Parti yasakları genişlerken daralan siyaset

Türkiye’de yerli ve milli ideoloji çerçevesinde yeniden inşa edilen devlet, mevcut iktidar ilişkilerine tehdit olarak gördüğü her oluşumu terörle ilişkilendiriyor ve terörle mücadele konsepti çerçevesinde engelleyici olmayı kapatmacı olmaya yeğliyor. İki dönemdir art arda gerçekleşen kayyım atamaları, HDP ile geniş seçmen toplulukları arasında yerel yönetimler üzerinden kurulan bağların koparılması için büyük bir kararlılıkla uygulanıyor.

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

Türkiye’de parti siyasetinin yapıldığı alanın genişliğini en uç yaptırım olan parti kapatma kararlarıyla belirleme eğilimindeyiz. Çünkü günümüzde siyasi rekabetin ve çatışmanın devindiricisi olan uzlaşmazlıklar vaktiyle partilerin kapatılması üzerine kalıcı nitelik kazanmış olan toplumsal bölünmelerden kaynaklanır. Başka bir deyişle Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren kapatılan partiler, siyasi hayatın kapanmayan yaraları olarak kanamaya devam ediyorlar. Özellikle Türkiye sağı bu yaralardan beslenerek meşruiyet iddiasını güçlendirmekte ve siyasetini derinleştirmektedir. Bu bağlamda tartışmayı sadece parti kapatma kararlarına indirgemek, tıpkı darbe tartışmasında yapıldığı gibi, siyasal özgürlüklerin kullanımı üzerindeki baskıyı sadece milliyetçi mukaddesatçı kesimin deneyimi üzerinden okumak anlamına gelir. Bugün siyasal hakların kullanımını belirleyen alandaki daralmayı tam olarak anlamak istiyorsak “parti yasakları” kavramına daha geniş bir anlam yüklememiz en doğru davranış olur. Parti yasağı derken biz, bir partinin yasak ilan edilmesini, yani tümden kapatılmış olmasını anlıyoruz. Oysa yasaklamayı, bazı durumlarda kapatma gibi “militan” tutumları da içeren daha kapsamlı bir sınırlandırma faaliyeti olarak kavramak günümüz için büyük bir önem taşımaktadır.

Günümüzde yapılabilir siyasetin sınırlarını daraltan etmenler 11 Eylül saldırıları sonrasında ortaya çıkan biçimi içinde “terörle savaş” anlayışından kaynaklanmaktadır. Küresel egemenlik aygıtının bu süreç içinde geliştirdiği şiddet araçlarına karşı, ezilenler çeşitli cevaplar vermiş ve zengin bir eylem repertuvarı geliştirmiştir. Söz konusu eylemler ve girişimler yasallık ile meşruiyet arasındaki gerilimden beslenmekte, bu yolla hukuki kabul edilenin sınırlarını meşru siyasetin işlediği alanın büyüklüğü ölçüsünde genişletmeyi hedeflemektedir. Bugün dünyada “etnik kaynaklı terör” kavramı çerçevesinde kriminalize edilen faaliyetler, esasen siyaset ve hukuk arasındaki bu denge oyununun mantığınca belirlenmektedir. Türkiye’nin Kürt sorunu karşısında çözüm süreci boyunca benimsediği yöntemler kadar, bugün uyguladığı güvenlik siyaseti de, bu çerçevede anlamını kazanmaktadır. Siyasi iktidar mütemadiyen HDP’yi terörle arasına mesafe koymamakla itham etmekte ve bu yüzden partiye karşı yasaklayıcı önlemler almaktadır. Uygulamaya konan önlemler HDP’yi sürekli olarak yasal ile yasadışı arasındaki sınır çizgisi üzerinde, bir belirsizlik mıntıkasında tutmaya özen gösteriyor. Bu belirsizlikten ötürü parti fiilen yasaklı ve kısıtlı olsa da kurumsal varlığını ve yasal statüsünü korumaya devam ediyor.

Müesses nizamın kasten tanımsız bıraktığı belirsiz bir düşman, yasal sınırlar içinde yasa dışı faaliyet sürdüren bir güç, hukuki olmadığı gibi hukuk dışı ilan edilmeyen bir örgüt olarak HDP’nin statüsü rejimin en büyük paradoksunu temsil etmektedir. Gerekli gördüğü bir kararı hiçbir sınırla karşılaşmadan uygulama arzusundaki “tek kişilik hükümet”, söz konusu paradoksu kendisi için uygun gördüğü anda işe koşmakta ve partiden kopardığı bir parçayı yasa dışı ilan etmektedir. Terörle mücadele konsepti çerçevesinde dünyada açığa çıkan siyasi paradoksların Türkiye’deki yansımasını, devletin bekasını korumak ve güvenliğini sağlamak gayesiyle Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan yöntemlerle olan bağlantısı içinde teşhis edebiliyoruz. Türkiye’deki iktidar bloku belediyelerin terör yuvası olamayacağını, meclisin suçlular için bir sığınak haline gelemeyeceğini söyleyerek uyguladığı baskıları meşrulaştırmak çabası içinde. Ancak aynı çaba mevcut rejimin karşı karşıya olduğu açmazı da en çıplak haliyle gözler önüne seren şu soruyu da sormamıza sebep oluyor: Madem ki lider kadrosu tutuklanıyor, eylemeleri ve mitingleri engelleniyor, seçimle kazandığı mevkilere atamayla el konuyor, o halde HDP gibi bir partinin varlığına neden müsamaha gösteriliyor?

Parti yasaklarını geniş şekliyle yorumlamak bu soruya yanıt verebilmek ve iktidarın HDP karşısındaki paradoksal tutumunu anlayabilmek için en doğru hareket noktasını oluşturuyor. Bununla parti yasaklarını hoşgörü ve çoğulculuk ilkesini, toplanma ve örgütlenme özgürlüğünü ve siyasal temsil hakkını ihlal eden uygulamalar bütünü olarak yeniden anlamlandırmayı kastediyorum. Söz konusu yasaklar, meşruiyeti olan ve halk desteğini arkasına almış bir partiyi kapatmanın siyaseten verimsiz olacağı bir durumda, onu fiilen işlevsiz bir örgüte dönüştürmek, bir tür “tabela partisi” haline getirmek amacına hizmet ediyor. Yasakların nedeni olarak HDP ile PKK arasında varolduğu ileri sürülen bağlantının benzerlerine, İspanya’da kapatılan Herri Batasuna ile ETA arasında veya Kuzey İrlanda’da Sinn Féin ile IRA arasındaki ilişki örneklerinde rastlanmaktadır. Türkiye’de Demokratik Toplum Partisi (DTP) kapatıldığında İspanya yargısının aldığı ve AİHM’nin onayladığı Batasuna kararı sık sık gündeme getirilmişti. Şimdi Türkiye’deki iktidar bloku partiyi tümden yasaklamaya dayalı bu “kapatma anlayışı” yerine, kitle tabanı ile parti arasındaki bağı kopartacak ve böylelikle seçmeni dönüştürecek “engelleyici anlayışı” ikame etmiş durumdadır. Bu anlayışın kaynaklarını da, yine farklı dönemlerde dünyanın çeşitli ülkelerinde uygulanan baskı önlemleri üzerinden okumak mümkün.

İngiltere’de devlet Sinn Féin ile anlaşmadan önce onu yasadışı ilan edip lağvetmek yerine, geniş toplumsal kesimlere erişimini kısıtlayacak önlemleri temel alan bir siyaseti benimsemişti. Böylelikle örgüte getirilen yayın engelleri aracılığıyla onun siyaset yapma kabiliyetinin de kısıtlanacağı düşünülmüştü. Sinn Féin seçim kampanyaları veya tematik siyasi çalışmalar yoluyla halka ulaşmak istediğinde de karşısında benzer kısıtlamaları bulmuştu. Bu minvalde dikkat çeken bir başka örnek ise ABD’nin “tehlikeli” bulduğu komünist örgütlere karşı aldığı önlemlerce temsil edilmektedir. Amerika’da devlet bu tip partileri kapatmak yerine, onların yönetici kadrolarını hapsetmek ve böylece örgütleri etkisizleştirmek yoluna gitmeyi tercih etmiştir. Sosyalist önderler casusluk yapmak, hükümete karşı komplo içinde olmak veya vatanseverliğe aykırı davranmak gibi hususlardan ötürü suçlanarak tutuklanmış, örgütler en önemli kadrolarından yoksun bırakılmıştır. Elbette dünyanın farklı bölgelerinde uygulanmış ayrı türden engelleyici önlemler bulup göstermek mümkün. Buradaki amacım söz konusu önlemlere dair tüketici bir liste oluşturmak değil. Esasen terörle mücadele kavramı çerçevesinde gelişen yeni stratejilerin devlet koruma siyasetinin mantığında yarattığı dönüşüme işaret etmek istiyorum.

Bu dönüşümü görebilmek için parti yasaklarının Soğuk Savaş dönemindeki çerçevesini oluşturan “militan demokrasi” kavramını anımsamakta yarar var. Bu kavram, demokrasiyi ortadan kaldırmak amacıyla varolan özgürlükleri istismar eden aşırı sağ ve sol eğilimleri bastırmak için geliştirildiğinde, liberal düşünüşte önemli bir kırılmanın da gerçekleşmesine yol açmıştır. Tarihsel gelişimi açısından bakıldığında liberal siyasette esas tartışmanın “devletin sınırlandırılması” problemi üzerine odaklandığını görürüz. Ancak Nazilerin örgütlenme hakkı, tartışma ve ifade özgürlüğü veya öz yönetim gibi usulleri araçsallaştırarak demokrasiyi tahrip etmede gösterdiği ustalık karşısında, bu yaklaşım son derece naif gözükmüştür. Militan demokrasi, bu çerçevede, liberal düşüncenin “devleti korumak” adına geliştirdiği hukuki ve siyasi yöntemleri anlatmak için geliştirilmiştir. Mevcut demokrasiler ortalama seçmenin akılcı davranışlar sergileyen ve hakikate siyasal müzakere yoluyla varmayı tercih eden bir aktör olduğu varsayımı üzerine kurulmuştur. Bu sebeple demokrasinin aşırı eğilimlerin kışkırttığı “duygu seferberliklerine” karşı savunmasız olduğu ve kendini korumak için bazı yasaklar uygulaması gerektiği savunulur. Böyle bir savunu kural olarak büyük partilerden çok küçük partileri hedef alır ve siyasal eylemleri, doğrudan şiddet içerip içermediğine bakmaksızın ideolojik içeriği açısından değerlendirir.

Terör kavramı siyasi örgütlerin toplumu korku yoluyla teslim almasını anlatmak için kullanıldığı ölçüde, duygu seferberlikleri üzerinden demokratik aklı felce uğratma kaygısıyla bağlantılı hale gelir. Ancak terörle mücadele konsepti, militan demokrasi anlayışından farklı olarak siyasi örgütleri yasa dışı ilan etmeyi ve bu yoldan dayandığı toplumsal kesimleri baskılamayı tek çözüm olarak görmez. Ezilenlerin üzerinde siyaset yaptığı zeminin hukuki statüsünü, yapılabilir siyasetin olanaklarını kısıtlamak ve meşru davranışları yasa dışı ilan etmek yoluyla dönüştürmeyi hedefler. Böylelikle partileri kapatmak yerine onları toplumdan tecrit etmek ve parça parça meşruiyetini aşındırma stratejisi, engelleyici devletin temel siyaseti olarak öne çıkar. Biz bu dönüşümü HDP’nin statüsünde açığa çıkan siyasi ve hukuki paradoks üzerinden net bir şekilde teşhis edebiliyoruz. Türkiye’de en son parti kapatma kararı 2009 yılında DTP aleyhine alınmıştır. 1961 sonrasında yasaklayıcı devlet anlayışı çerçevesinde Anayasa Mahkemesi’nde 45 parti aleyhine dava açılmış ve bunların 27’si kapatmayla sonuçlanmıştır. Bu kararlar “bölücülük”, “irtica” veya “komünizm” gibi gerekçelere dayandırılmış, yani siyasi eylem ve düşüncelerin ideolojik formasyonu esas gösterilmiştir. Şimdi Türkiye’deki ulusalcılar bu uygulamanın tekrar diriltilmesi ve HDP’nin de kapatılması için kampanyalar düzenliyorlar. Oysa Türkiye’de yerli ve milli ideoloji çerçevesinde yeniden inşa edilen devlet, mevcut iktidar ilişkilerine tehdit olarak gördüğü her oluşumu terörle ilişkilendiriyor ve terörle mücadele konsepti çerçevesinde engelleyici olmayı kapatmacı olmaya yeğliyor. İki dönemdir art arda gerçekleşen kayyım atamaları, HDP ile geniş seçmen toplulukları arasında yerel yönetimler üzerinden kurulan bağların koparılması için büyük bir kararlılıkla uygulanıyor. Geçtiğimiz hafta milletvekilliklerinin düşürülmesi de anlamını bu bağlamda kazanıyor.

Siyasal katılımın olanaklarını kısıtlamak yoluyla uygulanan parti yasakları, en az parti kapatma kadar etkili olabilirler. Ancak etkilerini tek bir uygulamada ve karar anında değil, birden fazla uygulamanın toplamı üzerinden süreç içinde gösterirler. Bugün HDP’ye yapıldığı gibi halkla buluşmanın önünü çeşitli yollardan tıkama ve parti üyelerini liderlik ve kadro düzeyinde tutuklama stratejisi, partiyi toplumu özgürleştirici bir güç olmaktan çıkarmak, siyasi ufku kendi varlığını korumaya endekslenmiş bir aktöre dönüştürmek amacına hizmet ediyor. HDP’nin bu baskılara karşı benimsediği strateji, aynı kazanımları seçim yoluyla geri kazanmak, ilke olarak doğrudur. Partinin demokrasiye olan bağlılığını göstermesi ve meşruiyet zemini olarak barışçıl çözüm yolunu işaret etmesi açısından hayati önemdedir. Ezilenlere dayanan tüm siyasi hareketler gibi HDP’nin de halkın gücüne ve vicdanına dayanmaktan başka bir çıkar yolu yoktur. Ama seçim sandığı siyasi bir gücün halkla bağ kurma biçimlerinden sadece birini temsil eder. Kendini tercih eden toplumsal kesimleri siyasi hedefleri doğrultusunda harekete geçirebilmek içinse kendi varlığını korumaya odaklanmış bir güç olmaktan çıkmak, çözüm ve öneri geliştiren bir aktör olmak gerekir. Evet, bugünkü koşullar ziyadesiyle ağır ve siyasi mücadelenin çok çetin geçtiği bir gerçek. Ama seçmeni verdiği oyun sahipsiz olduğu ve yaptığı seçimin hak ettiği değeri bulamadığı duygusundan kurtarmak, parti yasaklarıyla baş etmenin ve siyasi iddialarını sürdürebilmenin ön koşulu. Bunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir.

Tüm yazılarını göster