Özgür Bakar: Sinema okumadım kısa film çektim!

Yönetmen Özgür Bakar ile sinema deneyimlerini ve yapımcı- yönetmen ilişkisini konuştuk. Bakar, "Türkiye’de yapımcı ortaya para koyup, her şeye karışıp, batınca da kendisi dışındaki herkesi suçlayan kişi olmak durumunda kalıyor. Belki yapımcı sadece doğru proje ve doğru yönetmeni bulmayı hedeflerse, bu doğruyu da piyasayla belki de uyuşmayacak entelektüel seviyesiyle değerlendirip risk almak yerine, akil insanlarla istişare ederek yaparsa başarı sağlayacaktır diye düşünüyorum" dedi.

Abone ol

Daha çok çektiği komedi ve korku filmleriyle tanınan yönetmen Özgür Bakar ile ilk filmini, yönetmen- yapımcı ilişkisini ve dağıtım meselesini konuştuk. Bakar, konu edebiyata geldiğinde, “Raskolnikov’u tanımış bir senarist, sahici olmayan bir karakter yazamaz” diyor.

Çocukken çok film izler miydiniz?

Bizim dönemimiz meşhur Parliament Pazar Sineması kuşağına denk gelen jenerasyon. Çok fazla alternatifimiz yoktu, televizyon dışında. Bir şey az olunca çok şey kaçırmış gibi oluyorsun ama bugünden geriye baktığım zaman çok az film izleme imkânı olunca, o filmin her hücresine kadar hakkını veriyorsun. Tabii orada 80’lerin blockbuster filmleri oynatılıyordu; Batman, Gremlinler, Hayalet Avcıları gibi… Filmler evde sinemayla tanışanlar için ilk seçeneklerdi. Bir de Pazar günleri babaların seçimiyle mecburen izlenen western filmleri vardı hayatımızda.

Çocukluğunuzun geçtiği bölgede çok sinema var mıydı?

O dönem sadece Yıldız Sineması vardı ve parçalı erotik filmler gösteriliyordu. Belli günlerde de karate filmleri gösteriliyordu. Gidip izler, çıktığımızda tüm arkadaşlar öğrendiğimiz hareketleri denemek için gözlerimizi kısıp birbirimize bakar, an kollardık. Çok sinemasal bir deneyim değildi. Başka bir sinema olmadığı için de 12 yaşıma kadar bildiğimiz anlamda bir sinema salonuna adım atma şansım olmamıştı.

Kısa film sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

“Ben sinema okulu okumadım, kısa film çektim.” Başka cümleye gerek var mı bilmiyorum. Ama benim için böyle bir anlamı ifade etmesi, gerçekte kısa filmi algılamak istediğim şeyin çok dışında. Bizim sinemaya sevdalandığımız tarihlerde, bu işin eğitimini alma fırsatı olmayanlar için en akılcı yöntem sahaya inip denemekti. Aynı jenerasyondan birlikte kısa film yarattığımız hemen hemen bütün arkadaşlarım bugün sektörün her yerinde çalışmaktalar.

Bu bizim ülkemizin koşullarının kısa filmi getirdiği noktayı alçaltır mı bilmiyorum ama şu an artık böylesi bir eğitim bolluğunda kısa filmin bir deneme tahtası gibi görülmesi gereksiz olur. Tabii başlı başına bir film gibi ele almak istediğinizde de ticari geri dönüşü olmayan alanın bir yapımcısı olmuyor. O yüzden fonlamalar artarsa kısa film de uzun metraja geçmek isteyen insanların antrenman alanı değil, eser bıraktıkları bir alan olur.

“Ammar: Cin Tarikatı” filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?

Önceliğiniz sinema yapmak ve hayalinizi gerçekleştirmekse, birikiminize göre zaten senaryo yazılırken sizinle beraber sanatsal, siyasal, kültürel kısacası bütün birikiminiz senaryoya, o türün içinde olması gerektiği kadar yansıyor. Tabii bir yerden sonra yönetmenin ayakları üzerinde daha bir gün yüzüne çıkıyor. Bu yüzden senaryoda farkında olmadan belki de kattığımız kültürel birikimimiz sette benim ne yaptığımı bilmem kaygısıyla daha bir altı çizilir hale gelmişti. Sanatsal kaygımdaki tek hedefim başta anlatım dili ve görsel olarak ülkedeki türün örneklerinin hiçbirine benzememekti. İçine koyacağım animasyonlarda da gülünç duruma düşme riskini göğüsleyerek Hollywood etkisi yakalamaktı.

Tabii bu ekonomik kaygıları yerine getirdi. Fakat sanırım ben ilk filmini yapan bütün iyi niyetli yönetmenlerin dâhil olduğu ruhani bir koruma programına alınmış gibi ülkenin en iyileriyle çalışma fırsatı bulmuş ve ekonomik olarak planladığımın dışına çıkmak zorunda kalmamıştım. Bugün olsa başaramayabilirim. Yani sizin kaygılarınız her filmde devam edecek! Endüstrisi olmayan ülkelerde bu çok değişen bir şey değil. Sonuç olarak bazen şansınız da yaver gitmeli. Tabi yıpranacak kadar işinize sahip çıkıp tüm gücünüzle çalıştıktan sonra beklenen bir şanstan bahsediyorum.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Yaptığım filmleri sadece türleri açısından kategorize ederim, komedi, korku vs... Yaparken iyi film yapmaya çalışmak dışında bir kategori aramam. Bir ırkı diğer ırktan üstün olarak gören bir kültürde büyümedim. Bunun etkisiyle çok altını çizeceğim bir arayış içine girmedim. Atatürk’ün Türk kavramı çok kapsayıcı bir ulus devletine işaret eder ve benim kafama yatar. Türkiye sineması demek ile Türk sineması demek arasında bir fark göremiyorum ama dil açısından sakatlık görüyorum.

Almanya sineması yerine Alman Sineması demek gibi… Bölgesel kodları filmin görselini zenginleştirmesi açısından kullanmamanın aptalca olacağını düşünüyorum bu kadar zengin bir coğrafyada yaşarken hem de... Fakat bunları kullanırken alışılagelmiş uluslararası bir dilin içine yerleştirip kendi dilimi yaratmayı hedefliyorum her filmimde.

Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Politik sinemayı güçlü bir eleştiri metninde ya da görselinde arıyorsanız filmlerimi bu anlamda yetersiz bulurum ama ana akım eğlence sinemasına hizmet eden biri olarak denk gelen yerde lafımı ya da görselimi filmin hikâyesini saptırmayacak şekilde esirgemeden yerleştirdiğimi filmlerime denk gelenler bilir. Korku sineması politik eleştiri yapmak açısından mükemmel bir zemin sağlar... Emekleme döneminde olan ve henüz daha yüz tane bile çekilmemiş bir türden büyük politik alt metinler beklemek için erken diyebiliriz. Fakat buna evirileceğine eminim.

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Uluslararası bir dağıtım ağı hedeflemiyorsanız “Türkiye’de hemen herkesin dağıtım koşulları eşittir!” diyerek herkesin eleştireceği bir manşet vereyim size. Herkesin standart koşulları sağladıktan sonra filmini dağıtacağı ortam aynı… Adaletsiz olan film yapabilme, reklam yapabilme, starlarla çalışabilme imkânlarıdır. Dağıtımcıların Türkiye’de filmlerin kaderini etkileme şansı yüzde 10’dur. Daha büyük başka denge sorunları mevcut…

İzleyicinin sevdiği bir film yapmış olup dağıtımcı yüzünden battığını kanıtlayacağınız 5 tane film sayamazsınız. Salonun seyirciye göstermekten kaçınmayacağı film üretip “filmimi gösteremedim!” diyen birine inanmamı beklemeyin. Seyirci için sinema mı, sinema için seyirci mi, tartışması başka bir sorunun konusu tabi.

.

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

Her şey bir fikirle başlıyor. Fikir etrafına o tema ile ilgili yan fikirleri getiriyor. Yan fikirler bize cevaplanması gereken yeni sorular, o soruları çözmesi gereken karakterler, o karakterler bize, yaşamaları gereken maceraları getiriyor. Sonra yönetmen gözüyle sahne tasarımları senaryoya ekleniyor. Özetle filmin temel fikri, hepsini yanında getiriyor. Önce fikir… Bu fikir bazen bir gazete haberinde, bazen bir fıkrada, bazen mitolojik bir karakterde, bazen metrobüste yanınızda gerçekleşen bir telefon konuşmasındaki dedikodudan doğuyor. Fikir her yerde… Bakmasını duymasını bilene…

Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

Bunu bugün ne kadar doğru diye konuşmak artık geç kalınmış bir tartışma olur. Çok net olarak bu ayrım var sonuçta. İkisi de kendi ticari pazarını yaratmış durumda. Birinde doğrudan ticaretin kendisi, diğerinde ödül kaygısı üzerinden çalışan bir sistem… Benim gibi ana akım sinema yapan yönetmenlerin kafalarındaki sanatı tam anlamıyla icra edememesi ve ticari kaygılarının olması ile “sanat sineması” yapan yönetmenlerin ödül almalıyım kaygısıyla, jürilere şirin gözükeyim kafasıyla, kafasındaki filmi zaafa uğratması arasında bir fark yok. İkimizde birilerini “müşteri” olarak görüyoruz gibi.

Filminin duygusunda bundan samimi olarak uzaklaşan hemen herkes başka bir başarı alanı yaratıyor. Bu da onların kötü taklitlerini doğruyor ve başka bir kısır döngüye giriyoruz. Örneğin ana akım sinemasında doğrudan halkın gönlüne dokunmuş bir işin ardından bunun ticari bir fırsat gibi görüp kötü taklitlerinin çıkması, diğer tarafta da yurtdışında hepimizi gururlandıran bir ustanın aldığı ödülden sonra aynı dilin altı boş kopyalarının jüri masalarını istilası gibi sonuçlar doğuyor.

Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?

Amerika sinema filmleri ile sabırlı ve uzun vadeli yatırımlarla dünyayı yönetiyor. Ruslar kendi toplumlarını sinemanın gücüyle uzun zaman bir arada tuttu. Sinemanın gücü tartışılmayacak kadar büyük. Böyle bir gücü toplumsal duyarlılıkları uyandırmak için kullanırsanız dünya tabii ki her saniye daha güzel bir yer olur. Fakat bu gücü elinde bulunduranlar kıyıda köşede böyle güzellikleri vurgulayan yapımlar yapsa da tüm gücüyle dünyanın dengesini bozacak işler yapmayı tercih ediyor. Yıllarca Ortadoğu’ya giren Amerikan askeri filmleri izletilip bir gün Saddam’ın heykelinin yıkılışını ana haberde izlediğinizde, Hollywood kareleriyle dolu beynimiz tepki veremez hale geliyor. Böylesi güçlü bir görsel şov, tüm gücünü vicdandan yana kullansa etkisi olmaması mümkün mü?

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Eğlence sinemasının kodları belli… Doğru yaparsanız her zaman olması gereken olur. Kimse için sürpriz barındırmayan, tutarlı bir üreten - tüketen ilişkisi vardır. Fakat bağımsız sinemanın en çekici yanı şoke edici olması… Taze olması... Yeni bir şey söylemesi… Yeni bir şey göstermesi… Gerçekten yeni bir şey söyleyemeyen işler bile bu kadar fonlanıp çekilebiliyorsa bir yerlerde yazılmış iyi bir senaryo, yetenekli bir yönetmen varsa günümüzde yok olup gitmesi için korkağın teki olması gerekir. Öyleyse zaten tek atımlık bir kurşunu vardır ve o film olmasa da olur.

Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?

Dünya sinemasına damgasını vurmuş tüm efsane yönetmenlere hayatıma kattıkları renkli anlar için minnettarım. Welles, Chapline, Kubrick, Spielberg, Hitchcock, Coppola, Wes Anderson, Herzog, J.Carpenter, T.Hooper, Fincher, G.Tornatore Traffaut, M.Leigh, W.Allen, Larry David, Mel Brooks, Monthy Python, T.Kitano, Tarantino, Metin Erksan, Ertem Eğilmez, Yılmaz Güney... Saymakla bitiremem herhalde.

Sadece ilk izlediğimde “Ben de insanları bir gün böyle şoke etmek istiyorum” dedirttiği ve sinema aşkımı perçinlediği için Fincher’ın “The Game” filminin final sahnesini çekmiş olmak isterdim herhalde. Ya da bugünden bakınca hala nasıl olduğunu çözemediğim Buster Keaton’ın meşhur tren sahnelerini... Ve bir filmimde “Cinema Paradiso”nun en güzel sahnelerinde insanların yaşattığı duyguları yaşatacak tarzdan sahneler çekmek...

Sinema- edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?

Benim bakış açıma göre bu bir zorunluluk. Yönetmen her ne kadar cümlelerini görüntü öbekleriyle kurmak zorunda olsa da elindeki senaryonun (eğer kendisi yazmadıysa) karakter derinliği, öykünün kurulma şekli ve kırılma noktalarının doğruluğu ancak iyi edebi eserlerden beslenmiş birinin elinden çıkabilir. İlk akla gelen, sadece dünya klasiklerini okumuş olmak bile dünyanızı genişletir. Raskolnikov’u tanımış bir senarist, bize sahici olmayan bir karakter yazamaz.

O karakterin gerçek çatışmaları, çıkmazları olur. Adalet mekanizmasından önce vicdanlarda “suç nedir, ceza nedir?” diye sorgulayan bir film yazarken bize yeni birçok şey söyleyebilir. Kendi ülkesinin sinemasına hizmet edecek bir senaristin edebiyat açısından zengin bir kütüphanemiz olduğunu biliyor olması lazım. Ben hem zevk aldığım için hem de yolun başındayken daha çok komedi filmleri yapmak istediğim için; Aziz Nesin, Orhan Kemal, Ferhan Şensoy, Rıfat Ilgaz, Atilla Atalay, Vedat Özdemiroğlu gibi yazarları okurdum.

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Normalde yapımcı dediğimiz kişi doğru projeyi bulup, doğru yönetmene, doğru dizaynıra, doğru uygulamacıya, doğru oyuncuya ve geri kalan tüm departmanları doğru ellere teslim eden, onlar için uyumlu çalışma ortamı ve ortak bir dil sağlayan, başkasının parasını sinema için harcatan ve o paranın geri dönememesinden bu kadar yetkiye rağmen sorumlu tutulmayan kişidir. Ben ülkemizde bu profilde bu işi ele alan tek kişiyle çalıştım. Günün sonunda parayı geriye döndüremediği için finansör tarafından yine davalık oldu adam. Bu sebeple genel anlamda bir endüstrimiz olmadığından, “ülke koşullarında olması gereken yapımcı profili”ni söylemek daha faydalı olacaktır.

Türkiye’de yapımcı ortaya para koyup, her şeye karışıp, batınca da kendisi dışındaki herkesi suçlayan kişi olmak durumunda kalıyor. Belki yapımcı sadece doğru proje ve doğru yönetmeni bulmayı hedeflerse, bu doğruyu da piyasayla belki de uyuşmayacak entelektüel seviyesiyle değerlendirip risk almak yerine, akil insanlarla istişare ederek yaparsa başarı sağlayacaktır diye düşünüyorum. Türkiye’deki iyi yönetmenlerin hemen hepsi, sizin için geri kalan filmin yapımına ilişkin doğru kişileri ve yöntemleri bulacaktır. Pazarlamak dışında… Bu başka bir uzmanlık alanı ve bu da aynı şekilde doğru ellere verilmeli.