Sağın bitmek bilmeyen sahte mağdur edebiyatı

İngiltere'de sağcılar medyanın büyük bir kısmını oluşturuyor. Bu sözde mazlumların çoğu başbakanlık veya bakanlık departmanlarında ve yönetici ofislerinde istihdam ediliyor. Tüm bunlara rağmen modern sağın mağduru oynamasının sonu gelmiyor.

Abone ol

Owen Jones

Özgürlük işte böyle ölür. Günümüzün Boudicca’sı*, Muhafazakar parlamenter Sör Desmond Swayne, müşterileri bir dükkana girmeden önce yüzlerini maskeyle kapatmaya zorladığı için yeni çıkan yasayı “Korkunç bir dayatma!” sözüyle kınadı. Sör Desmond’ın yüzünü kapatan bir örtüye itiraz yok, bildiğimiz üzere: Daha önce, siyah bir maske takan ve geç dönem soul şarkıcısı James Brown gibi giyinerek dalga geçenleri 'tamamen kabul edilebilir bir eğlence biçimi' diyerek desteklemişti. Buna karşın, Sör Desmond tüm özgür İngilizlerin ırkçı amaçlarla süslü giysiler giyinmek için kutsal bir hakka sahip olduğuna inansa bile, onun gözünde, vatandaşlarının binde birini öldüren salgının yayılmasını durduracak önlemler almak sakıncalı bir ‘zorbalığı’ temsil ediyor. Bu fikrinde yalnız değil: Sosyal medya, (Muhafazakar Parti/ç.n.) üyelik kartlarını yırtıp otoriter hükümeti “uzaktan yakından muhafazakar değil” diyerek kınayan Muhafazakar aktivistlerle dolu.

DÜNYANIN HER YERİNDE AYNI OYUN

Sağcılar arasındaki maske karşıtı isyan küresel bir olay niteliğinde. Teksas’ta, maske karşıtı aktivistler bu tür bir zorlamanın ‘komünist bir ülkeye’ özgü olduğunu düşünürken, Oklahoma’daki Stillwater kenti, şiddet tehditlerinden sonra maske kullanımını zorunlu kılan bir kararı yürürlüğe sokmaktan vazgeçti. Bir düzeyde, bu yalnızca amansız bir rekabet dünyası bencilliğinin farklı bir ifadesidir: “Küçücük bile olsa, eğer benim fedakarlık yapmamı gerektiriyorsa, ortak iyiliğin canı cehenneme” diyorlar. Fakat bu tamamen başka bir olguyla da uyumlu: Modern sağın mağduru oynaması.

Solun yaptığı ortak bir eleştiri, sağın mağdur kültürünü beslemesidir. Küçük düşürücü bir şekilde ‘kimlik politikası’ olarak tanımlanan şey -daha doğrusu, uzun zamandır marjinalleştirilen azınlıkların toplum tarafından kabul edilme talepleri- bir üstün başarı örneği olarak sunulmaktadır. Sağcılar tarafından öne sürülen iddia, yapısal eşitsizlikleri vurgulama eyleminin, bireysel başarısızlıklar için mazeretler ve çocuksu bahaneler ürettiğini ifade ediyor.

Öte yandan, Donald Trump’tan Muhafazakar Brexit yanlılarına varıncaya dek, ‘kederli galipler’ çağında yaşıyoruz: Onların politikaları, haksız muameleye karşı kızgınlığı ifade ediyor! Trump, aralıklı biçimde Twitter hesabı üzerinden “BAŞKANLIK TACİZ EDİLİYOR!” diye insanları kışkırttığında ya da sağcı yorumcular toplumsal kurumların kendilerine karşı eşitlikçi olmadığı şikayetinde bulunduklarında, ve hatta Muhafazakar olduklarını açıkladıkları zaman maruz kaldıklarını bir eşcinselin yaşadıklarıyla benzeştirdiklerinde, zulüm görmüş, iftiraya uğramış ve ezilmiş insan kisvesine bürünüyorlar.

HER ŞEYİN SAHİBİYKEN YİNE DE ‘MAĞDUR’ OLMAK

Burada, İngiltere’de, 80 sandalyelik çoğunluğa sahip bir Muhafazakâr hükümet tarafından yönetiliyoruz; basının büyük kısmını oluşturan Daily Mail ve The Sun gibi iki baskın gazete aracılığıyla kendilerini ulusun ahlaki kurallarının koruyucuları atayarak editoryal bağlılık yemini ediyorlar. ABD’de, Trump neredeyse her Cumhuriyetçi memur tarafından destekleniyor ve Fox News’ta propaganda yürüttüğü kendi kablo TV kanalına da sahip. Muzafferliğin tek başına bile hüküm süreceğini düşünebilirsiniz ama Atlantik’in her iki tarafında da derin bir öz güven yitimiyle karışmış durumdalar. Popülist sağ, sözde ‘kültür savaşlarında’ ve iktidar koridorlarında fethettiği zeminin yitirilmesinden ve ilerici muhaliflerinin azınlık ve kadın haklarını savunmada her zamankinden daha ileri gitme fırsatını kullanmasından korkuyor.

Sağcıların güvensizliği iki yönlüdür. Son dönem İtalyan Marksist Antonio Gramsci’nin çalışmalarından esinlenerek 'kurumlar arası uzun bir yürüyüş' olarak tanımlanan şeye işaret ediyorlar: Solun yalnızca üniversiteleri değil, kültürel egemenliği sağlama aldığına vurgu yapıyorlar. Bu anlatıda, kurumsal sağın hedeflerine karşı kemikleşmiş olduğu kabul edilen ve televizyonun baş müzakerecisi ve sağcı dergi Spectator’ın yöneticisi olan Andrew Neil ve sağcı demagogların kariyerlerini desteklemede önemli bir rol oynayan ortakları Nigel Farage ve Katie Hopkins’e rağmen, BBC baş düşman olarak konumlandırılıyor. Ayrıca bu anlatıda, sağın cömertçe finanse edilen ve kendilerine sıkı sıkıya bağlı olan düşünce kuruluşları ağıyla övünebileceği de göz ardı ediliyor; zira bu durum bir mağduriyet efsanesi söz konusuyken sakıncalı olacaktır.

KİMLERİN SESİ DUYULMUYOR?

Diğeri ise, aralarında ilerici değerlerin egemen olduğu genç nesle karşı duyulan apaçık korkudur. LGBTQ ve kadın haklarından ırkçılık ve göç karşıtı konulara kadar, gençler ahlaki değerlerini sosyal medya üzerinden ulusal medyada hakim konumdaki yaşlı nesle aktarmaya çalışıyor. Bu durum, ‘kültür savaşı’ ya da ‘iptal kültürünün’** köklerinde yatıyor: Ülkedeki kurumların kültürel değerlerinin 40 yaşın altındaki insanların dünya görüşüyle uyumlu olması yönünde artan talepler, ahlaki bir paniğe yol açtı. ‘Black Lives Matter’ (Siyah Hayatlar Değerlidir) eylemleri, bu mücadelede yalnızca bir parlama noktasıdır: Bir diğeri, ülke gençliği arasında doğruluğu kabul gören trans haklarıdır.

Önde gelen simalar, susturulduklarına dair şikayette bulunmak için ironik biçimde gazete sütunları ya da televizyon ve radyoların en çok takip edildiği saatleri kullanmaktayken, mağduriyet duygusu tam anlamıyla anlamsızdır. Peki gerçekte sesi duyulmayanlar kimler? Trans insanlar hakkında geçmişte eşcinsellerin tartışıldığı ağızla konuşarak ‘biyolojik yasalara karşı çıkan cinsel yırtıcılar’ diyenlerin mi, yoksa trans insanların kendi kimliklerini ortaya koymasını destekleyen, kadınların yüzde 57’si de dahil olmak üzere İngiliz halkının yüzde 50’sinin mi sesi duyulmuyor?

Hiçbir trans gazete yazarı ya da milletvekili, kendisinin susturulduğunu öne süremez; zira onlardan bir tane bile yoktur. Sağcı gazeteler rutin biçimde Müslüman karşıtı bağnazlığı yaymakla meşgulken, 2016 yılında yapılan bir araştırma, İngiliz gazetecilerin yalnızca yüzde 0.4’ünün Müslüman olduğunu ortaya çıkardı; ve ‘Black Lives Matter’ döneminde, bunların çok daha azı siyah insanlardan oluşuyor.

GÖZÜ YAŞLI ZORBALAR

Bununla birlikte, sağın mağduriyet iddiasının başarıya ulaşması için gerçeklere dayanması gerekmiyor: Sağcı politikacılar, siyasetin gerçeklerden ziyade duygularla alakalı olduğunu solcu meslektaşlarından çok daha uzun bir zamandır biliyorlar. Sağcılar, güçlü ve nüfuzlu konumlarından, kendilerini tehlikeli bir ayak takımının çamur attığı kurbanlar gibi gösterebilirler; ‘gözü yaşlı zorbalık’ (ing. crybully) etkili bir susturucudur, rakiplerini taviz vermeye ve samimiyetlerini tartışmaya zorlar.

Bu sözde mazlumlar, çoğu İngiliz gazetesinin başbakanlık veya bakanlık departmanlarında ve yönetici ofislerinde istihdam ediliyor; onları eleştirenlerse çoğunlukla Twitter üzerinden şikayetlerini bildiren milenyum kuşağından insanlar. Buna karşın, kültür savaşının acımasız savaş meydanlarında, saldırgandan ziyade kurban gibi görünmek daha iyidir. Bu modern sağın yalnızca taktiği değil, aynı zamanda onların sanat biçimidir.

*Bir halk kahramanı olan Boudicca, M.S. 60 yılında Roma egemenliğine karşı Briton kabilelerini birleştirerek büyük bir isyan başlatan bir Kelt kraliçesidir.

**’İptal kültürü’ (ing. Cancel Culture ), şüpheli veya tartışmalı bir şekilde hareket eden veya konuşan bir kişinin (genellikle bir ünlünün) boykot edildiği bir kampanya şeklidir.

Yazının aslı The Guardian sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)