Sibel Alaş: Game of Thrones hayatımın üç senesini yedi!

Şarkıcı Sibel Alaş'ın albüm çalışamlarına neden uzun bir ara verdiği belli oldu.

Abone ol

DUVAR - 1995 yılında çıkardığı ilk albümü Adam'la dikkatleri üzerine çeken şarkıcı, söz yazarı ve besteci Sibel Alaş, son yıllarda çeviri de yaptığı ortaya çıktı.

İstanbul Üniversitesi Amerikan Dili ve Edebiyatı mezunu olan Alaş, Game of Thrones/Taht Oyunları adlı fantastik roman serisini Türkçe’ye çeviren isim.

Journo'dan Sevim Gözay'a konuşan Alaş, hem yeni albümüyle ilgili bilgiler verdi hem de çeviri serüvenini anlattı. İşte o röportajdan satırbaşları:

'MUTFAKTA ÇEVRİDİM'

Masabaşını, kağıt kalemle çalışmayı seviyorum. Çeviriyi o yüzden yapabiliyorum herhâlde zaten. Mutfakta olmayı çok severim, Taht Oyunları’nın hemen hemen tamamını mutfakta çevirdim. Teknolojiyi dibine kadar kullanıyorum, iki üç ekran çalışıyorum, birine sözlük, birine kitap açıyorum. Sırt ağrısına çözüm yok ama! Destek koyuyorum. (Gülüyor) İlk, Kırık Kalpler Oteli diye bir kitap çevirdim, sonra kucağıma Taht Oyunları düştü. Normal kitaplara göre daha zor bir seri bu. İngilizcesi zor, kurgusu zor, devamlılığı zor. Beş tane çevirdim. Altıncısı yazılmadı daha, bekliyorum ben de. Hayatımın üç senesini yedi ama çok keyif alıyorum. Son kitapta deli çalıştım gerçi, sabah yedi gece on iki. Kesinlikle abartmıyorum. Okuyucu baskısı vardı çünkü, kitabı bekleyen insanlar vardı. Bir şanssızlığımız, dizinin kitaptan önce yayınlanması oldu Türkiye’de.

İlk defa bir kitabın kapağında adımı görünce zıpladım resmen evin içinde. Bugüne kadar kaç albüm kapağında adımı gördüm, fotoğrafımı gördüm ama bu çok acayipti. Kendimi işe yarar hissettim. Albümlere haksızlık gibi olmasın da, 18 sene İngiliz müfredatlı okullarda okudum, dirsek çürüttüm ve en sonunda bununla ilgili bir şey yaptım! 12 yaşımdan beri kitap biriktiriyorum, altı bin kitaba yakın güzel bir kütüphanem var, tek servetim o. Bana ilk hediye edilen kitaptan beri biriktiriyorum. Cep boyutunda, mavi, hardcover Aslan Kral’dı ilk kitabım. Babam almıştı. Şimdi basmıyorlar onları, inanılmazdı. Hâlâ kitap muhabbetlerimiz olur, baba-kız-kitap ilişkisi üçgenimiz vardır babamla.

'GÜNDE 25 SAYFANIN ÜSTÜNE ÇIKAMAZSINIZ'

Sirkülasyonu zor bir iş. Ağır bir metin çeviriyorsanız, inceleme araştırma gerektiriyorsa, gözlerinizden kan da aksa 25 sayfanın üstüne çıkamazsınız günde. 3000 sayfalık bir şey çevirdiğinizi düşünün. Sadece onu yaparak hayat idame ettirilir mi çok emin değilim. O açıdan acıklı bir iş. Ücretlendirme de kitabevine göre değişiyor. Forma başına var, sayfa başı var, telif hakkıyla çalışan var. Yaptığınız sözleşmeye göre. Memur gibi mesai verirseniz orta ölçekli bir hayatı belki götürebilirsiniz, ama çok çalışmak lâzım gerçekten.

'80 YAŞINDA ÇEVİRİ YAPABİLİRİM'

Bir hastalık çıktı ve bir gecede değişti hayatım. Başım dönüyor diye doktora gittim, beyinde bir kitle buldular. Her an kanayabilir. Korkuyor insan ister istemez. Hayatımı durulttu tabii, tedavisi çok uzun sürdü. Geçti gitti sonuçta ama o sırada, “Ya benim yapabildiğim başka şeyler var, niye yapmıyorum ki” derken çıktı çeviri işi. Çünkü edebiyat öyle bir şey ki, gözüm gördüğü sürece yapabilirim. 80 yaşında hâlâ çeviri yapabiliyor olabilirim ve bu garanti hoşuma gidiyor. Bir işe yarayabilecek olma duygusu… Türkiye şartlarında 80 yaşında şarkı söyleyebilmek zor olsa gerek. Ama çeviri, pijama rahatlığında, yaşlanınca bile yapabileceğim bir iş. Müzik ne kadar yoğun olursa olsun hiç bırakmayı düşünmüyorum çeviriyi.

'TOLSTOY VARKEN...'

Çok kitap okudum ama hiç masal anlatmadım kızıma. Çocuk edebiyatı diye bir dersimiz vardı İstanbul Üniversitesi’nde. Masallar aslında gayet gözle görülür elle tutulur şekilde vahşi. Birinde kalbini çıkarıyor, birinde karnını yarıp taş dolduruyor, birinde anne babası ıssız bir ormanda bırakıyor vs. Bütün masallarda bir yetişkin hikâyesi var ve aslında masalların hepsi zamanında yetişkin hikâyesi olarak yazılmış şeyler. O yüzden anne olarak hep uzak durdum masallardan. Çok güzel yazılmış çocuk hikâyeleri var, Tolstoy’un bile var. Onları okumak varken gidip Pamuk Prenses’le kafa doldurmanın manâsı yok.

'BAŞIMI DERDE SOKUYORUM'

Bir tek Twitter hesabım var. Yazmam gereken bir şey olursa yazıyorum ya da içimde tutamadığım bir şey olursa yazıp başımı derde sokuyorum. (Gülüyor) Geçenlerde geldi başıma öyle bir şey, ölüm tehditleri filan. Ama babamın bir lâfı var; “Demirden korkan trene binmez.” Şurada konser alamam, bu belediye beni aforoz eder vs. yok öyle sıkıntılarım.

'SÖYLENECEK SÖZ MÜ VAR?'

Gazeteyi aldığım zaman güzel bir edebiyat haberi, güzel bir bilim haberi. Kahvemi içeceğim, gitarımı alıp şarkı yapacağım. Yaşamaya yetecek kadar para kazanacağım, sorunsuz, herkes mutlu olacak. Bir gün olacağına çok inanıyordum! Kırklı yaşlarımda bütün bunların gerçek olacağına inanıyordum, çünkü ilerleyecekti her şey. Müzik daha güzel olacaktı, daha çok kitap satılacaktı. Edebiyat okuyacaktık, daha uygar olacaktı hayat, benim ütopyam buydu. Olmadı ya olmadı! O kadar ulaşılabilir bir şeydi ki… Şeker Portakalı gibi dünyanın en naif, bütün çocukların okuması gereken bir klasik zararlı bulundu bu ülkede, daha söylenecek söz mü var? 60 yaş hayalleri mi kuracağım şimdi ben ya ölürsem? Çocuğum için savaşım on sene sürmemeliydi meselâ, adalet ütopya olmamalıydı. Amerika’da olsaydık, o hiç sevmediğim memlekette, Tuğçe’nin davası bir geceydi sadece.

‘ONU HERKES İZLESİN'

Amerikan Edebiyatı okudum ama Amerika’dan nefret ederim. Bilime yaptığı yatırımla, özel şirketlerin edebiyata, sanata yaptığı yatırımlarla kocaman bir memleket ama insanının sırtına basarak ayakta kalan devletlerden ve düzeni bizden çok daha bozuk, sınıflar arası uçurum inanılmaz. Bizdeki sosyal güvenceye denk gelen bir sistemleri yok. Kolun kırıldı ve bir yerde çalışmıyorsan hastanede rehin kaldın demektir. Kıyasladığın zaman bizim bazı şeylerimiz daha iyi. Filmlerde görürüz ya, adam iki havuzlu evde otururken ertesi gün ‘homeless’tır/evsizdir, Amerika’nın gerçeği bu. İnsanlar kolestrol ve karbonhidratla aptallaştırılıyor bence. Kilise büyük bir baskı ayrıca, İncil’e el basmalar filân. Sicko (2007) diye bir belgesel izledim seneler önce Michael Moore’un, herkes mutlaka izlesin derim. Bir marangoz ustasının iki parmağı kopuyor ve sigortadan şöyle bir yazı geliyor; “Sigortanız sadece bir tanesinin dikilmesine izin veriyor, hangisini tercih edersiniz?”

'BİR APTALA ANLATIR GİBİ...'

Steril bir hayat yaşamıyorum, can acısının ne demek olduğunu da biliyorum. Bu kadar etkilenmek doğal mı bir doktora sormak lâzım ama ben hayata devam edemiyorum böyle. Hele çocuklara yapılanlar kendi çocuğuma yapılmış gibi etkiliyor beni. Kurtarabilmek istiyorum bütün çocukları ama kurtaramıyorum. Ses çıkarmak da işe yaramıyor bu ülkede, zaten herkeste bir korku. Politikadan anlayan biri de değilim, neden buna en ağır cezayı verecek bir yasa çıkaramıyor Meclis anlamıyorum. Var mı bir açıklaması? Bir gecede ne torba yasalar geçebiliyorken, neden bir çocuk tacizcisi kurtulabiliyor? Toplu tecavüz davalarında içeriye insan alınmıyor, bu nasıl olabiliyor? Bir hâkim nasıl “Çocuğun rızası varmış” diyebiliyor? Biri ne olur, bir aptala anlatır gibi anlatsın bana bunları…

'ATACAĞIZ ZARIMIZI'

Adam albümü çıkınca annemin ilk söylediği; “O kadar uğraştım, senelerce okuttum, gittin popçu oldun!” (Gülüyor) Müzik sektörü için ne ifade ettiğimin farkında bile değilim açıkçası. Sıfır bir isim miyim, birilerinin ciddiye aldığı biri miyim, gerçekten bir fikrim yok. Albüm çıktığında üniversitedeydim ve öğrenci gibi yaşıyordum. Sonra anne gibi yaşamaya başladım. Hiçbir zaman sektörün ortasında olmadım, gecelerde dolaşmadım. Magazinden kaçmak için değil. On beş senedir televizyonumun olmayışı da entelektüel bir kaygıdan değil meselâ. Sadece yolumuz kesişmedi, o yüzden şöhret olmak nedir bilmiyorum. Şöhretle ilgili özlediğim bir şey de yok. Ayağıma dolandığı zamanlar oluyor, Twitter’da bir şey yazınca filân, “Galiba beni tanıyan bir insan topluluğu var” diyorum o zaman. (Gülüyor) Yaz sonu yeni albüm çıkacak ama maddi manevi kimsenin keyfi yerinde değilken ne olacak hiç bilmiyorum. Atacağız zarımızı bakalım…