Sabret gönül, bir gün olur…

O dönem, kasetlerin üzerinde gördüğümüz “Danıştay kararıyla” ibaresi, şaşırtıcı değildi. Yurdundan uzakta olanın, vatandaşlık hakkı zorla elinden alınanın hasretini dillendirmesi de… Hasret, şarkılara yansıdı, tarihe kazındı.

Murat Meriç mmeric@gazeteduvar.com.tr

Bundan 34 yıl önce, aralarında Cem Karaca ve Yılmaz Güney’in de bulunduğu on kişi, vatandaşlıktan çıkartıldı. Uygulama, Bakanlar Kurulu’nun, 6 Ocak 1983 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla yürürlüğe girdi. Sadece bu on isim değil, Melike Demirağ ve Şanar Yurdatapan dahil binlerce kişi, o dönem bununla cezalandırıldı. Sebep, 12 Eylül sonrasında yapılan “yurda dön” çağrısına uymamış olmaları. Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984’te, 47 yaşında hayatını kaybetti. Cem Karaca, 29 Haziran 1987’de Türkiye’ye döndü, 8 Şubat 2004’te aramızdan ayrıldı. Şanar Yurdatapan ve Melike Demirağ, 24 Aralık 1991’de, turist olarak yurda döndü. Eski şarkılarını hâlâ söylüyorlar, sahip çıkıyorlar.

Yukarıda saydığım isimler, bir dönem, şarkılarıyla, şiirleriyle, filmleriyle bile memleket kapısından içeri giremiyordu. Yılmaz Güney filmleri, izleyicisiyle çok geç buluştu. Cem Karaca, yıllar sonra ilk albümünü Türkiye’ye dönüşünü müteakip yaptı. Tartışmalı bir dönüştü bu ama şimdi o tartışmaları yeniden açmanın, ortaya getirmenin zamanı değil. Karaca, bütün bu tartışmalara, 1993 tarihli “Yiyin Efendiler” albümünde yer alan “Oh Be” adlı şarkısında cevap verdi: “Şu adadan şu Bodrum’a yüzesim gelir / Yüzsem de çıkamam ki of be / Kuş olup da o yakaya uçasım gelir / Uçsam da konamam ki of be / Geceleri ben adada Bodrum’a bakardım / Işıkları ben görürdüm of be / Türküleri ben dinlerdim, gökyüzünü ben koklardım / Ve de nasıl özlerdim of be // Ben döneksem döndüm diye memleketime / Döndüm baba döndüm işte oh be!”

Melike Demirağ – Şanar Yurdatapan, Cem Karaca’nın memlekete ayak bastığı günlerde “İstanbul’da Olmak / Anadolu” başlıklı albümlerini Türkiye’de yayımlamak istemiş ancak bu istek, “siyasi göçmenlerin yurtdışında yaptıkları kültür ve sanat eserlerinin Türkiye’ye sokulması, yasaklanması ve çoğaltılması”nın yasak olduğu gerekçesiyle reddedilmişti. Yasak, 12 Aralık 1989’da Danıştay kararıyla kalktı ve albüm, kısa bir süre sonra dinleyiciye ulaştı. Demirağ, albüme ismini veren şarkıda, Yurdatapan’ın sözleriyle memlekete olan hasretini dillendiriyordu: “Ak telli bulut olsam / Bir rüzgâra kapılsam / Varsam bizim ellere / Yağmur olup dökülsem // Yayılmışız dünyanın dört bir yanına / Kimisi ta Kopenhag’da kimiyse Paris / Bedenimiz orada burada dolanır ama / Çok hem de çok uzak yerde kalbimiz // Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım / Püfür püfür bir vapurun yan tarafında / Şu anda İstanbul’da olmak vardı anasını satayım / Yeni Cami’de mısır atmak kuşlara / Köprüde balık – ekmek yemek / Dolmuşa ‘çek dostum’ demek / Ver elini Kadıköy, ver elini Kalamış, Moda / Şu anda oralarda olmak vardı ya // Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım / Boğaz’da köhne bir iskelenin yamacında / Tabakta kavun peynir / Kadehte buz gibi rakı / Dilimde yarı acı yarı tatlı bir şarkı / Şu anda İstanbul’da olmak vardı…”

O dönem, kasetlerin üzerinde gördüğümüz “Danıştay kararıyla” ibaresi, şaşırtıcı değildi. Yurdundan uzakta olanın, vatandaşlık hakkı zorla elinden alınanın hasretini dillendirmesi de… Hasret, şarkılara yansıdı, tarihe kazındı. Cem Karaca, “Hep Kahır”da, “bana İstanbul’u anlat, nasıldı / Şehirlerin şehrini anlat, nasıldı” sorusunu takiben şunları söylüyordu: “İnsanlar gülüyordu de / Trende, vapurda, otobüste / Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle…”

Köylüyü şehirliye sevdiren adam: Ruhi Su

Bütün bunları aklıma getiren, Cuma gecesi yayımlanan üç yeni KHK ile, vatandaşlıktan çıkartılma cezasının yeniden yürürlüğe girmiş olması. Buna göre, “yurda dön” çağrısına uymayanlar, tıpkı 12 Eylül sonrasında olduğu gibi vatandaşlıktan çıkartılacaklar. Yargıladıkları dönemi eleştirenler, o dönem yapılan her şeyi önümüze yeniden koyuyor. 12 Eylül icraatını bugüne taşıyanlara sorarsanız, darbe ve sonrası fena. Oysa yaşadığımızın o dönemden hiçbir farkı yok. Kaset [ya da günümüz koşullarında CD, plak ve hatta mp3] yasaklamaları şu anda yürürlükte değil ama en kısa zamanda bunlarla da karşılaşacağımızdan eminim. Gazetelerin, dergilerin, televizyonların ve radyoların kapatıldığı, gazetecilerin tutuklandığı, yayın yasaklarıyla insanların haber almalarının engellendiği bir ülkede, bu çok da uzak bir ihtimal değil. Tarih tekerrür ediyor ve her seferinde biraz daha geriye gidiyoruz. Ne kadar geriye gideceğimizi artık tahmin bile edemeyecek durumdayız üstelik…

Siyasi meseleler üzerine yazmak, onların aklıma getirdiklerini satırlara dökmek, bir süredir yapmayı sevmediğim bir şey. Sürekli aynı şeyleri yazdığımı hissediyorum ama bunları söylemediğimiz sürece, iş biraz daha saçmalaşıyor. Bugün, yazımı yazmak üzere bilgisayar başına otururken, aklımda, Duygu Aykal’ın ölümünden yola çıkarak memleket balesi üzerine birkaç satır yazmak vardı. 8 Ocak, Duygu Aykal’ın aramızdan ayrıldığı tarih. 29 yıl önce bugün, bu şahane balerin ve koreograf, 45 yaşında bu dünyayı terk etti. Onu anarken, Mayıs 1947’de Türkiye’ye gelen, aynı yılın sonbaharında Ankara’da (bugünkü Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı bünyesinde) ilk bale çalışmalarını başlatan Dame Ninette de Valois adını anacak, onun çabalarıyla 6 Ocak 1948’de açılan Yeşilköy Bale Okulu’ndan söz edecektim. Ancak memleket ahvali, böylesi yazılar yazmaya engel. Şüphesiz yazabilirim, yazacağım ama olanı görmezden gelmek, hatırlattıklarını unutturmamak adına, yazılarımda memleket ahvalinden söz etmek elzem. En azından şu dönemde. Yaşadıklarımızın bir kısmı, sahiden tuhaf.

Mavi’yi bilirsiniz… 2010 yılından bu yana paylaştığı şarkılar ve yaptığı EP’lerle hayatımızda olan, şarkılarını sevdiğim bir isim. İki gün önce, Instagram hesabındaki bir fotoğrafın altına gelen yorumda söz edilen tepki, düşündürücü. İzmir’de yayın yapan bir radyo, “yas fotoğrafı paylaşmadığı için” Mavi’nin şarkılarını çalmama kararı almış. Beyanları net: “Albümlerinizi bir daha eklenmemek üzere kaldırdık.” Memlekette bir linç geleneği var –ki son dönemde buna sıklıkla şahit oluyoruz. Bir dönem, özel radyolar, hoşlanmadıkları şeyleri yapanları yok sayar, bunu ilan ederlerdi. Kimi radyoların “bir daha asla” diyerek Ahmet Kaya çalmayacaklarını beyan ettiği günler çok uzağımızda değil. Canlı yayında kaset kırma törenlerinin yapıldığı zamanlar bunlar. Şimdi “iş” daha da kolay: Klasör siliniyor ve bahsi geçen şarkıcının (ya da topluluğun) şarkıları “bir daha eklememek üzere” yok ediliyor. Peki sahiden yok edilebiliyor mu bunlar? Cevabı tarih veriyor: Bu radyoların çoğu kapandı ama Ahmet Kaya şarkıları hâlâ dillerde. Bir radyonun şarkılarını çalmaması elbette Mavi’yi de etkilemeyecek. Hafızamızda kalan, bu tartışmada, Mavi’nin aldığı saygılı tavır olacak: “Yas fotoğrafı paylaşmakla keşke her şey çözülse. Benim duruşum zaten belli. Burada görülemeyen bir fikir teatisi platformunda görülür, bir röportajda görülür, bir toplumsal örgütlenmede görülür. Kaldı ki tepki ya da üzüntü, ‘aman bizi eleştirmesinler’ diye gösterilecek şeyler değildir. Lütfen kimse kimsenin yas denetçisi olmaya soyunmasın.”

Memleket fena. Bu aralar barışa her şeyden daha fazla ihtiyacımız var. Şarkılar buna vesile olsa ve Mavi’nin hayalini kurduğu “güzel kenetlenme” gerçekleşebilse, her şey sahiden güzel olacak. Ancak biz, birbirimizi yemekle meşgulüz. Herkes herkesin her şeyiyle alakalı ve herkes herkesin her şeyine karışmayı üstüne vazife biliyor. Sosyal platformlarda şarkı paylaştığım zamanlarda “Memleket bu haldeyken şarkı paylaşılır mı?” diye tepki gösterenler ile bir olay üzerine yazdığım zamanlarda “Biz sizi paylaştığınız şarkılar için takip ediyoruz, işi siyasete dökmeyin.” diyenler arasında sıkışıp kaldığımı hissediyorum. Yine bildiğimi yapıyorum. Mavi de öyle yapacak, biliyorum. Birilerinin engellemesi, hoşlanmaması, yok sayması, bildiğimiz yolda yürümeye engel değil. Bilakis bende tersi oluyor, daha net bir tavır alıyorum.

Cem Karaca, yukarıda andığım şarkısının sonunda şunu söylüyordu: “Hep kahır, bıktım be!” Melike Demirağ, hasretini hafifletmek için eski bir alaturka şarkıya sığınıyordu; bu, Cem Karaca’ya verilmiş en güzel cevaplardan biriydi: “Sabret gönül, bir gün olur bu hasret biter / Çekilen acılar cânım gün olur geçer…” Acılar elbette geçecek. Biz görmesek de birileri daha güzel günleri görecek. Şu dönemde bunları yazmak zor, umut giderek yok oluyor ama şarkılar her derde deva. Bir gün, birileri, bugünlerin de şarkısını yazacak. Hoş bir şarkı olmayacak belki bu ama tarihe düşülmüş bir not olarak kayda geçecek. Umuyorum ki böyle olacak.

Yazıyı bitirmeden bir kere daha altını çizeyim: Bugünlerde ihtiyacımız olan tek şey barış. Barış için umut şart. Umudumuzu yitirmememiz, doğru bulduğumuz yolda yan yana, “omuz omuza”, kenetlenerek yürümemiz gerekiyor –ki hayalini kurduğumuz o güzel şeye ulaşalım. Varsın birileri şarkılarımızı çalmasın, ne gam! Biz onları hep bir ağızdan söylediğimiz sürece kimse karşısında duramaz.

Tüm yazılarını göster