Nisan Dağ: Festivalleri boykot etmek, filmleri çekmek etkisiz!

Yönetmen Nisan Dağ ile ilk film, süreçler ve sansür meselesi hakkında konuştuk. Dağ, "Sansürle mücadelede yaratıcı, kıvrak zekâ ürünü çözümler gerekiyor" dedi.

Abone ol

Nisan Dağ ile ilk filmin teorisini ve pratiğini, bağımsız sinema mefhumunu ve sinemamızın dağıtım sorunsalını konuştuk. Konu sansüre geldiğinde Dağ, “Festivalleri boykot etmenin ve filmleri geri çekmenin maalesef yeterince etkili olmadığını geçen yıllardan bugüne uzanan süreçte gördük. Festivaller bizim alanımız ve sahaları boş bırakmamalıyız diye düşünüyorum. Alanımızın bu kadar daraldığı ve film yapmanın gittikçe zorlaştığı şu iklimde, boykot ederek kendimizi iyice kısıtlamış oluyoruz bence” diyerek görüşlerini açıklıyor.

Yönetmen Nisan Dağ

Kısa film yapım ve yönetim sürecinizin uzun metraj film yönetimine katkıları oldu mu? Nasıl geçti o süreç?

Elbette faydaları oldu, ancak uzun metrajın deneyimi farklı. “Deniz Seviyesi”ni çekmeden önce kendi kendime demiştim ki: “Dört kısa filmi peş peşe çekiyormuşsun gibi düşün Nisan.” Ancak öyle değilmiş, uzun metraj farklı bir stamina gerektiriyor. Biçim olarak da kısadan farklı, dolayısıyla mantığı da başka… Kısa filmlerin “uzun metraja basamak” gibi düşünülüp, azımsanması bana yanlış geliyor. (Uzun metraja yatırım bulmak amacıyla çekilen kanıt/konsept filmlerini tenzih ediyorum.) Seneye bir kısa film çekmeyi planlıyorum mesela, bana “uzun metraj yaptın ne uğraşacaksın kısayla” diyen sinemacılar oluyor, sığ buluyorum bu algıyı. Siz hiç roman yazan birine şiir yazma, sen roman yazdın der misiniz?

Yönetmenler ilk filmlerine her zaman ayrı bir önem gösterir. Yaşamları boyunca ilk yaptıkları filmle anılacaklarını düşündüklerinden diye sanıyorum. “Deniz Seviyesi” filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?

“Deniz Seviyesi”ni yapmak için Esra Saydam’la yola çıktığımızda 2012’nin başlarıydı ve henüz Amerika’daydık. İki farklı kültür arasında var olmaya çalışmanın mücadelesi ve bu sürecin bizde uyandırdığı hislerden yola çıkarak yaptık filmi. Esra da, ben de tarz olarak kendimizi bağımsız Amerikan Sineması’na yakın buluyoruz. Türkiye’ye döndüğümüzde bize ‘Amerikalı kızlar’ lakabı takıldı. Avrupa’nın arthouse dünyasıyla yıldızımız sanırım aynı sebepten pek barışmadı. Eğer Avrupalı bir ortak yapımcıyı dâhil etseydik onların lobileri sayesinde festival başarımız daha da iyi olabilirdi. Yine de kendi başımıza filmi iyi yerlere getirebildik diye düşünüyorum.

.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Kürt Sineması, Anadolu Sineması vs. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Ben filmlerimin uluslararası boyutta var olmasını hedefliyorum. Türkiye, hikâyeleri ve karakterleri bakımından çok zengin bir ülke… Bu coğrafyanın hikâyelerini anlatmayı seviyorum ancak filmlerimin farklı kültürlerde de karşılık bulabilecek evrensel bir yanı olması benim için çok önemli. Bağımsız Amerikan Sineması’ndan etkilendiğim için tarzım Türkiye’deki bağımsız filmlerde görmeye alışık olduğumuz estetikten oldukça farklı. Türkiye Sineması denince aklıma bu coğrafyanın insanının, buranın hikâyelerini anlattığı filmler geliyor.

Ancak maalesef, önümüzdeki yıllarda prestijli festivallerde boy gösteren ve Türkiye Sineması’na ait olması gereken filmler, Alman, Fransız ya da Belçika yapımı olarak karşımıza çıkacak. 2013’ten bu yana değişen konjonktürle beraber, birçok başarılı sinemacı artık Kültür Bakanlığı fonlarını alamıyor (ben dâhil) ve bu filmler Avrupalı şirketler tarafından finanse ediliyor. Bu durum gerçekten çok üzücü, özellikle de Türkiye’deki yapımcıları olumsuz etkiliyor.

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Öncelikle şunu belirteyim, güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalmak benim tercihim değil. Türkiye’de ciddi bir bağımsız film ve gişe filmi ayrımı var. Dağıtımcılar festival logolarını film posterlerine koymaktan çekiniyor. Festival filmlerine alerjisi çıktı toplumun, bunda seyirciyi hiçe sayan donuk filmlerin de suçu var bence. Üstüne bir de kültürsüzleştirme politikası binince artık ucuz komediler dışındaki filmler izlenmez oldu. Online platformların yaygınlaşması biraz rahatlattı diyebilirim.

“Deniz Seviyesi” gişeden çok BluTV’de ve Amerika’da Amazon’da seyredildi. Bonzai bağımlısı genç bir rapçinin öyküsünü ele alan ikinci uzun metrajım “Bir Nefes Daha” için de Netflix ve Amazon gibi platformlardan geri dönüş almayı umuyorum. Yapımcılarım Müge Özen ve Jessica Caldwell, riski azaltmak adına filmi yatırımlardan çok fonlar ve sponsorluklarla finanse etmeye çalışıyor. Bunun handikabı ise para arama sürecinin daha uzun sürmesi.

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

Senaryo yazmak uzun ve sancılı bir süreç benim için. İyi bir senaryo yazmak için en az bir yıl gerekiyor. Genelde 6 veya 7. versiyonda son şeklini alıyor film. Yazmak, nadasa bırakmak, tekrar yazmak, tekrar nadasa bırakmak gibi ilerleyen bir süreç… Karakterleri geliştirmek, onlarla kafamın içinde konuşmak, araştırma yapmak, dönüp “ben neden bu hikâyeyi anlatmak istiyorum” diye içsel arayışı derinleştirmek sürecimin parçası. Senaryo aslında beyaz perdeye varana kadar değişmeye devam ediyor. Oyuncuların karakterlere yaptığı katkılar, çekimlerde aniden gelen fikirler, kurgudan atılan veya yer değiştiren sahneler senaryoya son halini veriyor.

'KÜLTÜR BAKANLIĞI'NDAN DESTEK ALINAMAYAN  BİR DÖNEMDEYİZ'

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Bağımsız film yapmanın zorlaştığı yıllardayız. Sinemamıza uluslararası festivallerde prestijli ödüller kazandıran yönetmenlerin yeni filmlerine politik nedenlerle Kültür Bakanlığı’ndan destek alamadığı bir döneme girdik. Gişede geri dönüşü az olduğu için filmlerimizi özel yatırımcılarla finanse etmek de güç. Geriye Avrupa fonları kalıyor ancak Avrupa’yla ilişkilerimizi yokuşa sürdüğümüz için Türkiye artık Creative Europe’un parçası değil. Dolayısıyla projelerimizle ortak yapım marketlerine başvurmak ve Eurimage, Cinema Du Monde gibi fonlara başvurabilmemizi sağlayacak Avrupalı yapımcılar bulmamız gerekiyor. Kitlesel fonlama kampanyaları ve sponsorluklarla da film yapılabilir ancak bu durumda ciddi bir bütçe kısıtlamasına gidilmesi gerekiyor. Yine de çabalamaya ve inanmaya devam etmeli, pozitif kalmalı ve hayal kurmayı asla unutmamalıyız diye düşünüyorum.

Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?

En sevdiğim yönetmen diye ayırdığım tek bir isim yok ama farklı tarzları olan ve filmlerini keyifle izlediğim yönetmenler var. Kubrick, Scorsese, Fellini, Gus Van Sant, Spike Jonze ve Sofia Coppola filmlerini severim. Bu aralar beğendiklerimi düşününce ilk aklıma gelenler Andrea Arnold, Gaspar Noe ve Spike Lee. Eğer seçme şansım olsaydı, Good Will Hunting’deki meşhur bar sahnesini çekmek isterdim. Sırf Marlon Brando’yla çalışabilmiş olmak için On the Waterfront’u da çekmek isterdim aslında.

Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Hangi sinema okulundan bahsettiğimize göre bu sorunun yanıtı değişir. Benim Amerika’da Columbia Üniveristesi’nde aldığım eğitim çok faydalı oldu. Belki kendi çabalarımla 10 senede alacağım yolu, birkaç senede kat ettim. Okul bana vizyon kazandırdı. Bir de ‘yeterli’ noktasına zaten hiç varılmaması gerektiğini düşünürüm. Öğrenmek okul sonrasında da devam eden bir şey... Kendini geliştirmenin sonu yok. Eğitim de olmazsa olmaz değil bence sinemada, özellikle bu çağda. İnsanın içinde tutku olsun yeter.

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Benim gözümde yapımcı yoldaştır, kafa kafaya verip güç alabileceğim kişidir. Filme inanan, yönetmenin heyecanına ortak olan, yönetmeni dengelemesi ideal olan, filmi gerçekleştirmek için uğraşan ve yaratıcı vizyonuyla filme katkıda bulunan kişidir. Yeni filmim “Bir Nefes Daha”nın yapımcıları ile böyle bir ilişkim var, bu yüzden çok şanslıyım. Genelde yapımcı filme para koyan kişi olarak görülüyor, o daha çok yatırımcı yapımcılık diyebiliriz. Yapımcının da çeşitleri var, idari yapımcı, yürütücü yapımcı, yaratıcı yapımcı...

'KENDİMİ YÖNETMEN KADIN OLARAK GÖRÜYORUM'

Medya sektörünün kadına bakış açısı belliyken, kadınların, sinema ve dizi sektöründeki varoluşu konusunda ne düşünüyorsunuz? ‘Kadın’ kimliğinizden dolayı ayrımcılığa maruz kaldığınız oldu mu?

Kendimi kadın yönetmen olarak değil, yönetmen kadın olarak görüyorum. Kadınlığım yönetmenliğimin bir sıfatı değil çünkü. İnsan olduğum yerden üretiyorum. Ayrımcı bakış açısının dünyada giderek azalacağına inanıyorum ama Türkiye’yi ayrı tutuyorum tabi çünkü biz maalesef bu konuda geriye gidiyoruz.

2016 senesinde Su Baloğlu ve Esra Saydam ile beraber Film Fatales Istanbul adında yeni bir oluşum başlattık. Merkezi New York’ta olan, dünyada 16 farklı şehirde 500’ü aşkın üyeye sahip bir sinemacı kadın kolektifi Film Fatales. Hedeflerimiz, sinemacı kadınlar arasında dayanışmayı kuvvetlendirmek, yönetmen kadınların sektörde güçlenmesini ve kadın perspektifinin beyaz perdede daha çok yer bulabilmesini sağlamak.

Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir? Yanı başımızda yıllardır sansüre karşı mücadele eden ve başarı gösteren İran Sineması örneği varken, sizce Türkiye Sineması sansüre karşı bir başarı sağlayabilecek mi?

Sansürle mücadelede yaratıcı, kıvrak zekâ ürünü çözümler gerekiyor. Antalya’da Ulusal Yarışma’nın kaldırılmasına tepki olarak bu sene Beyoğlu Sineması’nda 54. Ulusal Yarışma adı altında festival düzenlenmesi şahane bir girişim oldu mesela. Umarım başarılı olur. Festivalleri boykot etmenin ve filmleri geri çekmenin maalesef yeterince etkili olmadığını geçen yıllardan bugüne uzanan süreçte gördük. Festivaller bizim alanımız ve sahaları boş bırakmamalıyız, diye düşünüyorum. Alanımızın bu kadar daraldığı ve film yapmanın gittikçe zorlaştığı şu iklimde, boykot ederek kendimizi iyice kısıtlamış oluyoruz bence.