Serkan Karabayır: 'Büyük bir absürdizm içerisindeyiz'

Yönetmen Serkan Karabayır ile son oyunu 'Söz' hakkında konuştuk. Karabayır, "Metin gibi görsel efektler ve ışık tasarımı prova sürecinde ortaya çıktı. İzlenirlikte sinemanın altına düşen tiyatro, ışık ve görsellikle birlikte yeniden eski şaşalı günlerine geri dönebilir. Neden olmasın. Brecht “sanat odur ki göreni ve duyanı etkiler” der. Bu çok hoş bir cümle... Etki sanatın en önemli kalın çizgilerinden biri" dedi.

Abone ol

2011 yılında Badegül Bingöl tarafından kurulan “Tag Prodüksiyon”un son oyunu “Söz”ü, oyunun yönetmeni Serkan Karabayır ile konuştuk. Konu alternatif tiyatrodan açılınca Karabayır, “Açıkçası yılda en az iki oyun çalışan biri olarak bunu düşünmeye vaktim yok. Bunu mızırdanan, sürekli söylenen ve dinlencelerinden ödün vermeyen sanatçılara sormak gerekli diye düşünüyorum. Bu soru için doğru kişi değilim” sözleriyle düşüncelerini açıkladı.

Ödeneksiz tiyatro yapmanın zorlukları nelerdir?

Ödeneksiz tiyatro diye bir kavram işlevini yitirdi. Çünkü ödeneksiz bir tiyatro yok. Argo deyimle üç beş de olsa bir ödenek sağlanmaktadır. Bu ödenek devlet ya da başka kurumlar tarafından değil kişiler aracılığıyla yapılmaktadır. Bu kısmi özel olma hali bizi daha büyük trajedilere gebe yapıyor. Örneğin, Türkiye’de sezonluk sahne oyuncuları var ve sezonluk yöneticiler var. Bu çok acı… Sorunlar da artık farklılaştı, bakın mesela güncel bürokratik tiyatro haberlerine, eskiden en azından istifalar olurmuş, örnek olarak Muhsin Ertuğrul’un tiyatro yaşamına bakılabilir. Şimdi sanat kurumlarında görevden alınma diye yeni olan ve çokça tartışılan bir kavram var. Bu tiyatro için yeni bir kavram…

Söylenilecek çok fazla şey var bu konu ile ilgili ama bu köşe için tek bir şey söylemek isterim. Tüm bu parodi yetmiyormuş gibi bununla var olan sanatçılar var. Yerini “sağlamlaştıran” sanatçılar üretmeyi bırakıyor. Bu kendileri için küçük bir adım olabilir ama bizler için büyük bir yitim.

İstanbul’da sergilenen oyun sayısı her geçen gün artarken, seyirci sayısı da artış göstermekte… Seyircinin ilgisinin alternatif tiyatroya doğru kaymasının nesnel sebepleri nelerdir?

Türkiye’de sahnelenen oyun sayısı günden güne gerçekten artıyor. Bu beni çok mutlu ediyor. Geçmiş yıllara oranla bunu rakamlara vurduğumuzda sonuç çok açık. Ama seyirci açısından bunu söylemek pek mümkün değil. Tiyatro belli bir zümreye hitap etmeye devam ediyor. İşin en trajik kısmı da sanırım bu. Sanatın özüne aykırı durumlar söz konusu. Bazen düşünüyorum bu hep böyle miydi diye! Sanırım bu hep böyleydi! Tersi olsa dünya bu kadar kötü ve acıklı durumda olmazdı. Sorunuza yeniden dönersek, evet kurumsal tiyatroların dün olduğu gibi bugün de durumu ortada...

Türkiye’de çok değerli hocalar ve öğrenciler yetişiyor. Bu yönetimi bu kişilerin eline bıraktığımızda bunun olumlu sonucunu çok kısa sürede görmek mümkün olacaktır. Seyirci asla kör değildir. O her şeyi görür ve bilir. Tiyatroyu gerçekte ayakta tutan yegâne güç onlardır.

Kurumsalların beceriksizliği seyirciyi alternatif tiyatro denilen yetmiş kişilik salonlara tıkıyor. Keşke bu bir seçenek olsaydı! Ama sözünü ettiğiniz tiyatroların başka oynayacak yerleri yok. Norveç’te Fjarer Festivali’nde Jon Fosse’nin OĞUL isimli oyununu sahnelemiştim. Seyirci vizemiz bittiği halde yeniden oynamamız için festival koordinatörlüğüne ricada bulunmuştu. Maalesef yeniden oynayamadan geri dönmüştük. Kurumsal bir organizasyon birliği içerisinde olsaydı bu durumlara düşülmezdi. Çok fazla tiyatro ekibi bu olumsuz durumla karşı karşıya kalıyor. Sadece kendimiz için yapacaksak sanatı... Bu sanatın doğasına aykırı…

Yeniden başa dönüyorum. Büyük bir absürdizm içerisindeyiz. Bir adım gerisi Kafka’nın erken karanlık dönemi içerisine sokuyor bizleri ama bir adım ötesi, neyse ki özünde sanat tükenen ya da tüketilen bir 'şey' değil. Beni son olarak gerçekten mutlu eden şey iyi ki seyircisiz tiyatro olmaz denilmesi. İlk kim dediyse gözlerinden öperim.

“Söz’’ neyi anlatıyor? Neden bu metni tercih ettiniz?

.

Söz oyunu bir adamın iç hesaplaşması... Kendini özne durumuna sokan ve öznellikte boğulan ve bu boğulma dışında kendini var edemeyen fazlasıyla kendinde olan bir adamın hesaplaşması. Bu metin tercih edilmedi. Sahne aygıtı olarak yeniden yaratım süreciyle ortaya çıktı. 20.yy metinleri harmanlanarak sevgili yardımcım dramaturg Sanem Soğukpınar ile birlikte, kelimeleri lime lime parçalayarak ve sahne provaları devam ederken yazıldı. Provalarda ortaya çıkan çalışmalar üzerinden sözcükler, cümleler ve anlatımlardan yola çıkarak yazıldı.

Geçmiş yüzyıla ait şiir, roman, öykü, deneme, anı, biyografi ve otobiyografiler bu metne ışık tuttu. Çok az mürekkep yalamış biri bile bu metinlerin hangi düzlemde ortaya çıktığını sezinleyebilir.

Söz konusu metnin klasik bir dramatik altyapısı yok. On farklı tablo var ve karakter her tabloda sorgulamaları, çözüm arayışları, hesaplaşmaları ve yargıları üzerine kurulu bir süreci yaşıyor. Bütünlüklü olarak baktığımızda karakterin hikâyesi hepimizi içine alan bir yüzleşme ve düşünce tüneline sokuyor. Bu sanırım en çok Şan Bingöl’ü zorladı. Üst bir çaba sarf ederek tüm isteklerimi fazlasıyla yerine getirdi. Bu oyunda gerçekten onu kutluyorum.

Nereden ortaya çıktı bu metin diye soruyu değiştirecek olursak; erkeğin kadın karşısında bilinenin aksine “güçlü” olması değil “güçlü” inatçılığının kendini yalnızlaştırması ve hiçleştirmesi üzerine post-modern bir deneme diyebiliriz.

Oyun, karakterin; çocukluğu, gençliği, aşkları, evlilikleri, erkekliği ve insanlığı ile hesaplaşmaya girmesini konu alıyor. Oyunun, hem yönetmeni hem de metin yazarlarından biri olarak, varoluşsal bir alt yapı üzerine kurduğunuz bu metinde, iktidar ve erkeklik meselesini ele alırken kaygılarınız ne oldu?

Varoluşsal bir metin... Bu kavram yani varoluşçuluk diğer birçok kavram gibi ülkemizde üzerine çokça düşünülmüş, tartışılmış ya da bunun üzerine yapıtlar verilmiş değil. Bu sözcükleri tiyatro sanatı için kullanıyorum. Bir eser yaratmak ve ortaya orijinal işler sunmak gerçekten zor bir iş. Oldukça bilgi birikim ve inat isteyen bir iş… İnat bizde sanat dışında bilim dışında ya da güzel iyi olan şeylerin dışında hep vardır. Ama maalesef inat sanatsal üretim sahasında olmuyor.

Sanırım çokça sözü edilen kavramların içinin boşluğu ve onları yeniden doldurmak belki günümüz yani 21.yy sanatçılarının ilgilendiği konular arasında kavramları yeniden ele almalı diye düşünüyorum.

Kişisel olarak otobiyografik çalışmalara karşı özel bir ilgim var. Bu durum önceki çalışmalarıma bakıp görülebilir. Bu çalışmada bunun bir örneği… 2012 yılından beri tiyatro metinlerini daha önce resmi olarak Piscator’un ele aldığı kolaj çalışmaları üzerine çalışıyorum. Bu karakterde de bu yöntemden beslendim, şiir ve deneme... Metin prova sürecinde şekillendi, tabii bu oyuncu Şan Bingöl için elzem bir işti. Bu kadar farklı metinleri farklı karakterlerle çalışmak oldukça uzun bir serüven gerekti. Sonuçta ortaya “Söz” adlı oyun çıktı. Karakter yaşadığı dünyanın içerisinde kaybolmuş ve yönünü aramaya çalışan biri olarak karşımıza çıkıyor.

Oyunu klasik oyun çalışmalarından farklı olarak oyuncu üzerine kuruyorum. Oyuncunun provada fazlaca söylediği ya da söylemek isteyip de söyleyemediği kelimeler bir sonraki provada karşısına metin olarak geri geliyor. Bu yöntem üretmeyi güçlendiriyor ve bize neyi nasıl yapacağımızı gösteriyor. Bu sanatın gücü... Doğru kelimeler ve anlatımlar sizi istediğiniz yere kendi götürüyor. Bu büyülü ya da düşsel bir yol. Aşkınsallık da diyebiliriz.

İktidar kavramı aklıma ilk elde güç kavramını getiriyor. Bu kavramın kesinle ve kesinlikle bizim ülkemizde ve başka ülkelerde de sakat duyumsandığını düşünüyorum. Estetik bilinç olmadan estetik yaşam olmadan tüm bu kavramların içi boş bir teneke gibi hep çok ses çıkartıyor ve bu nedense bu şekilde duyumsanmaya devam ediliyor ve yeni nesilde bu sakat anlayışları yeniden türetmeye devam ediyor. İktidar ve erkeklik bizim oyunun belki de en önemli alt metni oluşturuyor. Erkeğin kadına ve erkeğin topluma bakışını… Karakterin karısına karşı duyduğu hastalıklı tutku ve sapkınlık ve kendini kaybedişi belki de yok oluşunu izliyoruz. Tek bir hata yüzünden insan hayatı sorgulanabilir mi?

Bu soru klasik Sartre sorusu. Size soruyorum siz bu konuda düşünüyorsunuz? Hemen araya giriyorum. Asıl iktidar ne düşünüyor, güçlü olan ne düşünüyor. Bu cümlelerin bize yabancı olmadığını düşünüyorum. Sanırım karakterde bu bağlamda tekilden tümele değil tümelden tekile gidiyor. Tüm toplumsal bilincini karanlık bir ruha teslim ediyor. Boğuluyor ve içmekten ve sanrılara gömülmekten başka hiç bir şey yapmıyor. İktidarın elinden kendini kurtarıyor ama kendine teslim oluyor.

Karakterimiz fazlasıyla kendinde, bu sanırım en büyük çıkmazı. Burada karşımıza yine kavramlar çıkıyor. Çok karmaşık ilerliyorum belki de ama sorun ve sorular basit. Basit çünkü ortada aslında bir sorun da yok. Nesnel baktığımızda karısını aldatan bir adam vicdanıyla hesaplaşıyor.

Ama başka tümcelerde farklı konulara girip farklı sorunları ele alıyor. Metin üzerine kurulu bu performans da günümüz sanat idollerine karşı bir haykırış var. Fazla detaya girmek istemiyorum. Bu bir tiyatro oyunu ve gelip sahnede görmek gerekiyor. Kaygı mı dediniz? 20.yy Korku çağı olarak adlandırılır. Sanırım 21.yy'da kaygı çağı olarak adlandırılacak. Çağımız sanatçıları için bundan daha gerçek bir kavram yok.

Oyunda, ciddi bir emek harcayıp ışık mühendisliği üzerine çokça düşündüğünüz hemen kendini hissettiriyor. Tek karakter üzerine şekillendirdiğiniz bu oyunda, görsel estetiği o tek kişi üzerinden ışık oyunları ile kurmayı metni yazarken de tasarladınız mı, yoksa yönetim kısmında mı ortaya çıktı?

Yapımcımız Badegül Bingöl oyun sürecinde görsel tasarımlar için Tufan Dağtekin ile tanışmamızı sağladı. Tufan, oyun üzerine düşündüğüm tüm dijital tasarımları gerçek kıldı. Ayrıca şansımız Tufan’ın tiyatro dijitali konusunda fazlasıyla tecrübeli olması işimi çok kolaylaştırdı.

Dijital tiyatro dünyada 90’lardan sonra gelişmeye başlayan ve hala gelişmekte olan bir tür. 21.yy tiyatrosunun gelişen teknoloji ile birlikte ve yeni nesillerin bu eski sanatı devam ettirebilmeleri ve yok olmasının önüne geçmek için onu kurtarmaya çalışan yeni bir tür olarak doğuyor. Bunu geliştirmek günümüz sanatçılarının biricik görevlerinden biri olması gerektiğini düşünüyorum. Elektronik aletlerin kullanma aralığı çok küçük yaşlara kadar indi. Büyük bir yok oluş olmadığı sürece bu tür tiyatroyu kurtaracak ve yeni tiyatronun yeni dili olacak diye düşünüyorum.

Metin gibi görsel efektler ve ışık tasarımı prova sürecinde ortaya çıktı. İzlenirlikte sinemanın altına düşen tiyatro, ışık ve görsellikle birlikte yeniden eski şaşalı günlerine geri dönebilir. Neden olmasın. Brecht “sanat odur ki göreni ve duyanı etkiler” der. Bu çok hoş bir cümle... Etki sanatın en önemli kalın çizgilerinden biri.

Oyunda kullanılan iç ses, ayrıca anlatıcı pozisyonunda da kullanılıyor. Korkular, arzular, pişmanlıklar, kâbuslar hep o iç ses ile edindiğimiz duygular… Hayatın dönemleri üzerine şekillendirdiğiniz oyunda, karakterin varoluş sancıları çekerken sahnedeki eylemselliği ve iç sesin anlatıcı pozisyonuna dönüşmesini dramaturjik olarak nasıl açıklarsınız?

Yeni roman yeni sinema gibi tiyatronun yeni metinlerde yeni dillere sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Burada seyirci oyuncu-oyuncu seyirci ortak bir hikayenin içine sokuluyor. Kafka’nın romanlarındaki gibi okuyucu yani seyirci anında hikâyenin ortasında buluyor kendini. Dramaturgumuz Sanem Soğukpınar ile birlikte oyundaki tüm nesneleri ortadan kaldırıp bütün oyunu tek bir beden üzerine ortaya çıkarmaya çalıştık. Sahnede gözükecek bir müzisyen ya da başka bir oyuncu, oyun için çok fazla görünüyordu. Karakter karısını, insanları ve aşklarını anlatırken anlatıcı-oyuncu rolüne bürünüyor.

Ön gösterimlerde bunun seyirciyi zorlamadığı gördük zaten tüm söylenmeyenleri tıpkı oyuncu gibi seyirci de seyir esnasında tamamlamaya ve oyunu yeniden yazmaya çalışıyor. Bu çok değişik bir deneyim. Aslında ortada bir metin var ama asıl metni yaratan seyircinin zihni.

Evet, cümleler çok basit kurgulandı ama bu basitlik bazı anlaşılması güç düşüncelerle bütünleştiğini ve zihinde bir karmaşa yarattığını gördük. Asıl vurucu öğe ise oyun bittikten sonra zihinde kalan düşüncelerle birlikte yerine oturması oluyor. Çünkü oyun içerisinde karmaşık kurgular seyirciyi oyunu anlaması noktasında zorlasa da oyun bittikten ve belki de akşam evine gidip yorganı başına çektiğinde parlayan düşünceler. İşte tüm metin ve kurgulama bu düzlem üzerine oturtulmaya çalışıldı.

Nerede, hangi günlerde oynuyorsunuz?

13 Nisan Perşembe 20.00 Hayal Perdesi Beyoğlu, 26 Nisan Çarşamba 20.30 Taşra Kabare Kadıköy ve 27 Nisan Perşembe 20.00 Hayal Perdesi Beyoğlu sahnelerinde oynayacağız.