Salgınlar, hastalık korkusunun önyargıyla şekillendiğini gösteriyor

Salgın hastalıklar yalnızca savunmasız toplulukların nasıl hızla toplum dışına itildiğini gözler önüne sermedi. Aynı zamanda çoğunluğun bu salgınları kendi çıkarları için nasıl kullandıklarını da ortaya koydu.

Abone ol

Edna Bonhomme

Birçok insan, Covid-19 salgınını tam anlamıyla yeni bir olay olarak deneyimledi: Bu, tarihten ani ve beklenmedik bir kopuştu. Bu, kimi açılardan doğru fakat son bir yıldır salgınlar hakkında dersler veren bir bilim tarihçisi olarak, beni ve öğrencilerimi mevcut salgınla daha önceki salgınlar arasındaki şaşırtıcı paralellikler üzerinden etkileyen farklı bir bakış açısına sahibim.

Bu ders içeriğinin adı ‘Salgın Korkusu’ ve bu, salgınlar esnasında ortaya çıkan kaygıların bir anda beliriyor olmasından ziyade sosyal, tarihsel ve kültürel etkenlerle, özellikle de önyargıların etkisi altında şekillenmesiyle ilgili. Zoom ve WebEx gibi platformlar aracılığıyla iletişim kuran öğrencilerim ve ben, daha az bilinen salgınları ve etnik azınlıklarla ilgili söylentilerin neredeyse onların hayatlarına mal olma biçimlerini ele aldık.

TARİHİN ÖĞRETTİKLERİ

1793 yılında Philadelphia’da yaşayan nüfusun yüzde 10’unun hayatına mal olan sarı humma salgını, kentte büyük bir tahribata neden olmuştu.  Philadelphia’nın beyaz sakinleri, hastalığın yayılış nedenini Saint-Domingue’den (bugünkü Haiti’den) gelen Afrikalı göçmenlere ya da ‘kuyuları zehirleyen siyahlara’ dayandıracak kadar ileri gittiler. Buna karşılık, Richard Allen, Absalom Jones ve Sarah Bass Allen gibi siyah Philadelphialılar yalnızca bu inançları reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda siyah topluluğuna sağlık hizmeti sunan ön cephe gönüllüleri olarak harekete geçtiler.

Covid öncesinde canlı hafızamızda en çok yer eden salgın büyük ihtimalle HIV/AIDS idi. ‘Act Up’ hareketinin bir miting sloganı da olan ‘Tarih Bir Silahtır’ı (Queer* Nation Manifestosu) okuduğumuzda, kimi insanlar metni kışkırtıcı bulmuştu: “Heteroseksüel insanlar düşmanınızdır” satırı ötekileştirilmiş gruplar arasında bir ittifak kurma düşüncesiyle uyuşmazken, diğer insanlar, o dönemde ölümün queer erkeklerin hayatında yıllardır varlığını sürdüren bir olgu olması nedeniyle, bu sözden yoğun biçimde etkilendi. 1980’lerde, ABD hükümetinin halk sağlığına verdiği hımbıl tepki, Amerikan toplumundaki homofobinin, o dönemde ve bugün varlığını sürdüren bir queer yaşam korkusunun göstergesiydi.

Bununla birlikte, çok az insan Afrikalı diaspora topluluklarının nasıl etkilendiğinden haberdardı. Haitili ebeveynlere sahip bir insan olarak, HIV/AIDS ABD’nin büyük kentlerinde bir modern çağ salgını olarak ortaya çıktığında, Haitili göçmenlerin nasıl da hatalı bir biçimde bundan sorumlu tutulduğunun fazlasıyla farkındaydım. 4 Mart 1983 günü, ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri, HIV/AIDS’e yakalanma veya bulaştırma açısından 'yüksek risk' taşıdığı varsayılan dört grubu listeledi: Eşcinseller, eroin kullanıcıları, hemofili hastaları ve Haitililer (İng. Homosexuals, Heroin users, Hemophiliacs, Haitians/ç.n.). Bu ‘4 H kulübüne’ milliyet temelinde dahil edilen yegane grubun bir parçası olmak, Haitililerin ve torunlarının barınma, istihdam ve bir okula kabul edilme ihtiyaçlarının reddedilmesi anlamına geliyordu ve bu da büyüdüğüm Miami’deki ‘Little Haiti’ gibi Haitili olmayanlar için yasak bölge olarak kabul edilen ayrılmış toplulukların ortaya çıkmasına yol açtı. İşlediğimiz ders boyunca, böylesi korkuların insanların hayatını nasıl yok ettiğini ortaya çıkardık.

AZINLIKLAR HER ZAMAN HEDEFTELER

Bunu ‘normal’ zamanlarda öğretmek şüphesiz ki ilginç olurdu fakat küresel bir salgın sırasında bu konuları araştırmanın sunduğu ayrıcalık, öğrencilerimin bu güçlerin nasıl değişime uğradığını ve devam ettiğini görmek için günümüzle hızlı bir şekilde paralellikler görebilmiş olmasıydı. Bir öğrenci, siyah Amerikalıların orantısız bir şekilde Covid-19’a yakalandıkları salgının ilk aşamalarında verilen ilk tepkinin, siyahların sosyal mesafeyi koruma şansı olmayan temel işçiler olma ihtimalinin daha yüksek olduğu gerçeğini fark etmek yerine, onları obezite gibi eş zamanlı hastalıklara sahip olmaları yüzünden eleştirmek olduğunu aktardı. Güney Asya kökenli diğer bir öğrenci, Hindistan’da Müslüman toplulukların Covid-19’un yayılmasından sorumlu olduğuna ilişkin yaygın bir inanışın, kimi hastanelerin Müslüman hastaları tedavi etmeyi reddettiği bir durumu ortaya çıkardığını anlattı.

Umarım öğrencilerim ana dersi öğrenmişlerdir: Salgın hastalıklar yalnızca bizimle birlikte yaşayan bakteri ve virüslerle ilgili değildir, aynı zamanda kimi insanları toplumun sınırlarına iten sosyal ayrışmaları da yansıtırlar. 

İster Amerika kırsalındaki opioid salgını olsun, ister siyahlarda görülen hamilelikte yüksek ölüm oranı olsun, eşitsizlik geçmişlerinin ve miraslarının erken ölüm olgusunu nasıl yarattığını göz önünde bulundurmalıyız. Bu derste tekrar ve tekrar gördüğümüz şey, salgın hastalıkların kontrol altına alınması sırasında, çoğu zaman bulaşıcılığın kaynağı olarak görülen beyaz olmayan insanların patolojik hale getirildikleri, hatta çoğunluk tarafından tecrit edilerek enfeksiyona karşı daha savunmasız bir hale getirildikleri oldu.

IRKSAL TEMELDE KURGULANAN AYRIMCILIK

Covid-19, tarihin, günümüz için nasıl karanlık bir ayna işlevi görebileceğini ortaya koydu. En hafif tabirle, sağlık sistemindeki eşitsizliklere ve bilim ‘şüphecilerinin’ ortaya çıkışına tanık olmak da yıkıcı bir etkiye neden oldu. 

Eski ABD başkanının Covid-19’dan ‘Çin virüsü’ diye bahsederek sergilediği apaçık yabancı düşmanlığını bir kenara bırakırsak, ABD ve İngiltere gibi ülkelerde Beyaz olmayan insanların maruz kaldığı orantısız ölüm oranları göz önünde bulundurulduğunda, korona virüsünün yarattığı etkilerin düpedüz küçümsenmesi, ırksal temelde kodlanmış bir davranıştır.

Öğrencilerime İngiltere’ye girişin yasaklandığı ülkeleri gösterdiğim zaman, Portekiz hariç tüm ülkelerin güney yarıkürede olduğunu fark ettiler. Dahası, bir öğrenci, “Mevcut enfeksiyon oranları hesaba katıldığında, ABD neden listede değil?” diye soracak cesareti gösterdi. Korku ile halk sağlığı arasındaki tarihsel ilişkiyi incelemek bizi uyanık olmaya mecbur eder: doğru epidemiyolojik uygulama ile ‘ötekine’ karşı duyulan gerici politik korku arasındaki çizgi kolayca silikleşir.

Yazının orijinali The Guardian sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)