Ortadoğu’da hiçbir şey göründüğü gibi değildir!

“Hakaret”, Ortadoğu’da yersiz yurtsuz bırakılmış halklar ve Müslüman olmayan topluluklarla temas ederken onlarca yılın birikmiş kötü hatıralarının, geçmişin hayaletlerinin hala ortalıkta dolaşmaya devam ettiğini dikkate almamız gerektiğini fısıldıyor seyircisine. Yönetmen 1998’de “Batı Beyrut” ile anlattığı iç savaşta açılan yaraların, bugün hala kabuk bağlayamadığını gösteriyor “Hakaret”te.

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

Diplomasi yazarları, Ortadoğu üzerine kalem oynatmaya başladıklarında “Ortadoğu’da hiçbir şey göründüğü gibi değildir” cümlesini sıkça telaffuz ederler. Bu temkinlilik yazarın ele aldığı konuyu analiz etme becerisinden çok, saf bir gerçeğe parmak basma gerekliliğinden kaynaklanır.

Daha yirmili yaşlarında, kariyerinin başındaki Quentin Tarantino’nun “Rezervuar Köpekleri”, “Ucuz Roman”, “Jackie Brown” filmlerinde kamera asistanı olarak çalışan, sonrasında ise yönetmen olarak yoluna devam eden Ziad Doueiri, diplomasi yazarlarının dikkat çektiği şeyi sinemada ustaca gösteren isimlerin başında geliyor. İç savaş sırasında 18 yaşında ülkesi Beyrut’tan ayrılan, ABD’de eğitim alan 1963 doğumlu Doueiri ilk uzun metraj filmi “Batı Beyrut”u 1998’de çekmişti. İç savaşın başladığı dönemi üç arkadaşın gözlemleriyle anlatan film, açılmakta olan yaralara dikkat çekiyordu. 2012 tarihli “The Attack”ı Yasmina Khadra’nın romanından uyarladı. İsrail’de geçen filmde Ortadoğu’da en yakınınızdaki insanın bile aklınıza gelmeyecek bir yönü olacağını gösteriyordu.

SU AKIP YATAĞINI BULMUYOR

Bu hafta Türkiye’de de gösterime giren “Hakaret”, Venedik Film Festivali’nde hayli ilgi görmüş, başrol oyuncularından Kamel El Basha’ya En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü getirmişti. Film basit gibi görünen bir tartışmanın altında ülkenin 40 yıllık acı tarihinin yattığını, zaman zaman bölgeye özgü bir şamatayı ama çoğunlukla insanın boğazına düğümlenen acı tarihi gerçekleri ortaya koyarak anlatıyor.

Beyrut’ta sıradan bir günde hamile eşi Şirin ile sıcak havalar üzerine sohbet eden Tony bir ara balkona çıkar ve zemini sulamaya başlar. Sokağa akan balkon gideri o sırada aşağıda çalışmakta olan belediye işçilerinin üzerine gelir. Belediye işçileri sokaktaki sorunları gidermekle görevlendirilmiştir. Kapı çalınır 50 yaşını aşkın bir adam Tony’ye balkon giderini tamir etmek istediklerini söyler. Kapı suratlarına kapanır. Bunun üzerine işçiler aşağıdan merdiven kurarak gideri tamir eder. Eline bir çekik alan Tony yapılan tamiratı bozar. Biraz önce kapı suratına kapanan ustabaşı Yasser de küfür eder.

Bu basit atışma, Tony’nin şirkete şikâyet etmesi, özür beklemesi, Yasser’in inatçılığı yüzünden mahkemeye kadar uzayacak ve biri Hristiyan (Tony) diğeri Filistinli mülteci (Yasser) iki adam ülkenin gündemine oturacaktır. Joelle Touma ile birlikte filmin senaryosunu da kaleme alan yönetmen Ziad Doueiri, bu basit tartışmanın büyük bir krize dönüşmesi ve iki inatçı adamın bir anda ülke gündemine gelmesinin, katmanları giderek açılan, her katmanda ayrı acı hikayenin ortaya çıktı, kökleri onlarca yıl öncesine giden düşmanlıklardan beslendiğini gösteriyor. Üstelik bunu yaparken sürekli olarak seyircinin duygularını harekete geçirmeye ve onu taraf tutmaya zorluyor.

Film ilerledikçe bu iki adamın, evin kapısında karşılıklı iki cümle kurduklarında, birbirlerinden nefret ettiklerini ve bu nefretlerinin büyük bir tarihsel birikimin sonucu olduğunu gördükçe seyircinin kararsızlığı da artıyor. Kökleri Hristiyanların katledildiği trajik bir iç savaş hikayesine, Filistin mülteci kampında Beyrutluların göz yumduğu ve yüzlerde mültecinin öldürüldüğü ağır travmaya kadar giden bir birikim. Suçu işleyenlere değil de, suçluların ait olduğu toplumsal, dinsel ya da ırksal kimliklere yıkarak karşısındakini nefret öznesine dönüştüren bir toplumun kılcal damarlarında dolaşan bir hikaye açılıyor finale doğru.

ACILARI BİRAZ OLSUN YATIŞTIRMAK

Birbirini tanımadan karşılıklı öfkeyle bilenmiş iki adamın, tam da bu vesile ile birbirlerinin hayatını biraz daha tanımaları, diğerinin hikayesini dinlemek zorunda kalmaları, kendi acılarını yatıştırmak için de bir fırsata dönüşüyor. Ülkenin ağır iç savaş koşullarında, karma karışık bir Ortadoğu bataklığında geçmişin kapanamayan yaraları, aradan onlarca yıl geçse de bu iki adamın kimliğinde yeniden görünür hale geliyor.

Tıpkı savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan Suriyeliler gibi, aslında Beyrut’ta da onlarca yıldır mülteci/ göçmen olarak yaşayan Filistinlilere pek de iyi gözle bakılmadığını, işlerine, aşlarına göz koyduklarının düşünüldüğüne tanıklı ediyoruz. “Suriyelilere şu kadar milyon harcandı, çocukları özel okullarda okuyor, hepsinin işi var” gibi ayrımcı cümlelerin çok rahat bir şekilde Lübnan’daki Filistinliler için de kurulabileceğini görüyoruz. Ama öte yandan Filistin sorununun Lübnan’daki diğer acıların üzerinin örtülmesi, iç savaşta yaşananların görünür hale gelmemesi için nasıl bir dayanak haline dönüştürüldüğünü de dinliyoruz birinci ağızlardan.

“Hakaret”, Ortadoğu’da yersiz yurtsuz bırakılmış halklar ve Müslüman olmayan topluluklarla temas ederken onlarca yılın birikmiş kötü hatıralarının, geçmişin hayaletlerinin hala ortalıkta dolaşmaya devam ettiğini dikkate almamız gerektiğini fısıldıyor seyircisine. Yönetmen 1998’de “Batı Beyrut” ile anlattığı iç savaşta açılan yaraların, bugün hala kabuk bağlayamadığını gösteriyor “Hakaret”te bir bakıma.

Film mahkemede geçen son bölümde biraz didaktik bir dil tutturmaya, geçmişin acılarını sıralarken sinema dilini ihmal etmeye başlasa da çarpıcı bir etki bırakıyor. Üstelik yalnızca Lübnan, Filistin, Suriye, Irak için değil Türkiye’ye de söylüyor sözünü. Böyle bir hikayeyi, filmdeki karakterleri Türk-Kürt; Ermeni- Kürt; Türk- Ermeni kombinasyonlarıyla yeniden kurgulayıp onlarca benzer hikaye üretebiliriz çünkü!

ORİJİNAL ADI: L'Insulte

YÖNETMEN: Ziad Doueiri

OYUNCULAR: Adel Karam, Kamel El Basha, Rita Hayek, Christine Choueiri, Diamand Bou Abboud, Camille Salameh

YAPIM: Fransa, Lübnan, Kıbrıs

SÜRE: 112 dk.

Tüm yazılarını göster