Onlar henüz yaşıyorken...

Meselemiz, Nuriye Gülmen’in Ankara’da Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde başlattığı ve sonraki günlerde Semih Özakça’nın da katıldığı oturma eylemine, cüssesinin olanca iriliğiyle yanıt üretmekten hiç imtina etmeyen bir iktidar kullanımı. Bir orantısızlık, bir adaletsizlik... Sözünü ettiğim adaletsizlik yine de kalp kırmaktan, acı çektirmekten ya da toplumun azımsanmayacak bir kesimini her sabah ağzında berbat bir pas tadı ve kötü bir hissiyatla yaşamaya mahkum etmekten kaynaklanmıyor.

Sevilay Çelenk sevcelenk@yahoo.com
Solfasol gazetesinden

Devletin gücü, tek tek korunmasız kişilerin karşısına dikildiği zamanlarda müthiş kalp kırıcı bir cüsse kazanıyor. Nuriye’yi ve Semih’i “Öldün mü, yaşıyor musun?” diye her gece uykularından uyandırmak, tarif edilemez biçimde kalp kırıcı değil mi? Açlık grevinde geri dönüşü zor bir sınıra sürüklenen gencecik iki insanı cezaevine kapatan bir gücü kalp kırmakla itham etmek tabii ki çok naif gelebilir kulağa. Ama işte hepimiz hayatı kendimizi en çok acıtan yerinden anlıyoruz. Kalp kırıklığı bana çok ağır geliyor.

Yaşıyor  isimli kısa filmin yönetmeni Sırrı Süreyya Önder, açlık grevi deneyimine sahip biri olarak, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın yaşıyorlar mı, öldüler mi diye her gece uykudan uyandırıldığını duymanın kendisini çok sarstığını ifade ediyor. Önder, açlık grevinde neredeyse açlık hissinden bile beter olan şeyin uykusuzluk ve bedenin her parçasının batması nedeniyle yaşanan uykuya dalma güçlüğü olduğunu söylüyor röportajında. Güç bela uykuya dalabilmiş, açlıktan ve zayıflıktan kendi kendine batan kırılgan bir beden dürtülerek uyandırılıyor... Tufan Taştan’ın hikayesinden yola çıkan kısa film bunu anlatıyor.

Fakat meselemiz kalp kırıklığı değil. Meselemiz, Nuriye Gülmen’in Ankara’da Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde başlattığı ve sonraki günlerde Semih Özakça’nın da katıldığı oturma eylemine, cüssesinin olanca iriliğiyle yanıt üretmekten hiç imtina etmeyen bir iktidar kullanımı. Bir orantısızlık, bir adaletsizlik... Sözünü ettiğim adaletsizlik yine de kalp kırmaktan, acı çektirmekten ya da toplumun azımsanmayacak bir kesimini her sabah ağzında berbat bir pas tadı ve kötü bir hissiyatla yaşamaya mahkum etmekten kaynaklanmıyor.

Zira Duyguların Kültürel Politikası adlı kitabında Sara Ahmed’in belirttiği gibi, adalet sadece duygularla ilişkili bir şey değildir. Kendimizi iyi hissediyor olmamız karşı karşıya olduğumuz belirli bir durumun adil olduğunu göstermeye yetmediği gibi, sadece kötü hissediyor olmamız da o durumun adaletsiz olduğunu göstermeye yetmez. Nuriye ve Semih’le ilgili adaletsizlik de, toplumun hiçbir üyesi onlar için acı çekmese, kötü hissetmese ve kalbi kırılmasa bile vahim nitelikte olan somut bir durumdan kaynaklanıyor.

İşlerinden atılmalarından önce, Nuriye, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde bir araştırma görevlisi. Semih ise Mazıdağı’nda bir sınıf öğretmenidir. Peki Nuriye ve Semih’in, hayatlarını düpedüz ortaya koyarak geri istedikleri şey bu sınıf öğretmenliği ve bu araştırma görevliliği midir yani? Evet, işlerini geri istiyorlar. Birinci neden bu ve bundan daha net, daha meşru ve daha anlaşılır bir şey yok. Nuriye, henüz dışarıdayken verdiği bir röportajda, “Nasılsın?” diye soranlara şöyle dediğini anlatıyor yüzünden eksilmeyen gülümsemesiyle, “Biz iyiyiz, direniyoruz. Ya siz?” Şunu ekliyor sonra, “Her gün bu bilgiyi tazelememiz gerekiyor. Bizi ihraç ettiler. Bizi atamazsınız!”

Onların eylemini sadece işini geri isteyen bir sınıf öğretmeni ve bir araştırma görevlisinin direnişi olmaktan çıkararak başka bir düzleme taşıyan da bu ifade: “Bizi atamazsınız.” Biz istesek de istemesek de Nuriye ve Semih hayatlarını ortaya koyarak bunu söylediğinde, hukuksuz biçimde işinden atılmış herkes için de hukuk ve adalet istenmiş, yapılan adaletsizlik görünür hale gelmiş oluyor.

Açlık grevi elbette her birimizin doğruluğunu ya da yanlışlığını müzakere etme hakkımızın olduğu bir direnme biçimi. Fakat artık gelinen nokta öyle bir nokta ki hakkımız sadece bu kadar. Hiçbirimiz artık sadece benimsediğimizi ya da reddettiğimizi kamusal olarak beyan edebileceğimiz soyut bir “açlık grevi” fikriyle karşı karşıya değiliz bence. Bir hakikatle karşı karşıyayız. Sahip oldukları en önemli şeyi, bedenlerini ve hayatlarını ortaya koyarak direnirken, adına ölüm denen uçurumun kıyısına gelmiş ve orada tutunmaya çalışan iki genç insana karşı söylüyoruz sözümüzü. Konuşmanın ya da susmanın artık buradan sürdürülmesi gerekiyor.

İhraç edilen kamu görevlilerinin birçoğu neyle suçlandıklarını bile bilmiyor fakat ortada ağır bir ceza var. İlk ihraçların üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, OHAL İnceleme Komisyonu, yalnızca bir ay önce itiraz başvurularını almaya başladı. Ufukta bir adalet tecellisi ihtimali görünmüyor ama diyelim ki öyle oldu. Hiçbir suçları yokken işlerinden atılanların, geçen zaman boyunca yaşadığı mağduriyet, sıkıntı, adaletsizlik ve evet kalp kırıklığı nasıl telafi edilecek? Bunların tabii ki hiçbir telafi imkanı yok. Nuriye’nin, Semih’in ve artık uzun bir süredir Esra Özakça’nın da sürdürdüğü açlık grevi kararının, böyle derin, süregiden ve süregidecek gibi görünen bir adaletsizlik karşısında alındığını –bu direniş biçimine ne kadar mesafeli olursak olalım- görmek durumunda kalıyoruz.

Nuriye ve Semih’in itirazlarının ve göreve iade edilme taleplerinin derhal ve acilen incelenmesinin önünde bir engel yoktu. Siyasi otoritenin hep kendi heybetini korumaya öncelik veren muazzam cüssesinden başka...

Bu cüsseden çıkan sese bakılırsa; öğretmenler, akademisyenler, sağlıkçılar ve birçok başka meslek grubundan binlerce demokrat ve muhalif kamu görevlisi, FETÖ’yle hiçbir ilişkileri söz konusu olmasa da başka terörist örgüt, yapı ve oluşumlarla birtakım iltisaklar içinde devlete ihanet etti. Peki bir ülkeyi bir cemaatle yıllar ve yıllar süren işbirliği sonucunda bir darbenin korkunç eşiğine getirenler, kandırılmış olduklarını kabul ettiğimizde bile yurttaşa ihanet etmiş olmuyor mu? Toplum hayatını basitçe, adil ve gürültüsüz bir biçimde yönetsin ve iyileştirsin diye görev verilenler, devletin tüm kurumlarına bir cemaatin üyelerinin yuvalanmasına izin verirken ihanet içinde değil miydi?

Bugün diğer cemaatlerle açıktan yürütülen flört de ortaya koyuyor ki, “devlete yuvalanma ya da yerleştirilme” normal karşılanmış. Gelin görün ki FETÖ bağlantısıyla yerleşenler, hiç de onların zannettiği gibi “muteber” çıkmamış. Kandırıldıkları nokta burasıymış yani! Oysa kamu kurumları, cemaat ya da tarikat üyeleri bu kurumlara yerleştirilsin diye emanet edilmez devlet yönetimine. Bu cemaatler muteber olsa da edilmez, olmasa da edilmez...

Şimdi işte bu vahim ve somut adaletsizlikler kıskacında, ölümün kıyısından çekip alınmalarını ve yeniden yaşamla buluşturulmalarını istediğimiz Nuriye ve Semih’in de iltisaklı oldukları yapıları görmemiz isteniyor. Bunu isteyenler ihraç edilmiş olan her birimize zaten “iltisaklı” dememiş miydi?

Atilla Taş’tan, Kadri Gürsel’e, Selahattin Demirtaş’tan Kemal Kılıçdaroğlu’na kadar birçok isme aynı suçlamaları yöneltmemiş miydi?

Su gibi berrak hayatları yıllardır gözlerimizin önünde akan arkadaşlarımız Özlem Dalkıran ve İlknur Üstün’ü ve insan hakları alanında çalışan diğer isimleri en ağır ithamlarla gözaltına alan ve sonra tutuklayan bu akıl değil miydi?

Adil bir yargılanma sürecini ve savunma hakkını içermeyen her tür ceza adaletsizdir. İhraçlar hukuksuz ve adaletsizdir.

O yüzden de şimdi, Nuriye ve Semih hâlâ yaşıyorken, başka hiçbir şeyi konuşabilecek bir noktada değiliz. Önce Nuriye ve Semih Yaşasın! Yaşatılsın.

Önce Yaşam.

Hepimiz için.

#NuriyeveSemihYaşasın

Tüm yazılarını göster