Refik Durbaş: Adresi şiir

Refik Durbaş ezilenden, sömürülenden, yoksuldan, emekçiden yana olmakla kalmaz. Halkı toplanmış bir yığın olarak gören anlayıştan farklı bir bakış açısı getirir şiirlerinde. Halkın içine girer. Kalbine eğilir. Mağdur kimdir, sömürülen kimdir, emekçi kimdir, ezilen kimdir sorusunun yanıtını şiirlerinde somutlaştırır. Kendisinin de dahil olduğu emekçi sınıfın insanlarını ete kemiğe büründürerek anlatır.

Abone ol

DUVAR - Çırakların, garsonların, otobüs muavinlerinin, konfeksiyon işçisi kızların, maden işçilerinin, emekçilerin, katliam kurbanlarının, mültecilerin, barışın şairi Refik Durbaş’ı yitirdik. Şair, geçen hafta, 2 Aralık Pazar günü son yolculuğuna uğurlandı.

Refik Durbaş’ın şiir yolculuğu İzmir’de, “ilk gençliğinin anayurdu”nda başlar. İzmir'in göğü mavidir, ama akşam, güneş günün perdesini kapattığında ufka doğru dağların ucu mora çalar. Dağlar mor mürekkepli bir kalem ucu gibi sanki daha da sivrilir. Refik Durbaş’ın şiirlerindeki kadim hüzünde, gün batarken ufka doğru sivrilen dağların, o mor mürekkepli ucunun izi vardır. O iz şiirden şiire, kitaptan kitaba geçmiş zamanın içinde şairin yakasını bırakmaz. “kalbim büsbütün hüsran” başlıklı şiirden bir dize:

Gece en çok bana yakışıyor hüzün

Refik Durbaş, kendisinden önceki kuşakların şiirinden, ama en çok da İkinci Yeni etkisinden dikine geçerek yazacağım dediği şiire yönelir. İlk kitabı “Kuş Tufanı”ndan (1971), son kitabı Şayeste’ye (2018) kadar çağına tanıklık eder. Kayıt tutar, tarih düşer. “Hayatımızın Bir Anlamı” başlıklı şiirinden iki betik aktaralım:

Makbule’nin gençliğiyle ödediği kaderini

Annemin başında uyuyan mezar taşlarını

Şefik’in yoksul askerliğini yazacağım

Menekşelerden ördüğüm Talat ile Zeyneb’i

Eyüb’ün mahpus yattığı kırk beş günü

Taşralı yüreğiyle Ali İhsan ve Gülşen’i yazacağım

Şair yazacağım dediğini çoktan yazmaya başlamıştır bile. Onun şiirlerinde zulmün hışmına uğrayanların acısı, dağlarda yargısız katledilenlerin, darağacı kurulup intikam amacıyla asılan gençlerin, annelerin, kardeşlerin kız kardeşlerin acıları, gözyaşları, yasları, hasretleri, aşkları, ayrılıkları dile gelir. “Acıyla” başlıklı şiirinden iki dize:

Bir kış günü. Yirmi iki yaşında

Çimenlere yağandır kalbim

Durbaş, şairin çağından sorumlu olmasının sözde kalmayıp yerine getirilmesi gereken vicdani bir borç olduğunu her şiirinde, her kitabında tekrar tekrar kanıtlar. Gençtir gençlerin derdi, onun da derdi olur. Özellikle altmışların ortalarından seksene kadar olan dönemin adeta tarihçisidir. Bu süreçte ülkede, gençlere dünyayı dar eden her şey yaşanır. Ama isyan da, direniş de yaşanır. Ölünür, ama teslim olunmaz. Şairin yaşananlar karşısında sessiz kalması mümkün değildir. “Menzil” başlıklı şiirin bir bölümünü okuyalım:

Onlar ki aydınlık üzre

ecel toprağına

umut

ektiler. Ay dolandı vay deli gönlüm

Ölüm şaşırdı menzilini

BİR ZİRVE KİTAP: ÇIRAK ARANIYOR

Refik Durbaş’ın şairliğini pekiştirdiği, daha çok ünlenmesini sağladığı “Çırak Aranıyor” (1978), aynı zamanda bir zirve kitaptır da diyebiliriz. Kitapla aynı adı taşıyan “Çırak Aranıyor” şiirinin Zülfü Livaneli tarafından bestelenerek plak yapılması, şairin geniş kitlelerce tanınmasının önünü açar. “Çırak Aranıyor’un ustasıyla konuşan çırağı, yetmişli yılların ikinci döneminde günlük yaşantının olağan parçası durumuna gelen protesto gösterilerinden birinde Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı”nın koluna giren yoldaşı olur adeta. Şarkıyı muhtemelen dinlemeyen yoktur. İsteyen nasılsa kolayca erişip dinleyebilir. Biz şiiri hatırlayalım:

Elim sanata düşer usta

Dilim küfre, yüreğim acıya

Ölüm hep bana

Bana mı düşer usta?

Sevda ne yana düşer usta

Hicran ne yana

Yalnızlık hep bana

Bana mı düşer usta?

Gurbet ne yana düşer usta

Sıla ne yana

Hasret hep bana

Bana mı düşer usta?

Şairler her zaman barıştan yana olmuşlardır. Her zaman da dünyanın neresinde olursa olsun savaşa karşı çıkmışlardır. Refik Durbaş, “Barış Koyun Çocukların Adını” başlıklı şiirini yazdığında yıl 1979’dur. En azından savaşın ateşi bugünkü gibi dünyayı sarmış değildir.

Barışı sever bütün çocuklar

beştaş, saklambaç, elim sende

bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez

barış sözcüğünün halkların dilinde

Refik Durbaş ezilenden, sömürülenden, yoksuldan, emekçiden yana olmakla kalmaz. Halkı toplanmış bir yığın olarak gören anlayıştan farklı bir bakış açısı getirir şiirlerinde. Halkın içine girer. Kalbine eğilir. Mağdur kimdir, sömürülen kimdir, emekçi kimdir, ezilen kimdir sorusunun yanıtını şiirlerinde somutlaştırır. Kendisinin de dahil olduğu emekçi sınıfın insanlarını ete kemiğe büründürerek anlatır. Şairin İstanbul’un hanlarında, matbaalarında, çay ocaklarında, konfeksiyon atölyelerinde, sokaklarında yaşanan, özellikle çocuk işçilerin, atölyelerde, fabrikalarda genç kızlar ve kadınlar üzerinden süren emek sömürüsünü dile getirdiği şiirler şehirdeki yoksul hayatın içinden yükselen ses olur. Okulu bırakıp matbaada çırak olarak çalışmaya başlayan çocuğun anlatıldığı “Kimse Sormadı Adını” başlığını taşıyan şiirde olduğu gibi. Yeri gelmişken şiirin son bölümünü okuyalım:

Matbaada herkesin bir adı var

Tabip Usta: Baretta

Emin: Elmor

Çırak Erhan: Kolombo

Düzeltmen Refik: Abadi

Vecdi: Petroçelli

Medeni: Kürt Prensi

Oysa hâlâ kimse sormadı

ne adımı ne soyadımı

Umuttan, emekten, alınterinden

aşk, inanç ve sevdadan

bir de barıştan

aldım adımı

Çalışan yüreklerin

birlik bilinci

örgütlü gücü

sevinçli geleceği de

soyadım olsun

Durbaş şehirdeki, ki o şehir İstanbul’dur, yoksul halkın yaşantısının adeta şiirle belgeler. Ancak hayatın başka yönleri de vardır. Üzerine şiirin ışığı düşürülecek başka hayatlara çevirir yüzünü; sömürünün, zulmün, acının, hasretin, ayrılığın kıskacında kalmış başka yaşantılara tanıklık eder. “Çaylar Şirketten”de yer alan şiirlerde olduğu gibi. Şair kitaba da adını veren şiirde adeta bir gece yarısı otogardan hareket eden ilk otobüse atlayıp nereye gidiyorsa oraya çıktığı yolculuğu ve yol izlenimini şiirleştirir. Bu defa, yaşantısına şiirin ışığını tuttuğu şehirlerarası otobüs muavini olur.

İstanbul - Ankara - Kayseri

Adana - Antep - Mardin

Bursa - İzmir - Bodrum

üç yıldır gider gelirim

302 Mercedesin arka koltuğunda

ne yattığım yer belli

ne içtiğim su

gecem saçları ağarmış bir mavi kuş

gündüzüm anıları yitik bir yeşil rüzgar

gider gelir üç yıldır içimde

dudakları çatlamış bir umut

gözleri görmez acılar.

Aslen Urfalıyım

kaç yıl oldu bilmiyorum

kim tutar hesabım

kim anlar halimden

bir kış günü

sabah namazından dönerken babam

can vermiş duldasında karanlığın sesi

kan davası deyi ertesi gün

üç - dört kişiyle kaldırılmış cenazesi.

Ne babam katilinin alnının çatına

kan nakışlı hançerini çalacak ağabeyim

ne gelinliği hicran bezeli bacım

ne sesini işittiğim yıldız yıldız bir kardaşım var

kalmışım bir başıma

yüreği nasırlı bir anayla.

Bahtına şivan düşe çocukluk

DURBAŞ'IN TOPLUMCU GERÇEKÇİLİĞİ

Hayatı sıkıntının, kasvetin sardığı; mutsuzluğun, umutsuzluğun, kötümserliğin karabasan gibi toplumun üstüne çöktüğü dönemlerde başını dik tutanların sık sık baktıkları yer gökyüzüdür. Çünkü nereye bakılsa yılgınlığın, yıkılmışlığın, adeta bir enkazın görüntüleri vardır. Şair,12 Eylül’le birlikte ülkenin üzerine çöken karabasanı konu edindiği kitabında “Nereye Uçar Gökyüzü” diye sorar.

“Nereye uçar gökyüzü” sorusu, nasıl bir dönemeçten geçildiğine ilişkin bir im koymaktadır. “Değişen Nedir Güvercinleri” kitabın dikkat çekici şiirlerinden biridir. Bu şiirde de 12 Eylül’le başlayan ve bireysel yaşantıları, hem toplumsal yapıyı etkileyen sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal değişim, dönüşüm kaydedilir. Hem de 12 Eylül rejimine bağlı gelişmelerin neden olduğu çöküntü, moral değerler üzerindeki duygusal etkisi yansıtılır.

bir çay daha içmeli

bir sigara daha

bir

karanlığa kavuşmadan nasırlı ellerin buğusu

geçip gidiyor ferdi tayfur, neşe karaböcek, orhan gencebay

el arabalarının boğuk hoparlörlerinden

bulmacalı afişlerden

ikramiyeli posterlerden

bir yardan bir yaraya

bir sudan bir asumana

bir şarkıdan bir şarkıya

Refik Durbaş’ın şiirini okurken sadece dizelerin değil, hayatın da altını çizersiniz. Durbaş’ın şiiri önemlidir: Onun yapıtlarından oluşan şiirsel miras, modern Türkçe şiir için önemli bir kazanımdır. Durbaş’ın, arkasında onu geleceğe taşıyacak büyük bir şiir birikimi bıraktığını da ekleyelim. Refik Durbaş’ın şiiri, şiir okurları için de önemlidir: Yetmişli yıllarda, hamasi söylemin sol kesim kuşak şairlerde de görülen bir tutumken onun onun şiir dilinin, söyleminin ayrıksılığı dikkat çeker... Kırk kuşağı şairlerinin denediği altmışlarda yinelenen ikinci toplumcu gerçekçilik anlayışına bağlı kalsa da kendine özgü bir şiir oluşturur. Onun şiirinde her şeyden önemlisi samimiyettir. Toplumculuğu sözünün doğruluğu gerçekliği kadar şiirindeki samimiyetten kaynaklanır. Öte yandan şiirlerinin estetik ibresi hep şiirin üstünde olmuştur. Refik Durbaş aynı zamanda bir şiir kılavuzudur, bir şiir atölyesidir, hatta bir okuldur dersek hiç de abartmış olmayız. Tanıklığın, sosyal gerçekliğin şiire nasıl aktarılabileceğini örnekler. Gözlem ve deneyime dayanan sözün şiir heba edilmeden nasıl şiirleştirilebileceğini gösterir.

Çevrenin, doğanın, tarihsel, kültürel mirasın yağmalanması, talan edilmesi, hayat tarzına yönelik müdahale gibi nedenlerle öfkelenen ve “öfkelenince çok güzel olan” halkın itirazını yansıtan Gezi Direnişi’ni “Bağışla Ziyanımı” adıyla şiirleştirir. Şiiri Gezi Direniş’i sürecinde katledilen gençler için bir ağıt olarak da okumak mümkün. Şiirin tamamının okunmasını önererek kısa bir bölüm aktaralım:

“Plastik mermi” ve “gaz” ile teslim alınmak istendi sokaklar bir daha... Ömrünün geçmişini hicreti muhtemel “mermi”ye teslim etmedi kimse, şimdisini “gaz”a, geleceğini “cop”a...

Gece, karanlığıyla kol kola girdi, sabaha yürümekte...

Rüzgâr, pencere pervazını dövüyor kara karanlık çığlığıyla...

İçimdeki çığlığı susturamıyorum.

Gençliğimin hayali Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Mustafa Sarı, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz ve Ahmet Atakan’ın sûreti bir yağmur damlası olarak duruyor pencerenin camı ile pervazı arasında...

Refik Durbaş düzeltmen olarak başladığı gazeteciliği röportaj yazarlığı ve köşe yazarlığı yaparak sürdürdü. Ama o hep şair olarak kaldı. İlk şiirinden son şiirine kadar çağının vicdanı olan bir şairdi. Açıkçası yaşadıklarını, tanıklıklarını kimi zaman bir belgeselci, kimi zaman bir sinemacı, kimi zaman bir öykücü, romancı gibi ama hep şair olarak sergiledi, şiire döktü. Yaşamında temas ettiği her şeyi şiirleştirmiştir diyebiliriz. Soma’da iş cinayetinde ocakta mahsur kalarak katledilen madenciler için “Soma Madeninde Yaşamını Yitirenler İçin Destan” başlıklı şiiri yazar. Şiirin ilk iki dörtlüğü şöyle:

2014’ün 13 mayısı

haber düştü takvime

kömür oldu somada

gençliğimin mezarı

Madenin içi soğuk

madenin içi kara

on dokuz yaşında

ömrüm kaldı Soma’da

Refik Durbaş, şiirdeki özneyi yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarıya doğru konuşturarak sözün hiyerarşisini bozmuştur. Daha öncesinde bunun örnekleri bulunsa da yaygın olarak şiirde şair, genellikle yukarıdan aşağıya doğru konuşur. Muhatabıyla aynı hizaya bile pek gelmediğini görürüz. Oysa Refik Durbaş’ın, şiir öznesi istikrarlı bir biçimde aşağıdan yukarı doğru konuşur. Bu kararlılığını son şiirine kadar sürdürür. Ankara Garı’nda barış mitingi için toplananların bombalı saldırıya uğradığı ve yüzü aşkın insanın katledildiği olay büyük bir acıyla dağlar yüreğini. Şair yüreğinin yangınını soğutamaz, ama içini şiire dökerek tutar yasını. Durbaş da öyle yapmıştır. “Ankara Garı’nda” başlıklı şiirden bir bölüm okuyalım:

Ölüler yatıyor

barışın ders kitabı bir elinde

bir elinde emeğin rüyası

biri dokuz yaşında

birinin kalbinde sevgi ve sevda

iki bin on beş yılı Ekiminde

Ankara'da Gar’ın önünde

Her dönemin sosyal, tarihsel trajedisini şiire aktarmış şairi yitirdik. Son kitabı “Şayeste”de yer alan “Mülteci” başlıklı şiiri de çağımızın en önemli sorunlarından birini gündeme taşır. Şiirden bir bölüm:

Denizin üstü karanlık

beşi bebek, yetmiş çocuk

karanlığın altı dehliz

arkadaşları bir kara balık

Refik Durbaş dediğimizde üç ciltte bir araya getirilen yirmiden fazla şiir kitabının şairi söz konusudur. Aynı zamanda modern Türkçe şiirde ilk defa aşağıdan yukarıya doğru yazılan bir şiirin şairinden söz ederiz.

Edip Cansever’in “Ölü mü denir şimdi onlara” diye sorar. Biz de soralım: Ölü denebilir mi hiç sesini, sözünü, duygusunu, düşüncesini tüm samimiyetiyle şiire dönüştürmüş olanlara… Adresi şiir olmuş şaire selam duruyoruz… Saygıyla…

BU AYIN DERGİLERİ

Yılın son Yeni e’si

Bu yılın son Yeni e dergisi okurla buluştu. Derginin 26. ayısında şiirleriyle şu isimler yer alıyor: Enver Topaloğlu, Gülsüm Cengiz, Esat Şenyuva, Nihat Ateş ve Levent Karataş.