Şimdinin potansiyellerini araştıran bir roman: Delibo

Delibo, başyapıt olma iddiası olmadan da nitelikli bir romanın yazılmasının mümkün olduğunu kanıtlayan bir kitap. Murat Uyurkulak, kendi retoriğine kapılmadan da derdini anlatabileceği bir yol bulmayı başarmış. Böylece ortaya tam da yazarının yazmak istediği gibi sade, hızlı akan, öfkeli bir roman çıkmış.

Abone ol

Murat Uyurkulak’ın, okurları tarafından merak ve heyecanla beklenen son romanı Delibo yayımlandı. Senelerdir çeşitli nedenlerle uzak kaldığı İzmir’e dönen Yusuf’un hikâyesine odaklanan kitap hem edebiyat kuramının netameli konularından anlatıcının konumu tartışmasına hem nostalji teorisine hem de toplumsal dönüşümün dinamiklerine dair canlı bir tartışmanın kapılarını aralıyor.

Yer, Bornova. Semtin ünlü delisi Delibo kaybolmuştur. Romanın kahramanı, Yusuf, bu durumu öğrenince senelerdir adımını atmadığı İzmir’e geri dönmeye karar verir. Çocukluk çetesini de bu iş için organize etmeye çalışır ama bir kişiyi bu işin dışında bırakır: Çocukluk aşkı, şimdilerin ünlü dizi oyuncusu Yasemin’i. Fakat Yasemin, yeniden Yusuf’un hayatına girmeyi başaracak, Delibo’yu bulma uğraşına en az Yusuf kadar katılacaktır. Bu dönüş aynı zamanda kahramanımızın kendi geçmişiyle de hesaplaşmasını sağlayacak, kırılan ilişkilerini tamir edecek, evine ve mahalleye dönüşünün önünü de açacaktır.

BASİT KURGU, SADE DİL

Kısa özetten de anlaşılacağı gibi Murat Uyurkulak, alışık olduğumuz, kendi tabiriyle “alengirli kurgu” (1) oluşturma çabasından uzak durmuş son romanında. Olay örgüsünün de gevşek kurulduğunu söyleyebiliriz. Kimi zaman Murat Uyurkulak’ın imza cümleleri diyebileceğimiz pasajlarla karşılaşsak da çoğunlukla kurguya ve olay örgüsüne paralel bir roman dili kullanmış yazar. Kendi retoriğine kapılma yerine dilin sadeleştirildiğini gözlemliyoruz Delibo’da.

Bu sadeleşmede romanın ben anlatıcısının payı büyük. Uyurkulak, Yusuf karakterini oluştururken akıllı ama potansiyelini harcamış bir toplumsal tip prototipini kullanmış. Yusuf’un fevriliği ve belayı üstüne çeken yapısı da ebedi bir kaybedenle karşı karşıya olduğumuz hissini yaratıyor. Ama bu karakter, Murat Uyurkulak’ın da 2009-2013 yılları arasında içinde olduğu Afili Filintalar’ın erken kaybeden, büyümeyen, ergen kalmayı marifet bilen tiplemelerinden bağımsız olduğunu belirtelim. Kısa bir dönem için popüler olan bu tiplemelerle dolu kurmacalar İlknur Karanfil’in ifadesiyle “kökü geçmişte bulunan bir romantizme, mağduriyetten beslenen alaycı bir üsluba ve kadın karakterleri detaylı yansıtmayan bir kurguya” sahipti. Karakterin derinleşmesinin önünü tıkayan bu tercih okuru da ikilemde bırakıyordu. Delibo’yu okurken de bir an için yazarın bu derinliksiz karakterlerin bir başka versiyonunu yarattığı izlenimine kapılabilirsiniz. Fakat Uyurkulak, bu tehlikeyi karakterlerini derinleştirerek aşmayı başarıyor. Bu derinleşme sayesinde ben-anlatıcının zaaflarını ya da yetersizliğini örtmek için belagat sanatına yönelmesine gerek kalmıyor.

KAYBETMEYİ DİLEMİŞ BİRİ

Sayfalar ilerledikçe Yusuf’un bir erken kaybeden, potansiyelini heba etmekten başka bir şansı olmayan bir loser olmadığını fark ediyoruz. İstediği zaman sınavlarda derece alan, azmederek birden fazla yabancı dil öğrenen, ilk başta sıkıntıdan olsa da tutkulu bir okura dönüşen, kendini koruyacak kadar dövüşmeyi bilen biri Yusuf. Bu açıdan bakıldığında Yusuf’un, toplumcu gerçekçilerin ideal karakterine yakın olduğunu söyleyebiliriz. Akıllı, sebatkar, hedefine odaklanabilen ve istediğini alan biri. Ama yaşamın onu bir şekilde savurduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla bir kaybedenle değil, kaybetmeyi dilemiş biriyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. İdeal karakterin öfke ve hayal kırıklığıyla dengelenmesi karşımıza derinlikli olarak çıkmasını sağlıyor. Böylece Yusuf, merak edilen ve kolayca çözümlenemeyen bir karaktere dönüşüyor. Benzer şekilde Yasemin karakterini okurken de önce uçucu, havai, yüzeysel biriyle karşılaşacağımız yanılgısına kapılıyoruz. Oysa yine sayfalar ilerledikçe erkek karakterin kendini bulmasını sağlayan güçlü bir kadınla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.

Delibo, Murat Uyurkulak, 200 syf., Can Yayınları, 2020.

YAZARIN SESİ, ANLATICININ SESİ

Uyurkulak, kimi zaman, “yazarın sesini mi duyuyoruz acaba?” diye sorduracak kadar öfkeli bir karakter yaratmış. Yusuf’un öfkesinde Murat Uyurkulak’ın sesini hissettiğimiz satırları okurken kimi zaman anlatıcının, yazarın ve dünyanın konumuyla ilgili o ünlü tartışmaya çekildiğinizi hissediyorsunuz. Yazar ile metindeki anlatıcının dünyası birbirine yaklaştıkça, kurgu dünya ile gerçek dünya arasındaki açının artacağı iddia edilir. Normalde anlatının gerçeği ile dünyanın gerçeğinin paralel ilerlemesi gerekirken birbirleriyle mesafeleri artar ve okurun gerçeklik algısı zedelenmeye başlar. Bunun için yazar, anlatıcıyı kendinden bağımsız olarak kurgulaması gerekir. Yazarın gerçeği, anlatıcının gerçeği ve dünyanın gerçeğinin aynı olması gerektiğini söylemiyorum bunu vurgularken. Söylemek istediğim tüm bunların gerçeğinin en sonunda aynı yöne doğru gitmeyi başarması gerektiğidir. Uyurkulak bu handikabı, Yusuf’un yavaş yavaş dönüştürerek aşıyor. Bu dönüşümü takip ederken yazarın sesinin yavaş yavaş silindiğini de hissetmeye başlıyorsunuz. Böylece dünyanın gerçeği ile romanın gerçeği arasındaki açı kapanarak paralel ilerlemeye devam edebiliyor.

Yusuf’un çatal dilinden neredeyse kimse kurtulamıyor roman boyunca. Yusuf’un aynı zamanda sınıf kinine sahip olduğunu da görüyoruz. Ana karakterin bu özelliği yazarından ödünç aldığını da söyleyebiliriz. BirGün’de Can Uğur’a verdiği röportajda Uyurkulak bunu özellikle vurguluyor: “Bende sınıf kini kuvvetlidir. Hayatım öyle gelişti çünkü. Şiddetli bir güvensizlik duygusuyla, her daim müşkül, öfkeli ve tedirgin... Mülkiyetin hırsızlık, zenginliğin bir tür ahlaksızlık olduğuna, sınıf mücadelesinin başka bir âlem yaratmanın en güçlü manivelası olduğuna inandım, aklım ermeye başladığından beri.” Bu satırların hepsi aynı zamanda Yusuf’u da tanımladığını gözlemleyebiliyoruz.

Yusuf’un öfkesinde kimi zaman zehirli diyebileceğimiz bir yan olduğunu vurgulamalıyız. Olayların, yaşantıların, durumların olumsuz yönlerini derinlemesine görmek gibi bir yeteneğe sahip Yusuf. Önce kötümser olmayı tercih ediyor. Diğer taraftan tutarlı olmak gibi bir derdi olmadığını görüyoruz roman boyunca. Kötümserliği, tutarsızlığı, acımasızlığı ve fevriliği karakterin ilginç olmasını sağlamış. Fakat bu halde yazardan bağımsızlaştığını söylememiz zor. Asıl bağımsızlaşma Yusuf’un içsel anlamda radikal olmasa da bir değişim içerisine girmesiyle gerçekleşiyor. Hem babasıyla hem Yasemin ile hem de dünyayla kavgasının anlamsızlığını fark ettikçe kendini bulmaya başlıyor. O noktada okur, Yusuf’u bütün anlaşılmazlığı, kalıba sokulamazlığı ile etten kemikten biri olarak canlandırabiliyor.

NOSTALJİK BİR HİKAYE 

Delibo’nun bir tarafıyla da nostaljik bir roman olduğunu söyleyebiliriz. 1980’lerden bu yana neredeyse yaşamın her alanında kamusal alan tanımları değişti. Semt, mahalle, komşuluk kültürünün öldüğü bir zamanda yaşıyoruz. Tam da böyle bir zamanda eskinin mahalle fikrine yaslanan ama romantik bir nostaljik oluşu yeniden üretmeyen; şimdinin içinde bir damarın varlığından bahseden bir hat yaratmayı hedeflemiş Murat Uyurkulak. Romantik nostaljinin gerici ve egemen kodları yeniden üreten, yapısından da kurtulmuş bu tercihiyle. Yeniden kurucu nostalji Svetlana Boym’un tarifiyle "yitirilmiş evi yeniden inşa etmeyi ve hafızadaki açıklıkları kapatmayı vaat eder". Bu açıdan hem muhafazakaâdır hem de baskıcıdır. Murat Uyurkulak’ın nostaljisi ise düşünsel bir temele dayanıyor. Şimdinin arkeolojisini yapan yazar bir taraftan hafızanın parçalanmış fragmanları üzerinden geçmişe özlemi besliyor diğer taraftan ise kimi zaman karamsar olsa da şimdinin potansiyellerini de araştırıyor.

Şimdinin potansiyellerini araştırmak kaçınılmaz olarak toplumsal dönüşümü de tahlil etmeyi gerektirir. Uyurkulak, kitabında bu toplumsal dönüşüme dair köşe taşlarına dair fikir vermeyi seçiyor. Delibo’nun eleştiriye açık olabilecek tarafı toplumsal dönüşümü merkeze almamayı tercih edişi diyebiliriz. Romandaki siyasal İslamcılar, ülkeyi yönetenlere yapılan atıflar, farklı şehirlerdeki farklı yaşamlar gibi ayrıntıları barındırsa da romanın Türkiye’nin neredeyse son yirmi yılındaki dönüşümünü dinamik olarak yansıttığını söylememiz zor. Fakat, her romanın illa ki yaşanılan dünyanın tüm gerçeklerini kapsamasını bekleyemeyeceğimizi de vurgulamak gerekiyor. Zaten Uyurkulak da daha önce bahsettiğimiz söyleşinde tam da buna işaret ediyor: “İçimden geldiği gibi, etrafından hiç dolanmadan, fazlasını didiklemeden, sade hatta basit bir metin yazmak istedim. Belli uğraklara, dönümlere, milatlara çok takılmadan, mümkün mertebe hızlı aksın istedim.”

Delibo, bir başyapıt olma iddiası taşımadan da nitelikli bir romanın mümkün olduğunu kanıtlayan bir kitap. Uyurkulak, kendi retoriğine kapılmadan da derdini anlatabileceği bir yol bulmayı başarmış. Böylece ortaya tam da yazarının yazmak istediği gibi sade, hızlı akan, öfkeli bir roman çıkmış.

Dipnot

  1. Murat Uyurkulak’ın BirGün’de Can Uğur ile yaptığı röportaj