte yeniden ele almayı başarmak zorundadır.

1870’lerden bu yana, yaşanmışların Rum ile, Ermeni ile, Süryani ile açık ve dürüst konuşulması gerekiyor. Bu konuşmanın siyasetin ana konularından birisi yapılması gerekiyor.

Şam’ın, Ardahan-Kars’ın, İzmir’in ve Diyarbakır’ın tarihini Arap, Ermeni, Yunanlı (Rum) ve Kürt ile ortak, birlikte yazmayı siyasetin merkezine koymak cesaretine sahip olmalıyız. Bölgenin tarihi, bölge insanı tarafından konuşulur hale gelirse, bölgeye barış gelir ve bölgenin geleceği inşa edilir.

Bu ülkenin ve siyasetin, 1925 Şeyh Sait’i, 1937-8 Dersim’i; 1990’ların faili meçhullerini; 1934 Trakya olaylarını; 6-7 Eylül 1955’i; 1979 Çorum ve Maraş’ı ve 1994 Sivas’ı konuşmayı siyasetin merkezine almayı başarması gerekir. Geçmiş şiddet biçimlerini açıktan konuşamayan bir toplum, kendisine şiddetsiz bir gelecek kuramaz.

Eğer bir arada yaşamak istiyorsak, siyasette hafızasızlığa son vermek, yaşanmışlıkları siyasetin konuştuğu ana konulardan birisi haline getirmek zorundayız.

Toplumun ortak hafızası siyasette hak ettiği yeri almalıdır. Yaşanmışları yok saymak, “miş gibi” hayatlar kurmakla gidilecek pek yer kalmadı.

Siyasette zemin değişikliğinden kast ettiğim budur.

Yaşanmışı konuşamayan yarını kuramaz.

Siyasetin önermesi gereken basittir: Hafızayı göreve çağırmak.

Bu hem ülkeye hem de bölgeye yönelik yeni bir toplumsal sözleşme çağrısıdır da...

Bu konu yeni bir yazı daha kaldırır....

*Prof. Dr. Clark Üniversites Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi