Premier Lig nasıl (ilk kez gerçekten) zirveye çıktı?

Futbolda İngiliz olan her şey olduğundan büyük görünür. Ancak Adalılar bu kibrin ötesine geçmek istedi ve başarılı oldular. Premier Lig ötekiyle karşılaşmayı, farklı ekollerden hocaların aklına güvenmeyi, geçmişin sahte büyüsünü bozmayı, parayı doğru kullanmayı ve çeşitliliği kucaklamayı ilke edinerek belki de ilk kez gerçekten Avrupa futbolunun zirvesine oturdu.

Abone ol

Suat Başar Çağlan

Henüz dünyanın korona virüsü, sosyal mesafe gibi sözcüklerden bihaber olduğu, şimdi çok uzak görünen 9 Mayıs 2019 tarihinde Avrupa futbolunda bir ilk yaşandı. UEFA Avrupa Ligi yarı final rövanşında penaltılara giden Chelsea-Eintracht Frankfurt mücadelesinde konuk ekibin son atışı kaçırmasıyla iki büyük kupanın finaline aynı ülkeden dört takım çıkmış oldu. Üstelik bu dört Premier Lig ekibi arasında ne açık ara lig şampiyonu Manchester City ne de olağan şüpheli Manchester United vardı. Premier Lig cümleten Avrupa futbolunun zirvesindeydi.

Futbolda İngiliz olan her şey olduğundan büyük görünür. İngilizler her zaman dünyanın en parlak gençlerine (Owen, Rooney, Walcott (!)), en yetenekli ayaklarına (Beckham, Gascoigne, Gerrard, Lampard) sahiptir. Gerçekte bu çok iyi futbolcuların hiçbiri tüm zamanların, hatta kendi mevkiinin bile ilk 10 oyuncusu içinde yer almayabilir, ancak fark etmez. İngilizler futbolda her şeyin en iyisine sahip ve layıktır, milli takımları her turnuvaya favori başlar ve bir aşamada penaltılarla elenir.

Oyunun ilk sahibi olmanın getirdiği bu kibir ve iyimserlik anlaşılmaz değil. Üstelik 2021 yılının küresel dünyasında bile ada ülkesi olmanın getirdiği kopukluk duygusu, inancı, hatta isteği (bkz. Brexit zırvası) kimi zaman irrasyonel tavırları beraberinde getirebiliyor. Ancak bu kopukluğun üstesinden gelmenin yolları var: Ötekiyle karşılaşmak, karşılaşmalardan ders almak, çeşitliliği kucaklamak ve toplumun sorunlarına duyarlı yaklaşmak. Ve elbette hepsinden önce, bilmediğini ve eksiklerini kabul etmek. Premier Lig tüm bunların bir araya getirerek zirveye çıktı.

TRAJEDİLER VE DERSLER

İngilizler için ötekiyle karşılaşmanın ilk dev örneği “Yüzyılın Maçı” oldu. 1953’te, futbolun Kaf Dağı'na çıktığını düşünen İngiltere, Wembley’de Puskas, Hidegkuti ve Kocsis'li Macaristan’a 3-6 yenildi. Tuna Ekolü'nden mezun, 2-3-3-2 dizilişinde uzman Macarlar futbolu taktik açıdan Adalıların hayal bile edemeyeceği bir seviyede oynuyordu. Yenilgiyi hazmedemeyen İngilizler altı ay sonra Budapeşte’de bir rövanş ayarladı, ancak bu seferki sonuç daha da ağır oldu ve 7-1 kaybettiler.

Futbol tutkunu ülke bu hezimetten ders alıp toparlandı ve 1966 Dünya Kupası’nı kazandı. Ertesi sene “Ada içi” “tatlı” bir şok yaşandı: Şampiyon Kulüpler Kupası’nı ilk kez bir Britanya takımı kazanmış, ancak o takım İskoç Celtic olmuştu. İngilizler yine iyi örneği takip etti ve 1967-1985 yılları arasında dört farklı İngiliz takımı toplamda sekiz kez Avrupa’nın en büyük kupasını müzesine götürdü.

Ancak 1985’teki Heysel faciası Ada’yı bir kez daha kıtadan kopardı. Tüm kulüpleri kapsayan men cezasının ardından inatçı İngilizler bu kez yeni bir planla döndü. 1992-93 sezonundan itibaren Premier Lig kuruldu. Şampiyon Kulüpler Kupası’nın da aynı sezon Şampiyonlar Ligi’ne dönüşmesiyle, Avrupa futbolunda yeni bir çağ başladı. Premier Lig alt kümelerden tüzel bir kopuştu ve çok daha güçlü bir finansal yapı getiriyordu. Ancak içe kapanıklık sürüyordu: 20 takımlı Premier Lig’in ilk sezonunda tüm takımların başında ya Büyük Britanyalı ya İrlandalı teknik direktörler vardı.

MONACO’DAN JAPONYA AKTARMALI LONDRA

Premier Lig’e gelen ilk yabancı hocalardan biri olan Arsène Wenger, muhafazakâr Adalılar için kolay lokmaydı. İsmi bile tuhaftı: Arsène adıyla Arsenal’in başına geçecekti. Meşhur “Arsène Who?” başlığıyla karşılandı. Fransız'dı ve Japonya’dan geliyordu. Premier Lig popülerlikte zirveye sokulmuş, naklen yayın gelirleri artmış, Thatcher’ın politikaları sonucu statlar holiganlardan ve işçi sınıfından temizlenerek istenen neoliberal ve elit seviyeye yaklaşmıştı. Ancak Wenger’in gelişiyle Arsenal gibi büyük bir kulüpte bile futbolcuların modern diyet, profesyonel davranış, antrenman tekniği ve taktik konularından habersiz veya bunları uygulamakta isteksiz olduğu ayyuka çıktı. Wenger idealizmi ile Ferguson pragmatizmi arasındaki çekişme genelde futbola, özelde Premier Lig’e büyük katkı yaptı. 1998-99’daki üç kupalı United ve 2003-04’teki namağlup şampiyon Arsenal bu diyalektiğin verimli sonuçları oldu. Wenger’in “Yenilmezler” adı verilen ekibi futbolseverlerin gönlüne taht kurarken, İngilizlere kıta futboluyla birleşmenin nerelere erişebileceğini gösteriyordu. Ama daha ağır bir ders için Wenger gibi bir beyefendiden fazlası gerekiyordu.

BOŞ BEŞİK

Old Trafford’daki 2004 Şampiyonlar Ligi çeyrek final rövanşının son dakikasında, Portolu Costinha’nın United’ı deviren golü atmasıyla Porto yedek kulübesinden bir adam depara kalktı ve Chelsea’nin yeni sahibi Abramoviç’in gönlüne doğru koştu. Mourinho o sezon Portekiz kulübüyle kepçe kulaklı kupayı kaldırır kaldırmaz Chelsea’nin yolunu tuttu. Bu seferki ithal hoca Wenger’e hiç benzemiyordu. Onun kadar başarılıydı; esas dikkat çeken yanı ise İngilizlerin ata sporu olan futbol kibrindeki ustalığıydı. İlk basın toplantısında kendine taktığı “Special One” lakabı daha toplantı bitmeden İngiliz futbol literatüründeki yerini aldı. Müesses nizam hem Abramoviç’in hem de Mourinho’nun başarısız olmasını bekliyordu, hatta umuyordu. Birçok konuşmasında “Siz taktikten anlamadığınız için,” “Burada futbol bilinmediği için”, “Size göre en iyi taktik ... ama bana göre ...” gibi üstten bakan ifadelerle Ada basınını ve Britanya futbol geleneğini aşağıladı. Gelgelelim tek kerameti konuşmak değildi. Mourinho’nun gelişiyle Premier Lig görmediği yetkinlikte bir savunma futbolu ve taktiksel rakip analizi ile tanıştı.

PARAYI DOĞRU KULLANMAK

Wenger ve Mourinho’nun sunduğu iki farklı formül hem Ada dışından teknik direktörlerin hem de genel olarak teknik direktörlüğün İngilizler gözündeki değerini artırdı. Fiyatına bakmadan transfer yapabilen ilk “sonradan görme” kulüp olan Chelsea tercihlerinde çoğu zaman akılcı davrandı ve Galacticos mantığına bulaşmadan, hocasının planına uygun oyuncuları getirdi. Drogba üst düzey kariyeri 25 yaşlarında başlamış görece ham bir forvetti, Carvalho ve Paulo Ferreira hocanın eski öğrencileriydi, Robben Hollanda’daki performansını büyük liglere taşıyıp taşıyamayacağı belirsiz hücumculardan biriydi, Petr Cech ise vasat Fransız takımı Rennes’in gelecek vaat eden kalecisiydi. Kısacası Mourinho’nun ilk sezon transferlerinin hiçbiri star değildi ve olmalarına gerek yoktu. Gerçek star kulübedeydi.

HOCALARA TUTUNMAK

Chelsea örneği yeni kulüp sahiplerine ihtiyaç duydukları şablonu sunmuş oldu. Kendi futbol stratejisine sahip bir hoca ve onun sistemine uygun oyuncular dev yıldızlardan daha fazla ve daha uzun süreli başarı getiriyordu. Çok büyük transferler yapıldı yapılmasına, ama bunların çoğu tek başına oynamayı seven yıldızlar değil, ederinin çok üstünde ücretler ödenen takım oyuncularıydı. Para futbolu değiştiriyor, birçok açıdan yozlaştırıyor, ama kaynağı belirsiz veya tartışmalı olan bu paranın doğru kullanımı etik sorunları yatıştırıp futbolu güzelleştirebiliyordu. Ferguson ve Wenger’in ayrılmasıyla Premier Lig yeni bir yol ayrımına geldi ve tercihini stil sahibi star hocalardan yana kullandı. Liverpool Klopp’u, City Guardiola’yı, Tottenham Pochettino’yu, Everton Ancelotti’yi, hatta Leeds Bielsa’yı getirdi. Bu sayede dünyadaki futbol seviyesini daha iyi tartabilen İngilizler 2018 Dünya Kupası’nda ilk kez beklentiyi düşük tuttu ve son 30 yılın en iyi sonucunu -yarı final- aldı.

Farklı ülkelerden ve ekollerden gelen hocalar Premier Lig’e taktiksel çeşitlilik getirdi. Eskinin kaçınılmaz görünen uzun top ve efor üzerine kurulu futbolu bugün birçok seçenekten sadece biri konumunda. Burnley, Leeds United, Chelsea, Manchester United, Southampton, Manchester City ve Tottenham gibi takımlar belli bir karaktere sahip hocaları sayesinde kendilerine has oyun stillerine sahip. Leicester ve Everton gibi farklı sistemlere adaptasyon yeteneğiyle öne çıkanlar da var.

Öte yandan Premier Lig’den düşen takımlara sağlanan “paraşüt” desteği ve pandemi döneminde Football League adı verilen 2., 3. ve 4. kümelere sağlanan maddi yardımlar ligin gücünü pekiştirdi. La Liga ve Ligue 1 müsriflik, naklen yayın ihalelerine bağımlılık, sadece yıldız oyunculara yatırım gibi nedenler yüzünden giderek alçalırken, İngiltere’nin tepedeki yeri sağlamlaştı. Bundesliga dinamik yapısına ve seyirci ilgisine rağmen yerel rekabetin zayıflığı sebebiyle belli bir eşiği aşmakta zorlanıyor. Serie A Juventus tahakkümü sonrası her zamanki gibi taktiksel zenginliğiyle yükseliş içinde, ama imajındaki hantallıktan kurtulabilmiş değil. Kısacası hiçbiri kısa vadede Premier Lig’i tahtından indirecek gibi görünmüyor. Üstelik bu sefer Trent Alexander-Arnold ve Phil Foden gibi gerçekten en yükseğe çıkabilecek yerli yıldız oyuncular da var.

HER İNGİLİZ ASKER DOĞMAZ

Ancak İngiliz futbolundaki değişim sadece hocalara ve paraya bağlı değil. Geçmişte Ada futbolu teknik ve taktik değil kahramanlık üzerinden tanımlanırdı. Terry Butcher’ın kan içindeki yüzü ve milli takım forması İngilizlerin şanlı futbol tarihinin en kof şoven simgelerinden biri olmuştu. Aynı İngilizler bu seneden itibaren maç içindeki çarpışmaların getirdiği kafa travması riskine karşı takımlara birer ekstra değişiklik hakkı tanıdı. Eski futbolcuların yakalandığı demans ve benzeri hastalıklar kahramanlığın yanlış yerde arandığını acı bir şekilde kanıtlamıştı.

Paranın doğru kullanımı ve açık görüşlü hocalar saha içini geliştirdi; ligin uzun vadeli itibarı ise toplumsal duyarlılıkla güvence altına alınıyor. LGBTİ bireylere dair farkındalığı artırmaya yönelik “Rainbow Laces” inisiyatifi, santra öncesi diz çökme ritüeliyle selamlanan “Black Lives Matter” hareketi veya Rashford’un salgın döneminde evde kalan okul çocuklarına ücretsiz öğle yemeği sağlaması takımların daha iyi futbol oynamasını sağlamayabilir, fakat lige parayla satın alınamayacak bir saygınlık getirdikleri ve organizasyonu bir üst seviyeye taşıdıkları kesin. Yakın zamanda gündeme gelen, özellikle altyapılardaki çocuklara yönelik cinsel istismarın ortaya çıkarılmasına dönük adımlar aynı derecede önemli. İngiltere futbolu, ileriye gitmenin tek yolunun geçmişin büyüsünü bozmaya cesaret etmek olduğunu gösteriyor.

Irkçılık başta olmak üzere bir dizi sorun hâlâ çözülebilmiş değil, ama problemlerin varlığını kabul edip harekete geçebilmek başlı başına büyük bir adım. Biz ise başımızı diğer tarafa çevirip kendi efsunlu geçmişimizle övünmeye devam edebiliriz, zaten bizde bütün dersler boş geçiyor…