Salyangozlar, aşklar ve köpekler!

Macar edebiyatından yaptığı çevirilerle tanınan Sevgi Can Yağcı Aksel'in ilk öykü kitabı Ayizi Yayınevi’nden çıktı. Esin kaynağının, Macar yazar István Örkény olduğunu söyleyen Aksel'in kitabında, okura beklenmedik anlarda salyangozlar eşlik ediyor.

Abone ol

ANKARA - Macar dili ve edebiyatı üzerine çalışmalar üreten akademisyen Sevgi Can Yağcı Aksel'in, 'Kapıya Not Bıraktım' adlı ilk öykü kitabı Ayizi Yayınevi aracılığıyla okurlarla buluştu.

İlk öykülerini Budapeşte'de yazıp Ankara'ya, Tunalı Hilmi Caddesi'ne taşıyan Aksel, on yılı aşkın süredir kaleme aldığı öykülerini bir araya getirdi. Kapakta, okurları karikatürist Behiç Ak'ın çizimiyle hayat bulan bir salyangoz karşılıyor. Kitabın ilerleyen sayfalarında yer alan öykülerde hiç beklenmedik anlarda bu salyangoz okura eşlik ediyor, tarifsiz bir aşk tanımlamasına denk düşer hâle bürünüyor. Aksel'in öykülerinde kaybedilen veya yitirilenlerle kurulan bağlara dair birçok atıf karşılayacak sizleri. Yer yer kurmaca, kimi zaman ironik bir üslupla yazılan hikâyeler hayatın olağan akışı içerisindeki bir halinize dokunuyor ya da kendi yaşamınız içerisinde görmediğiniz anlara tanıklık etmenize imkân sağlıyor.

Sevgi Can Yağcı Aksel ile ilk öykü kitabı 'Kapıya Not Bıraktım' üzerine konuştuk.

Salyangozlardan aşka, 12 Eylül'den akademiye kadar farklı konuları ve halleri kucaklayan Sevgi Can Yağcı Aksel ile ilk öykü kitabı üzerine yaptığımız söyleşiyle baş başa bırakıyoruz sizleri...

'İLK ÖYKÜLER BUDAPEŞTE'DE YAZILDI'

Macar edebiyatından çevirilerinizi ve makalelerinizi takip eden okurlar biliyorlar. 'Kapıya Not Bıraktım' ilk öykü kitabınız oldu. Nasıl doğdu? Ne kadar zamanlık bir çalışmanın ürünü?

Kapıya Not Bıraktım, Sevgi Can Yağcı Aksel, syf.168, 2018, Ayizi Kitap

2007 yılında doğmaya başladı 'Kapıya Not Bıraktım'. Ondan sonra da doğmaya devam etti. Okundukça artık doğduğuna ikna olabileceğim galiba. Öykülerin dillerinde, üsluplarında ve ironilerinde farklı zamanlarda yazıldıkları sezilebiliyor sanırım. Bir kısmı çok yeni, bir kısmı ise oldukça eski. İlk öyküler Budapeşte'de yazıldı. Bir dakikalık öykülerine hayran olduğum ve Türkçe’ye çevirdiğim István Örkény bu konuda esin kaynağım oldu. Kısacık satırlara dünyaları sığdırabilmesinden büyülendim. Macaristan'a ilk gidişlerimde yaşadığım ve çevremdeki Macarlara yaşattığım şaşkınlıklar, kültürel farklılıklardan kaynaklı zaman zaman komik, zaman zaman da dramatik deneyimler ilk öyküleri yazmama yol açtı. Sonra bu öyküler benimle Ankara'ya yolculuk ettiler.

'HEPİMİZİN YAŞAMA HÂLİYLE İLİŞKİLENDİRİYORUM'

Kitabın birçok yerinde salyangoz var. Behiç Ak'ın çizimi olan kitap kapağında da okurları bir salyangoz karşılıyor. Salyangozlara nasıl bir anlam yüklüyorsunuz?

Salyangoz benim için zaman zaman özendiğim zaman zaman çekindiğim bir 'tek başınalık' simgesi her şeyden önce. Tek başına olmayı beceremeden birlikte olmak da olanaksız. O yüzden aşklarına da büyük hayranlık duyduğum canlılar. Yakından ve uzaktan baktığımda farklı şeyler duyumsatıyorlar. Sürekli yolda oluşlarını insan canlısına çok benzetiyorum. Yaşıyor, iz bırakıyor, kabuğuna basılıyor, şanslıysa hayatta kalıyor, çıplak dolaşıyor, başka bir kabuğu sahipleniyor. İştahla besleniyor, güzelce sevişiyor ve yaşadığı sürece de yollarına devam ediyorlar. Ardında bıraktıkları pırıltıları zamanından ve bedeninden arda kalma hâli olarak görüyorum. Sağlam bir bedel bu ve hepimizin yaşama hâliyle çok ilişkilendiriyorum. O telaşsızlığı, ne olursa olsun hızını ve yolunu değiştirmemesi, kendi ritmine saygı hâli beni çok etkiliyor. Bir iyimserlik hissi... Behiç Ak da öyle güzel yakalamış ve aktarmış ki bunu.

Öykülerin içerisinde de salyangoz bir yerlerden sürekli çıkıyor. Tıpkı hayatın içerisinde gibi...

Evet orada döngüsellik de işin içinde. Aslında hep aynı şeyleri tekrar tekrar yaşıyor oluşumuz, döne dolaşa aynı yollardan aynı izleri bırakarak geçiyor oluşumuz, korktuğumuzda kabuğumuza çekiliyor oluşumuz... Her birimizin saklandığı, bizi koruyan, saklayan, var eden o kabuklar, üzerine basıldığında un ufak olacak kadar da naif aslında. Öykü kahramanlarının başına gelen gülünç ve hüzünlü döngüler böyle her yerden çıkabiliyor.

'ELE VERMEK İÇİN SAKLAMAYA ÇALIŞMAK GEREK'

Kendi yaşantınıza dair pek çok atıf var öykülerde. Tanıdığınız, doğrudan dokunabildiğiniz insanları düşününce kendinizi, duygularınızı ele vermiş hissediyor musunuz?

Ele vermek için saklamaya çalışmak gerek. Mahremlere sandığımız kadar ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorum. Üzerine konuşmayarak, yazıp çizmeyerek birbirimizden saklanabildiğimizi de düşünmüyorum. Deve kuşu gibi kafamızı kuma gömünce zaafları, yaraları, zayıflıkları gizlediğimizi sanıyoruz. Ses yükselttikçe güçlü zannedildiğimizi...  Mağduriyetleri çok dile getirince şefkat göreceğimizi... Öyle sanıyoruz ama öyle olmuyor sanki. Sevinçlerimizin, acılarımızın, peşinde koştuğumuz hazların türleri ve şiddetleri farklı olmakla birlikte birbirine oldukça yakın şeyler deneyimliyoruz. Bu yüzden birimizin öyküsü dediğimiz şey her birimizin öyküsü gibi. Bu biricik oluşlarını yok saymak değil, biricik oluşun kendisine daha farklı bir yerden bakmak sanki. Yani otobiyografik öyküleri 'ben yaşadım ve benim özel tarihim' gibi anlamlandırmıyorum. Öykülerdeki kelebekler, aya uçan sinekler, köpekler, not bırakan hırsızlar ya da benim çocukluğum, hepsi aynı şekilde kurmacanın ya da gerçekliğin bir parçası.

'KENDİNİ ÇOĞALTMA HÂLİ GİBİ BİR ÇABA'

Yazarların bazılarının ilk kitaplarında, güçlü bir hikâye/hikâyeler üzerine kurulu bir anlatıyla kitap şekilleniyor. Okuduğunuzda yazarın kendi deneyimlerini, zamanında tanıklık ettiği bir meseleyi doğrudan yansıtma halini çok belirgin hissediyorsunuz. Sizin kitabınızda ise otobiyografik hikâyeler olsa da 'kendinden yeme' halini çok hissetmedim.

Kendinden yeme hâlinden çok kendini çoğaltma hâli gibi bir çaba benimkisi. Amaçladığım böyle bir şey ve yapabilmişsem ne mutlu. Okuyan herkes payına düşeni alsın isterim. Almak istediği, ona dokunduğu kadar bir paydan söz ediyorum. İlk okurlardan gelen yorumlara bakıyorum. Aynı öyküden, biri çok güldüm, bir başkası ise ağladım diye söz etti mesela. Metnin okuyanı özgürleştirebiliyor olması çok güzel ve benim gittikçe ustalaşmak istediğim böyle bir hâl ve üslup.

''KAYBEDİLME HÂLİ' BAŞI YA DA SONU OLAN BİR HÂL DEĞİL'

Kaybedilen veya yitirilenlerle sürdürülen bağlara dair ne söylemek istersiniz. Örneğin kitaptaki, 'Köpek Dövüldüğü Sokağa Kaçar' öyküsünde kaybettiğiniz köpeklerinize dair bir bölüm var.

Kaybedilme hâli başı ya da sonu olan bir hâl değil. Süren giden bir şey. “Kaybettim bitti” deyip geçemediğimiz çok şey bırakıyoruz geride. Zaman zaman çaresizlikle çok ilişkilenen bir şey, zaman zaman da başka bir şeye dönüştürerek katlanılabilir hâle gelen bir şey.

Kitabın birçok yerinde 'bir şeyleri kelimelerle yaşatma hâli'ne tanıklık ettiğimi hissettim. Kelimelerle mi yaşatıyorsunuz?

Yaşatma diyorsun. Hemen, kaybetme geliyor yine aklıma. Burada tutmaya çalışma ya da kaybetmemek için direnmek geliyor. Kişisel ve toplumsal yaşamda verdiğimiz savaşımlar... Herkesin kendi gücü oranında göze aldıkları, ödedikleri bedeller... Kelimeler yaşatmaya yetecekse ne güzel. Öykülerde yetip yetmediği tartışılır.

'AKADEMİK ÖRGÜTLENME BİÇİMİ İKİ KEFELİ BİR TERAZİ GİBİ'

Kitabın içerisinde ironik örneklerle akademiye dair atıfların yer aldığı öyküler de var. Çalıştığınız Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden de onlarca akademisyen ihraç edildi. O dönem nasıl etkiledi sizi?

Akademi örgütlenme biçimi gereği iki kefeli bir terazi gibi. Bir tarafta düzen vermeye çalışan yönetsel mekanizmalar, diğer tarafta her türlü düzeni, durumu, gerçekliği sorgulayan, eleştiride sınır tanımayan bilim insanları var. Bu mekanizma içinde ayrı düşmek kaçınılmaz.  Eleştirel düşüncenin yer aldığı kefenin ağır bastığı toplumlarda insanlar daha özgür, daha hoşgörülü, güvende hissederek yaşıyor. Bilim, kültür sanat çok daha özgürce gelişiyor. 'Diyalog' gelişiyor. Farkındaysan sorduğun soruya kendi deneyimimi öykülerle ilişkilendirerek cevap vermekten kaçınıyorum. Öykülerle ilgili bir kılavuz sunmak istemem. Kitapta yazılan o komik öykücükler elbette kurmaca. Gerçek hayatta yaşanmaları mümkün mü! Benim kitaptakiler fıkra gibiler.

.

'OKUDUĞUM BENİMDİR'

Yazarla okur arasında nasıl bir mesafe olması gerekiyor? Ya da mesafe olmalı mı?

Bence yazar ve okur arasındaki mesafeyi okur belirler. Oradaki kıstasımız o olmalı. Okur ne kadar kendi başına kalmak istiyor? Okurken yazarı ne kadar yanında istiyor, buna karar verecek olan o. Günümüzde yazana ulaşmak yeni iletişim mecraları ve tarzları sayesinde çok kolaylaştı. Ben okurken yazanları hayatımda istemem mesela. Okuyup bitirdikten sonrası ayrı. Okurken metinle ilişkimde daha 'özerk' olayım isterim. Okuduğum benimdir. Karıştırmam yazarı.

"TUNA'YI İZLERKEN HİKMET İLE JOZSEF'İ BİRLİKTE DÜŞÜNÜRÜM'

Atilla József'in 'Temiz Yürekle' şiiri, aynı zamanda kitabınızda bir öykünün de ismi. Macar edebiyatının önemli temsilcileri arasında yer alan József'e dair neler paylaşmak istersiniz?

Türkiye'de Macar edebiyatının tanınmasında en önemli isim Atilla József. 20'inci yüzyılın çok büyük bir şairi. Gencecik göçmüş. Nazım Hikmet ile birlikte anılan, aynı biçimde sevilmiş büyük bir şair. Benim de Macarcayı öğrenme nedenlerimden biri. Tuna’yı izlerken Nazım Hikmet’le Attila Jozsef’i birlikte düşünürüm hep.

'BİZ KUŞAK OLARAK 12 EYLÜL ÇOCUKLARIYIZ'

Kitapta daha önce İletişim Yayınları tarafından '2014 Resimli Edebiyat Tarihi' takviminde yayımlanan 'Baba' adlı öykünüze de yer verdiniz. 12 Eylül sürecini anlatan bu öyküye 'Anne' ve 'Çocuk' da eşlik ediyor.

Biz kuşak olarak 12 Eylül çocuklarıyız. 'Baba' bire bir otobiyografik bir öykü değil. Babam çok şükür hayatta biliyorsun ama rahatlıkla o kişi babam olabilirdi. Bir sürü kişinin babasıydı o baba. Bir sürü çocuk da o yıllarda anlamlandıramadığı güçlükleri böyle çocuksu akıl yürütmelerle aşabildi. Geriye birçok çekirdek aile öyküsü kaldı. Birlikte tek bir fotoğrafı bile olamayan çekirdek aileler, o yıllardan bizim kuşağa miras.

'ACILAR İYİLEŞSE DE YERLERİ ACIR'

Tam anlamıyla yaşamasanız bile o atmosferden sıyrılabildiğinizi düşünüyor musunuz? Hep sizinle birlikte geldi mi?

Uzunca bir süre bunların sıyrılıp kaçılabilecek şeyler olduğunu düşündüm. Acılar iyileşse de yerleri acır. Bunu kabul etmek gerekiyor. Ne sıyrıldım ne sıyrılmadım. Ben sıyrılsam da çocukluğum orada. Ondan sıyrılmak mümkün mü? Geçmişi gerekmedikçe kurcalamıyorum. Onunla ilişkimi kurcalıyorum ama.

Ayizi Yayınevi aracılığıyla okurlarla buluşan kitap acılara tanıklık imkanı verse de ironiyi elden bırakmıyor.

'ÖĞRENDİKÇE DAHA İYİ YAZABİLMEYİ VE ÇEVİREBİLMEYİ UMUYORUM'

Macar dili ve edebiyatı üzerine çalışıyorsunuz. Başka bir dili başka topraklarda yaşamaya ve yaşatmaya çalışmak nasıl bir çabadır?

Çok eşsiz bir çabadır. Çeviriyi ne güzel tarif ettin. Büyük bir aşktır. Bir başka yönü daha var, bir Macar yazarın Türkiye'de bir edebiyat toplantısında çevirmenliğini yapmıştım. "İyi bir yazar olmanın sırrı nedir?" diye sorulduğunda, "Önce iyi bir çevirmen olmak” yanıtını vermişti. Ben iyi bir okur olabilmek için de çeviriyle uğraşmanın büyük bir faydası olduğunu düşünüyorum. Bizde edebiyatla ilişkide çeviri, çevirmeyi denemek, çevrilmiş metinler üzerine düşünmek hem yazarlar hem okurlar için pek tercih edilen bir uğraş değil. Orta Avrupa edebiyat geleneğine baktığımızda büyük yazarların çok iyi çeviriler yaptığını hatta yazmaya oradan başladıklarını görüyoruz. Başka birinin dilinde düşünüp onu kendi diline aktarmak üzerine mesai yapmak eşsiz bir yaratıcı emek süreci. Çevirdikçe öğreniyorum, öğrendikçe daha iyi yazabilmeyi ve çevirebilmeyi umuyorum.

'KADINA DAİR HER TÜRLÜ SESİ OKURA ULAŞTIRIYORLAR'

Son dönemdeki kur artışından kaynaklı kâğıtta yaşanan kriz nedeniyle pek çok yayınevi kitap basımını durdurmuş durumda. Kadın yazarları destekleyen ve kitabınızı da okuyucularla buluşturan Ayizi Yayınevi'ne dair paylaşmak istedikleriniz var mı?

Hayatımızda çok eksik olan iki şey aklıma geliyor: Özen ve nezaket. 'Ayizi kadınları'nın, İlknur ve Aksu Hocaların, editörüm Neslihan’ın bu süreçte sergiledikleri özen ve nezaket karşısında ağzım açık kaldı. Çok enerjikler. Yılgınlığa düşmüyorlar. Gözlerinin içi gülüyor. Sadece insan ilişkilerinden söz etmiyorum. Raflarında yer alan her bir kitaba duydukları saygı, verdikleri emek ve taşıdıkları heyecanı görmek o kadar olmayan bir şey ki. Umut nedir? Budur işte. Çok sesli, çok türlü kadın yapıtları basıyorlar. Kadına dair her türlü sesi okura ulaştırıyorlar. Buna paralel son derece seçici davranıyorlar. Seçicilik kriterlerinin ezberlenmiş şeyler olmayışı da ayrı güzel. 'Ayizi' kendi başına bir okul olmuş durumda. Yolu açık olsun diyorum. Giderek büyüsün ve geleneği uzun ömürlü olsun. Ayizi salyangoz izi gibi. Usul usul, parlıyor.