Sadık Usta: Batı'da İslam uygarlığına karşı tutum görece aşıldı

Dünya’yı Değiştiren Düşünürler'in yazarı Sadık Usta’ya göre, İslam uygarlığını kopyalayıp bugüne yapıştırmak bize yarar sağlamaz. Bugün için böyle olmakla birlikte İslam uygarlığı Ortaçağ Batı düşüncesinin dinamiklerini hareket geçiren önemli bir felsefi mirası temsil ediyordu. Usta’ya göre Türkiye’de sol ve seküler kesim, birkaç istisna dışında İslam’a ve dine karşı genel olarak sekter bir tutum takınmıştır. Söyleşi, biraz da bu konularda farklı mecralardaki tartışmalara ışık tutmayı amaçlıyor.

İslam Özkan islamozkan@gmail.com

Şüphesiz Batı Avrupa’da Descartes sonrası ortaya çıkan bilimsel düşünce, dünya insanlık mirası açısından eşsiz bir deneyimi ortaya koydu. Batı’da ortaya çıkan bilimsel düşüncenin dünyada bu noktaya gelmesinde Babil, Mısır, Yunan ve hatta Çin uygarlık birikiminin yanı sıra İslam uygarlığının da önemli rol oynadığı son dönemlerde daha fazla ifade ediliyor. Felsefeci Sadık Usta’yla İslam uygarlığının Batı'ya etkilerini ve düşüşün nedenleriyle felsefe-din ilişkisini konuştuk.

BATI, İSLAM UYGARLIĞININ KATKILARINI UZUN SÜRE GÖRMEZDEN GELDİ

Sadık Usta

Sizce Batı düşüncesini etkileyen temel uygarlık mirası sadece Yunan’dan mı ibaret, yoksa Müslüman bilimsel kültürel mirası da bunda rol oynadı mı?

1900’lerin başlarına kadar Avrupa’nın bilim ve düşünce dünyası, Avrupa dışında kalan halkların uygarlık birikimini, istisnalar olmakla birlikte, esas olarak kabul etmemiştir. Onlara göre uygarlık Yunan’la başlar, sonra Roma-Hıristiyan kültürü üzerinden Avrupa’da devam ederdi. Tabii bu anlayışın temelinde hem Hıristiyan kibri hem de Batılı sömürgeci zihniyet var. Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının uygarlık mirasını reddederek onları daha kolay sömürgeleştirebileceklerini varsaydılar. Çünkü bunu “geri halklara uygarlık götürüyoruz” yalanıyla yaptılar ve bununla da kendi halklarını emellerine alet ettiler.

Bu yüzdendir ki Batı dünyası, Doğu-İslam dünyasının bilim ve felsefe alanındaki katkılarını uzun bir süre görmezden gelmiştir. Bu düşünsel eğilim, 1930’ların başlarından itibaren kısmen düzeltilmeye başlanmıştır.

Artık felsefe kitaplarında şu cümlelere rastlamak olağan hale gelmiştir: “1900’lerde hâlâ insanlar Avrupa felsefesinin eski Yunan’da keşfedildiğini sanıyordu… Avrupa ara sıra değinmekle birlikte kadim Hint ve Çin felsefesini görmezden geliyordu… Ancak konuya tarihsel-eleştirel yaklaşılınca, aslında eski Yunan’ın kadim Doğu’nun bir eyaleti olduğu görülmüştür.” (Eberhard Orthbandt, Geschichte der grossen Philosophen, s.11).

Batılı düşünürler (St. Thomas, Büyük Albertus, R. Bacon vb.) 11. yüzyıldan 15. yüzyılın sonlarına kadar Doğu-İslam filozoflarının ve bilim insanlarının yazdıklarından çok şey öğrenmiş ve sonra onların eserlerini (kilisenin etkisiyle yer yer direnişle karşılaşsa da) 17. yüzyıla kadar üniversitelerde okutmuşlardır.

Bugün birçoklarına inanılmaz gelecek fakat eskiden beyin göçü Batı’dan Doğu’yaydı. Doğu-İslam coğrafyasının kültürel açıdan gelişmişlik düzeyini göstermesi bakımından ilginç bir örnek vereyim. İngiliz entelektüeli Daniel of Morley (1140-1210) anılarında şunları yazar: “Öğrenme tutkum beni İngiltere’den dışarı atmıştı. Bir süre Paris’te kaldım. Ancak burada yalnızca önlerindeki kitaplara kurşun kalemle yıldızcıklar çizen; vakarlı bir otoriteyle oturan barbarlardan ve ağızlarını her açtıklarında cehaletleri ortaya dökülen [yaratıklardan]… başka bir şey görmedim… Durumu anladıktan sonra buradan nasıl kaçmam gerektiğini düşündüm, [çünkü] … dünyanın en bilgin filozofları olan Arap hocaların Toledo’daki derslerini dinleyebilmek için acele ediyordum. Dostlar beni İngiltere’ye geri çağırdıklarında yanımda Endülüs’ten getirdiğim çok değerli bir kitap yükü vardı.”

Sanırım bu anlattıklarım olayın boyutunu yeterince açıklamaktadır. Bugün hâlâ Doğu-İslam uygarlığının insanlık tarihine yaptığı katkıyı küçümseme tavrı gözlemlenmektedir fakat bu anlayış, Batı’da önemli oranda kırılmıştır.

VAHİYLE FELSEFEYİ BULUŞTURMAK ORTAÇAĞ İÇİN BÜYÜK BİR DEVRİMDİ

Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Sadık Usta, Kafka Kitap Yayınevi, 2019

İslam uygarlık birikiminin sadece Yunan düşüncesini aktarma ve köprü işlevi görmekten ibaret olduğunu, Yunan filozofların söylediklerinin üzerine yeni bir şey koymadığını savunan bazı düşünürler var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Roma ve Bizans, IV. yüzyılın sonlarından itibaren akademileri kapatmış felsefecileri ise ülkeden kovmuştu. Felsefe Batı’da XII. yüzyıla kadar lanetlenmiştir. Manastırlarda, saraylarda ve eğitim kurumlarında felsefe namına hiçbir şey konuşulamıyordu. Sadece kutsal kitaplar okunur ve yorumlanırdı. Doğu-İslam filozofları, sadece Yunan’ı değil aynı zamanda İran ve Hint felsefesini de derinden incelemiş ve bunların bir sentezini yaratmışlardı. Felsefeyi yeniden icat etmek mümkün değil. Felsefeye katkılar küçük çapta olur ve bu da bir paradigma değişikliğine yol açar. VIII.-XII. yüzyılları arasında felsefeyi toplumların düşünce alanına taşımak; eleştirel aklı, mantık bilimini, sorgulamayı ve merak etmeyi eğitimin ve bilimin temel unsuru haline getirmek bir devrimdi. Düşüncede devrimci hamleler, toplumların somut ihtiyacına yanıt veren düşünsel sıçramalarla gerçekleşir. O gün açısından “vahyi felsefeyle buluşturmak”, felsefeye vahiy düzeyinde önem atfetmek hem aydınların hem de toplumların bilincinde muazzam bir sıçramaydı. Bunu Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd başarmıştı. Bu hamle düşüncede devrimdi ki bu sayede felsefe yeniden Batı coğrafyasında gelişebileceği kanallar bulmuştur. Cüzi-külli irade tartışması, Tanrı'nın olguların ne kadarını bilebileceği sorunu, Kuran’ın mahluk (yaratılmış-insan yapımı) olup olmadığının tartışılması, filozofların peygamberlerle kıyaslanması, evrenin sonsuzluğunun zorunluluğu, maddenin Tanrı'yla eşzamanlı olduğu tartışması hep yeni konular ve yeni kavramlardır. Batı, Doğu’nun açtığı bu patika üzerinden yürüyerek felsefeyi daha üst düzeyde kavramsallaştırmıştır. Örneğin Batılı filozoflar, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar bilginin kaynağını tartışmışlardır. Platon, Batı felsefesi üzerinde çok etkindir ve birçok filozof bilginin kaynağının tanrısal ilham olduğunda ısrar etmiştir. Farabi ve İbn Sina ise çok erken bir zamanda insanın bilgiye duyumsama üzerinden ulaştığını saptamışlardır. Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd tam 400 yıl boyunca, Batı dünyasında felsefe ve bilim dünyasının idolleri olarak görülmüş ve saygı görmüşlerdir. İbn Rüşd’ün “felsefe ve din iki sütkardeştir” tezi felsefede bir devrim ve büyük bir katkıydı.

TURAN DURSUN VE İLHAN ARSEL, DİNLERİN TARİHSEL ROLÜNÜ ANLAYAMADILAR

Yunan felsefesi, Hint mistisizmi ve başka birçok yerel düşünceyle harmanlanmış olan İslam uygarlığının Turan Dursun ve İlhan Arsel’in dine ilişkin söylediklerine indirgenmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Her ikisi de çok önemli aydınlarımızdır. Turan Dursun hain bir suikasta kurban gitmiştir. İslam külliyatına derinden vakıftı. İlhan Arsel ise dinler tarihine vakıf bir insandı. Cumhuriyet devrimlerini yaşamış Türkiye’nin yeniden dincileştirilmesine karşı mücadele etmişlerdir fakat her ikisi de dinlerin tarihsel rolünü kavrayamayan 18. yüzyıl Aydınlanmacılarının konumlarını benimsemiştir. Dinlere tarihsel yaklaşmazsanız, yani onu bugünden hareketle değerlendirirseniz, onda sadece kötülük görürsünüz. Halbuki dinler, ilk çıktıkları anlarda devrimci roller oynayarak kavimlerin devletleşmesine ve uygarlık kültürünün derinleşmesine zemin yaratmışlardır. İlerleyen süreçlerde dinlerin krallar ve iktidarlar tarafından baskı ve aldatma unsuru olarak kullanılması bir başka olgudur. Her kavram ve olgu, tarihselliği içinde değerlendirilmelidir. Ne yazık ki Türkiye’de laik-solcu aydınlarımızın önemli bir kısmı, dinlere diyalektik yaklaşmayı kavrayamamaktadır. Siyasal İslam’ın dini araçsallaştırarak halkı baskı ve sömürü altında tutmasına karşı çıkmalıyız fakat İslam dininin yukarıda da aktardığım gibi geçmişteki başarılı uygarlaştırıcı etkisini de görmeliyiz.

İSLAM UYGARLIĞININ DÜŞÜŞE GEÇMESİ DÜNYADA GELİŞEN EKONOMİYE AYAK UYDURAMAMASINDAN KAYNAKLANDI

İslam uygarlığının düşüşe geçmesinin nedenleri üzerine neler söylemek istersiniz?

İslam uygarlığının düşüşe geçmesinin birkaç unsuru vardır. Birincisi, yüzyıllardır sömürülen ve talan edilen bir bölgede yaygınlık göstermiş ve bu süreçte bölgenin ekonomik-kültürel rezervini tüketmiştir. Dikkat edilirse Rönesans süreci, Amerika ve Uzak Doğu Asya’nın birikiminin sömürülmesi zemininde gelişme kaydetmişti. İkincisi, İslam uygarlığı bir Orta Çağ uygarlığıydı ve maddi temelleri fetih, yağma ve haraca dayandırılmıştı. Özel teşebbüse, serbest rekabete, ticaretin yaygınlaşmasına, yoğun manifaktür üretiminin yapılmasına dayanan yeni bir üretim ve bölüşüm modeli (paradigma) benimsenmeden daha ileriye sıçranamazdı. Bunun yapılamaması nedeniyle İslam devletleri kendi içlerinde bir çürüme ve dağılma sürecine girmişlerdi. İbn Haldun, bunu hanedanların yozlaşarak bozulması olarak açıklar. Üçüncüsü, İslam toplumları kendi içinde bölünerek zayıflamıştı. İslam’ın üç farklı halifesi (Bağdat, Kahire, Endülüs) ve onlarca devleti vardı. Devletler arasındaki savaş, bütün birikimi yok etmekteydi ki ne çarşıların huzuru ne de aydınların rahat çalışma ortamı vardı. Birçok düşünür ve bilim insanı yurtlarını terk etmek, çalışmalarını bırakmak zorunda kalmışlardı. Savaş nedeniyle İbn Sina bütün kütüphanesini kaybetmişti. Ömer Hayyam, öldürülmekten korktuğu için göç etmek zorunda kalmıştı. Toledo, Kudüs ve Sicilya kaybedildiğinde artık İslam uygarlığı da çöküşe geçmişti. Kısmen Moğol istilası da tahripkâr olmuştur fakat çöküşün esas nedeni bu değildir.

İSLAM UYGARLIĞININ KALICILIĞI, KÜLTÜR GELİŞTİREBİLMESİNE DAYANIR

Moğollar da çok büyük toprakları fethetmişken İslam uygarlığının girmiş olduğu topraklarda kalıcı olmasını neye bağlıyorsunuz?

Evet bu sorun, bir başka imparatorluğun durumuyla kıyaslanarak tartışılmıştır. Birçok Batılı yazar, Müslümanlara kıyasla Hunların, Gotların ve başka barbar kavimlerin o kadar güce rağmen neden işgal ettikleri topraklarda kalıcı olamadıklarını tartışmışlardır. Müslümanların kalıcı olmasının nedeni, yeni bir din temelinde bir kültür yaratmış olmalarıdır. Bilim, felsefe, siyaset, üretim, sanat bunların unsurlarıdır. 1100’de Bağdat, Kahire ve Toledo’daki üç büyük kütüphanede milyonlarca kitap vardı. Bütün Batı Avrupa’da ise sadece 50 bin.

ENDÜLÜS’TE ÇOKKÜLTÜRLÜ YAPI SAYESİNDE AVRUPA’YA KÜLTÜREL GEÇİŞLER YAŞANMAKTAYDI

Batı’yı etkileyen ve Nietzsche’nin Deccal adlı eserinde övgüler düzdüğü Endülüs’ün Batı uygarlığıyla etkileşimi üzerine neler söylenebilir? Bu etkileşimden dünya evrensel mirasına nasıl bir katkı meydana gelmiştir?

Endülüs’ün kuşkusuz Batı üzerinde ayırt edici bir rolü var, fakat bunu Bağdat veya Kahire’den farklı olmasına bağlamamak gerekir. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki kültürel alışveriş en çok Endülüs üzerinden yapılıyordu. Ayrıca İspanya’da ciddi bir Hıristiyan ve Yahudi topluluk yaşamaya devam ediyordu ki bu sayede Endülüs gelişmiş bir kültürel iklim yaratabilmişti.

TÜRKİYE’DE SOL, DİN KONUSUNDA DAHA ÇOK BASMAKALIP SÖZLERE DEĞER VERİYOR

Bütün unsurlarını genellememekle birlikte, baskın bir eğilim olarak tıpkı birçok muhafazakârın Batı medeniyetine karşı gösterdiği reaksiyoner tutuma benzer, Türkiye’de sol ve seküler kesimlerin dine karşı yaklaşımındaki sekterliklerinin nedenleri üzerine mutlaka kafa yormuşsunuzdur. Temelinde ne yatıyor?

Az önce vurguladığım gibi sol-laik aydınlar, din konusuna yanlış bir bakış açısıyla yaklaşmaktadırlar. Dinlerin tarihsel rolleri yanlış anlaşıldığı için geriliğin sebebinin hep din olduğu sanılmıştır. Halbuki bugün geri bıraktırılmış Asya, Afrika ve Latin Amerika dincilik nedeniyle değil, sömürü nedeniyle geridir. Emperyalizm çağında dinle sömürü arasında kopmaz bir bağ vardır. Emperyalizm, geçmişten bu yana kendine bağımlı hale getirdiği iktidarlar aracılığıyla solu bastırırken dini kullanmayı dayatmıştır. Dinler, halkların kültürlerinin en önemli unsurlarının başında gelir. Bu konuda sol, ne yazık ki, basma kalıp sözlere çok itibar etmektedir. Örneğin Marx, “Din halkın afyonudur” derken, “kalpsiz bir dünyada, ağır sömürü koşullarında çaresiz kalan emekçilerin dine sığındıklarını” vurgulamaktadır. Din, bu yüzden yoksulların bir tesellisi ve sığınağı olmaktadır. Bu konuyu derinden kavrarsak sorunun din değil, iktidar sorunu olduğunu kavrayabiliriz.

HZ. MUHAMMED TARİHİN NADİR TANIK OLDUĞU DEVRİMCİ BİR LİDERDİR, BÜYÜK DEVRİMCİLERİN BİZİM ÖVGÜMÜZE İHTİYACI YOK

Siz kendinizi tanrıtanımaz olarak tanımladığınız halde İslam Peygamberinden bahsederken sadece adını zikretmekle yetinmek yerine Hz. Muhammed şeklinde bir kullanımda bulunuyorsunuz? Bunun nedeni nedir?

Hz. Muhammed tarihin çok az tanık olduğu büyük bir devrimcidir. Hz. Muhammed, İslam’la öyle bir temel atmıştır ki bugün insanlık hâlâ onu tartışmaktadır. Büyük devrimcilerin bizim övgümüze ihtiyacı yoktur fakat bizim onların yarattığı birikimi kavrama diye ciddi bir sorunumuz vardır. Bu türden sıfatlara takılanlar sadece çocukça davranmaktadırlar.

YENİ FELSEFİ MECRALARA HER ZAMAN AÇIĞIM

Düşünsel serüveninizin sonuna geldiğinizi düşünüyor musunuz? Hayatınızın bu ileri aşamasında yeni ve farklı bir felsefi ya da dinsel mecraya sürüklenme ihtimaline kapı aralıyor musunuz?

Felsefe bir arayıştır. Ben yolumu esas olarak buldum fakat fikri açıdan her gün daha fazla olgunlaştığımı ve yeni şeyler keşfettiğimi görüyorum. Açık konuşayım dinsel değil fakat yeni düşünsel mecralar her zaman mümkündür.

Sadık Usta kimdir? 

1960 yılında dünyaya gelen Sadık Usta, lise eğitimini Stuttgart Eberhard-Ludwig Gymnasium’da tamamladı. Ardından Almanya, Frankfurt’ta Goethe Üniversitesi’nde Tarih ve Siyasal Bilimler Bölümü’nden mezun oldu. 2010 ve 2012 yılları arasında Goethe Üniversitesi’nde “Ütopya ve Devrim, Türkiye’de Modernleşme Hamleleri (1908-1938)” başlıklı yüksek lisans tezini verdi. En son Kaynak Yayınları Genel Yayın Yönetmenliğini sürdüren yazarın ütopya, bilim ve felsefi düşünce alanlarında birçok çeviri ve telif eseri bulunuyor.

Tüm yazılarını göster