Şehirden köye taşınmak kolay sananlara

İnternette gezinirken sıkça karşılaştığınız yazılar olur, “Kurumsal hayatı bırakan çift kırsalda çok mutlu, aşırı mutlu, mutluluktan ölüyorlar” tarzı haberlerdir bunlar. Tabii ki güzel bir şey. Fakat ben şimdi size bu yazılarda bahsedilmeyenlerden söz edeceğim.

Abone ol

Ebru Yenidoğan Genç *

Merhaba, ben Ebru. Bu sene 31 yaşındayım. Her ne kadar soranlara müzisyen olduğumu söylesem de bu, sorunun geçiştirilmiş kısa cevabı. Sanat tarihi mezunuyum, tavukçuyum, fotoğrafçıyım, ev kadınıyım, aşçıyım. Zamanında tenis kortunda top toplayıcılık da yaptım, bileklik de yapıp sattım, sanat galerisinde de çalıştım. Tek bir şey olmayı hiçbir zaman sevemedim, dolayısıyla sevdiğim her şeyi yapmaya çalışıyorum.

İstanbul’da, Çatalca’nın bir köyünde yaşıyorum. Doğma büyüme İstanbulluyum. İstanbul’un en merkezi yerlerinde yaşadım hep. Peki, buraya nasıl geldim? Eşim Cudi sayesinde. Anlatayım.

Yaklaşık 4 sene kadar İstanbul’un çeşitli semtlerinde yaşadıktan sonra Asmalımescit’te, mükemmel manzaralı, denizin karşımızda resmen tablo gibi boydan boya uzandığı bir eve taşındık. Fakat bu eve taşındığımız senenin sonlarına doğru Cudi iyiden iyiye mutsuz bir insan olmaya başladı. Mükemmel bir evde yaşadığımız halde evimize geldiğinizde göreceğiniz şeyler bir arkadaşımızın verdiği tek kişilik koltuk, televizyon, bir masa ve 4 adet sandalye idi. Ha, bir de müzik aletlerimiz. Eşek gibi çalışıp kira ödemekten, sıra bir türlü ev eşyalarına gelemiyordu. Ayrıca çevredeki inşaatlardan gelen gürültüler sebebiyle Cudi, kendiliğinden uyuyamaz hale gelmişti (ben ise her koşulda uyurum, problem yok). O zamanlar tam anlamıyla beraber yaşamıyorduk. Ne zaman eve gelsem Cudi’yi yatak odasında, perdeler kapalı, yatakta tabletiyle oyun oynar halde buluyordum.

Bir gün bir arkadaşı çağırdı Cudi’yi mangala. Evleri Tekirdağ’ın bir köyündeydi. Cudi de orada yatıya kalacaktı. Gece telefonda konuştuğumuzda sesi çok keyifli geliyordu, oraları çok beğendiğini, ev bakacağını ve köyde yaşamak istediğini söyledi bana. Ben de ‘’Olur!’’ dedim ve köye yerleştik… Diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, o kadar kolay olsa keşke her şey.

Başta pek ciddiye almadım. “Hevesini alsın çocuk” diye düşündüm, suyuna gittim ama baktım ki durum ciddi, hatta bir köyde ev bile buldu. O an durumun ciddiyetini kavradım, herhangi bir hamlede bulunmazsam o köydeki eve gideceğimizi fark ettim. Aklıma halamların evi geldi. Nasılsa beğenmez diye orayı önerdim. Sonuçta bildiğiniz köy evi. Aksi gibi Cudi eve bayılmasın mı!

Aksi gibi diyorum çünkü şöyle bir durum var, bu ev bizim ailede pek sevilmez. Çünkü akrabalara uzaktır, sobalıdır. Kışın giderseniz donarsınız. Sobanın yanı güzeldir ama tuvalete gitmek işkencedir. Ayrıca eniştemle halamın beraber inşa ettiği bu ev, aynı zamanda eniştemin hastalanıp vefat ettiği yerdir. Dolayısıyla bizim için çok mutlu bir yer değildir.

Ben girdiği kabın şeklini alabilen biriyim, yeter ki yanımda sevdiğim biri olsun, bana destek olsun. O konuda bir problem yok. Fakat bu eve geldiğimde hiç zorluk çekmedim desem yalan olur. İlk sıkıntı, her yer çok sessiz. Biz alışmışız tabii sokaktan çocuk sesi gelsin, dışarıdan araba kornalarını duyalım, üst komşu tepemizde paldır küldür yürüsün… Burada öyle bir şey yok. Gün içinde inek, koyun, kuş sesleri, belki bir de arada çöp arabası, geceleri ise köpek ve baykuş sesleri. İkincisi, ev sobalı. E tabii, kalorifer çocuğuyuz ya, alışmışız rahata. Belki, diyorum, kışın 2-3 ay kadar İstanbul’dan eşyalı bir ev tutarız. Şimdi sorsanız sobanın üstüne ısınma gereci tanımam.

Taşındık. Buraya gelince bir anda kalabalıklaşıverdik hemen. Miu adlı bir kedimiz zaten vardı.

İsmi, çok yavruyken eve geldiğinde iki gün aralıksız ‘’MİYU! MİYU!’’ diye bağırmasından geliyor.

İkinci olarak marketin kapısında bulduğumuz Rakti bize katıldı. Cudi’nin kafasından uydurduğu Rakti isminin tesadüfen Hintçe’de “sevimli kız” anlamına geldiğini öğrendik. Fakat kadere bakın ki herkes Rakti’yi erkek sanıyor.

AİLEMİZİN BİR NUMARALI YARAMAZI

Bahçemiz iki dönüme yakın. Dolayısıyla Rakti koskoca bahçede tek başına kaldı. Yüreğimiz elvermedi, kardeş alalım dedik, Yedikule Hayvan Barınağı’nın yolunu tuttuk. Onu mu alsak, bunu mu alsak derken bir de baktık, iki köpekle çıkıvermişiz! Bruno ve Kızcık da ailemize bu şekilde katıldı.

Tamam, köye yerleştik yerleşmesine de, hâlâ şehirli gibi yaşıyoruz. Bu durumu nasıl değiştirebiliriz diye düşünürken Cudi’den tavuk fikri çıktı. Gittik bir kuluçka makinesi ve bir sürü yumurta aldık. Sonuç bu oldu:

Şehirden koptuk, geldik, köye yerleştik, temiz hava, bol gıda, mis gibi yaşıyoruz. Peki, gerçekten öyle mi? Kısmen. Şimdi bir düşünün, internette gezinirken sıkça karşılaştığınız yazılar olur, “Ünlü şirket CEO’su Ferrari’sini satıp köy evine yerleşti”, “İşi bırakıp kendini doğaya vuran karı-koca koyun beslemeye başladı”, “Kurumsal hayatı bırakan çift kırsalda çok mutlu, aşırı mutlu, mutluluktan ölüyorlar” tarzı haberlerdir bunlar. Tabii ki güzel bir şey, bir gün herkes buralara gelecek, gelsin de… Fakat ben şimdi size bu yazılarda bahsedilmeyenlerden söz edeceğim.

İlk adım, kırsala yerleşmeye karar verdikten sonraki aşama. Burası önemli. Çünkü o kadar kolay değil o işler. Benim buradaki ilk günlerim bayağı bunalımlıydı mesela. Tabii ki kişiden kişiye değişebilecek bir durum bu ama “Hata mı yapıyoruz acaba?” sorusunun aklınızdan birden fazla kez geçmesi çok normal.

İkinci olarak, köyde şehirli olarak yaşayamazsınız. Biz denedik. Olmuyor o. Zekeriyaköy’de otursanız belki ama burada ı-ıh. Bundan kastım şu, mesela hayvan ölümlerine alışmanız gerek. Dahası, bu hayvan sizin yüzünüzden de ölebilir. Çünkü buradaki hayvan anlayışı, bizim şehirde beslediğimiz kediler, köpekler gibi değil. Her hayvan bir birey ve her birinin birer işlevi var.

Buraya taşındığımız ilk sene, bir sabah, o zamanlar bizim için oldukça erken bir saat olan sabah 9’da güm güm kapı çalınmaya başladı. Uyku sersemi, korkuyla fırladık. Arka komşumuz Ali Ağabey koyunlarını bizim bahçede otlatıyordu. O gün koyunlardan biri, bizim bahçedeki 12 metrelik kuyuya düşüvermiş. Koskoca adam hüngür hüngür ağlıyor karşımızda, ne olur kurtarın diye. Hemen itfaiyeyi aradık. Sağ olsunlar geldiler, ipler bağlayıp kendilerini kuyuya sarkıttılar, hayvancağızı çıkardılar. Yaz olmasına rağmen kuyu suyu buz gibi, hayvan tir tir titriyor. Düşerken arka ayağını da kırmış üstelik. Veterineri arıyoruz, kimi arasak umursamadan, “koyunu kesin” diyor. “Bacağı kırıldı diye sapasağlam hayvan mı kesilirmiş?” dedik şehirliler olarak. “Öyle bir kesilir ki…” diye cevap verdi bize köy. Veteriner bir akrabamızı aradım son çare. Avcılar’daki fakültede bacağına platin taktırabilirsiniz ama önermem, dedi. Bu hayvanlar yüzyıllardır besi amaçlı yetiştirildikleri için günümüzde evrildikleri şekil etli kocaman bir vücut ve incecik bacaklar halini almış. Platin taktırsak bile, hayvan büyüdükçe kilosu artacak, dolayısıyla platinin takıldığı bacakta ağrı yapacakmış. Çektirmeyin hayvana, yazık dedi. Ali Ağabey’e anlattık. Ağlaya ağlaya gitti. O perişan, biz perişan. Ertesi gün geldi elinde 1 kilo etle, teşekkür etmek için, en güzel yerini size ayırdım dedi. Yiyemedik.

Kırsalda boş vaktiniz pek olmayacak. İş hayatını bıraktınız diyelim, hayatınızın sonuna kadar yetecek paranız da var. Fark etmez, hayvanlarınız varsa onlarla bir mesai geçirmeniz gerek. Ev işleriyle ilgilenmeniz gerek. Hiçbir şey yapmasanız bile kafanız yapmanız gereken şeylerle meşgul olacak. Ben aşırı gevşek ve tembel bir insanım mesela, buna rağmen boş vaktim sınırlı. Hele ki mükemmeliyetçi biriyseniz yandınız. Kısacası buradaki hayatta bir şey elde etmek için çabalamanız gerekiyor.

Mesela evde çöpünüz var diyelim, akşam 7’de kapıcı gelir alır. Ama burada siz o çöp dolduğunda çıkıp sokağın başındaki çöp kutusuna atmadığınız sürece çöp torbasıyla ev arkadaşısınız. Ağaçlardaki meyveleri toplamazsanız çürüyüp yere düşer, yine toplamazsanız sinek yapar. Bahçeye açılan kapının altına mermer koymazsanız içeri tarla faresi girer, çıkaramazsınız. Her kış başı adam çağırıp bacayı temizletmezseniz sobadan zehirlenip ölürsünüz. Ama adam gelmeyecektir, peşinden koşup ısrarla aramazsanız yine ölürsünüz. Hâlâ gelmiyorsa ve yerine başkasını bulmazsanız daha fena ölürsünüz.

Burası birçok konuda üşengeçliğin tolere edilmediği, fakat yaptığınız her hareketin karşılığını bariz bir biçimde aldığınız bir yer. Ekerseniz, biçersiniz. Özenle ekerseniz, fazlasını biçersiniz. Bütün bunlar olurken de çok fazla şey deneyimler ve öğrenirsiniz.

Bütün bu yazdıklarımı okuduğunuzda şikâyet ediyormuşum gibi gelebilir, öyle algılamayın. İnsan çok yoruluyor ama bir yandan eğleniyor da. Mesela sabahları tavukları yemlerken yaşadığım şeyin benzerini İstanbul’da yakalamak imkânsız. Güneş yeni doğuyor, hava mis gibi, horozlar ötüyor, ilerden inekler ve koyunların sesleri geliyor… Bence tatil dediğimiz şey yazın deniz kenarına gidip yatmak değil sadece, ben bu kadar koşturmacanın içinde her sabah yarım saat kadar tatil yapıyorum.