Savaşın gerçeği, gerçeğin masalı: Yüklerin en değerlisi

Yazar ve senarist Jean-Claude Grumberg’in kaleminden “Yüklerin En Değerlisi” Yapı Kredi Yayınları tarafından okurla buluştu. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı atmosferini umut felsefesiyle dağıtan yazar, “Bir Masal” alt başlığıyla yayımlanan kitabın “bildiğimiz türden” bir masal olmadığı konusunda okuru uyarıyor.

Abone ol

Jean-Claude Grumberg’in İkinci Dünya Savaşı’nı bir masal kurgusuyla anlattığı kitabı Yüklerin En Değerlisi, Aysel Bora’nın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Grumberg, savaşın acımasız yüzünü, 49 numaralı katarda toplama kampına doğru seyahat eden Yahudi bir bebek ile Trenlerin Tanrılarından “değerli bir yük” bekleyen yoksul bir oduncunun kesişen hayatları üzerinden anlatıyor.

“Bir varmış bir yokmuş...” Grumberg hikâyeye böyle başlamış, kitap da “Bir Masal” alt başlığıyla yayımlanmış. İlk bakışta bir çocuk kitabı olarak algılanabilecek bu girişten sonra Grumberg masal türünün klasik kurallarından hemen sıyrılıyor, okuruyla konuşuyor ve bunun “bildiğimiz türden” bir masal olmadığı konusunda bizi uyarıyor. Evet, bildiğimiz masallara benzemiyor Yüklerin En Değerlisi. İçinde insana “yük olan” birçok mesele var.

“Hayır hayır hayır hayır, içiniz rahat olsun, Parmak Çocuk değil bu. Hiç ilgisi yok. Sizler gibi ben de o gülünç hikâyeden nefret ederim. Besleyemedikleri için çocuklarını terk eden analar babalar nerede, ne zaman görülmüş? Geçelim...” (s. 7)

Neden masal anlatırız? Ya da masalların gerçekliğine inanır mıyız? Bir Zamanlar Anadolu’da filminin bir sahnesinde şöyle bir ifade yer alır: “Bir Zamanlar Anadolu'da dersin, ücra bir yerde görev yaparken, işte böyle böyle bir gece yaşamıştık dersin. Anlatırsın yani ne bileyim, masal gibi.” Bir masal kurgulamak, gerçeğin yeniden üretimidir çoğu zaman. İşte yazar, dramaturg ve senarist Grumberg de tarihin en kanlı savaşlarından birini, İkinci Dünya Savaşı’nı, masal formatında anlatmayı tercih etmiş. Onun yaptığı bir nevi “gerçeği masallaştırmak.” Şüphesiz bir masal okumak ya da dinlemek, hacimli bir tarih kitabını okumaktan daha cazip. Diğer yandan, bir masala her şeyi sığdırmak mümkün. Acımasızlığı da, kanı da, sevgisiz bir toplumu da usulünce masala yerleştirebilirsiniz. Grumberg, masalların bu işlevinden yararlanmış. Yoksa bu hikâyeye tam anlamıyla “masal” demek güç. Zaman ve mekân belli, kişilerin belirli özellikleri ve isimleri var, olağanüstü bir atmosferden ziyade gerçeğin olağanüstülüğü söz konusu.

Yüklerin En Değerlisi, Jean-Claude Grumberg, çeviri: Aysel Bora, 64 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2020.

MADALYONUN ÖN YÜZÜ: UMUT

Kitabın ilk bölümü, “yoksul oduncu adam ile yoksul oduncu kadın”ın yaşadığı ormanda geçiyor. Kendi hallerinde yaşayan bu çiftin çocukları yok. Kadın, içten içe bir çocuk sahibi olmak için dualar etse de zamanla yorgun düşmüş. Adam, savaşın patlak vermesiyle zorunlu hizmete alınmış. Grumberg’in ilk eleştirisi, bu bölümde. Yazar, yoksul oduncu kadının ağzından yerle bir edilen yaşam alanlarına göndermede bulunuyor. Yoksul oduncu kadının eşi de zorunlu hizmette bulunanlardan biriyken zorunlu hizmete alınan adamların “ormanını” yıktığını söylemesi oldukça manidar.

“Orman, onun ormanı, onun ağaçları soğuğa, açlığa al dırmadan gür mü gür ve geniş mi geniş bir şekilde uzanıp gidiyormuş, ancak bu dünya savaşı başladıktan sonra, zorunlu hizmete alınan adamlar güçlü makinelerle onun ormanını boydan boya delerek raylar döşemiş ve bir süredir de, yaz kış demeden bir tren, tek bir tren bu tek hatlı yoldan tekrar tekrar geçer olmuş.” (s. 8)

Fakat bir masalda umutsuzluğa yer yoktur. Grumberg hemen müdahalede bulunuyor hikâyesine ve bu trenin yoksul oduncu kadın için bir umut kaynağına dönüşmesinden bahsediyor. Yoksul oduncu adamdan bu trenin bir “yük treni” olduğunu öğrenen kadın, trenin bir gün ona değerli bir yük vereceği umuduyla onun geçtiği yolda beklemeye başlıyor. “Yük”ün umutlaşması ironik bir durum, hatta metaforik bir söylem. Çünkü bu tren, Yahudileri taşıyor. Yazar burada, Yahudilerin dünya tarafından uzun bir süre yük olarak görülmesini eleştirdiği gibi, bir yandan da zaten dünyanın yükünü taşıyan bir kadının en azından “karnını doyurabilmek” için yük trenine bel bağlaması gerçeğini yüzümüze çarpıyor.

“Coşku yavaş yavaş yerini bir umuda bırakmış. Bir gün tren, belki bir gün, yarın ya da yarından sonraki gün ya da herhangi bir zaman, sonunda açlığına acıyacak ve geçerken ona sadaka olarak o değerli yüklerinden birini bırakacakmış.” (s. 9)

Bir umut felsefesi inşa eden Gabriel Marcel’e göre, insan durmaksızın umutlu bir bekleyişin içindedir. İnsan, daimî yolculuk halinde olan, gezgin bir varlık, Marcel’in ifadesiyle bir homo viator’dur. Umut onun için bir yaşam biçimidir, bekleyişin adıdır. Her geçen gün yabancılaştığı dünyada, umut yoluyla hem kendisine hem dünyaya yabancılaşmayı reddeder. Yoksul oduncunun karısının bekleyişi, böyle bir bekleyiştir. Savaş atmosferini, yıkılan ormanını, kamu hizmetine alınan eşini unutarak yaşama Trenlerin Tanrılarının ona vereceği hediyeyi bekleyerek tutunur.

MADALYONUN ARKA YÜZÜ: ACI

“O halde onları sevk ediyorlarmış. Ama nereye? Dünyanın neresinde onları isteyen varmış? Hangi ülke onları kabul et meye hazırmış? Şu 1943 Şubatı’nda hangi ülke onları gönüllü olarak kabul edermiş?” (s. 13)

Kitabın ikinci bölümünde toplama kampına doğru hareket eden trene konuk oluyoruz, yani aslında yoksul oduncu kadının her gün umutla beklediği trene. Bu defa, “umudun tükenmek üzere olduğu” bir ortamla karşı karşıyayız. Doğar doğmaz “Yahudi” damgasını yemiş ikiz bebeklerin sahibi bir aile, sütünü iki bebeğine de yetiremeyen bir anne, bebeklerden birinden vazgeçmeyi çare zanneden bir baba... İşte, savaşın gerçek yüzü. Her istasyonda ölüler trenden atılıyor, tren hayatta kalanlarla yoluna devam ediyor. Baba, trende tanıştığı bir yabancıdan duyduklarından etkilenerek ikizlerden birini sarıp sarmalıyor ve tren penceresinden aşağı bırakıyor. Onu Trenlerin Tanrısından bir hediye paketi bekleyen yoksul oduncu kadın buluyor. İşte, yüklerin en değerlisi.

Kitabın her bir bölümünde sırayla, yoksul oduncu adam ve yoksul oduncu kadının yaşadığı ormanda ve toplama kampına doğru hareket eden trende yaşananlara şahit oluyoruz, aynı anda savaşın iki cephesinde olmak gibi bir şey bu. İlerleyen sayfalarda bu sıra bozuluyor. Hikâye daha çok ormanda geçiyor; yoksul oduncu kadının bebeği eşine kabul ettirme çabası, bebeğin karnını doyurmak için ormanın kuytusunda yaşayan adamdan yardım istemesi, çevredekilerin bebeğin Yahudi olduğunu anlaması ve akabinde yaşananlarla devam ediyor. Burada kilit nokta, yoksul oduncu adamın bebeği önce “O ne benim ne de senin meleğin olabilir! Lanetli ırkın soyundan o! Anası babası onu trenden karların arasına atmış, çünkü onlarda kalp diye bir şey yok!” (s. 22) diyerek reddetmesi, sonra onun minik kalp atışlarından vazgeçemeyecek hâle gelmesi. Yani, ırkçı bir söylemin zamanla çürümesi… Grumberg, böylece savaşın kalbine dokunuyor. Diğer yandan, özellikle Jung’ın ve Bettelheim’ın masallar üzerine söylemlerinde karşılaştığımız “kodlar” devreye giriyor. C. G. Jung’a göre, insan psikolojisi arketiplerin hükmü altındadır ve bu arketiplerin tarihi, insan tarihinden de önceye dayanır. Masallar, bu birikimin ürünüdür. Bu nedenle içlerinde arketiplerin oluşturduğu ağlar örülüdür. Bu bağlamda, tarih boyunca zihnimize mıhlanmış ifadeler arasında bulunan ırkçı anlayış, Grumberg tarafından “gerçeğe dayanan bir masal yaratılarak” yeniden yorumlanmış.

SEVGİ, SEVGİ, SEVGİ!

Yazar, Son Söz’de okurun merak edeceği gerçeklik meselesine değiniyor ve bu hikâyenin gerçek olup olmadığı hususunda birkaç kelam ediyor. Yoksul oduncu kadın ve eşi, ikizlerinden birini feda eden baba, onun acı çeken karısı, ormanda yaşayan yardımsever adam gerçek mi bilinmez. Fakat hepsinin, savaşı iliklerine kadar yaşamış insanların birer tezahürü olduğu, gerçek. Sanırım bu kadarı hepimiz için yeterli. Yine de okuru Son Söz’ün hemen ardında, “Gerçek Hikâyelerin Meraklısı İçin Ek” başlığının altında bazı sürprizlerin beklediğini de söylemek gerek.

Grumberg, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı atmosferini umut felsefesiyle dağıtmış ve hepimize yapıcı bir teklifte bulunmuş: Sevmek. Böylece masalların nasihat verme özelliğini de kullanmış diyebiliriz. Kitapta yinelerek birer leitmotive dönüşüyor sevgiden üreyen kelimeler: “Sevgili küçük yük, sevgi dolu yeni anne, sevgili oduncu, sevgili ikizler, sevgili yavru, hatta sevgili keçi...” Yüklerin En Değerlisi, bir sevgi hikâyesi. Onun meselesi, yalnızca sevgi. Sevginin varlığı, sevginin yokluğu, sevginin getirdikleri ve sevgisizliğin götürdükleri... Kulaklarınıza aklınıza kazınacak bir cümle fısıldıyor: “Kalpsizlerin de bir kalbi var!..”