Nesilden nesile, şahanesin 'Türkiyem'

Buralılar Türkiye’yi Türkiyem yapıp şahıs malı haline getirmeye kalkınca her yerini birden sahiplenmeleri mümkün olamıyor haliyle. Orası orada kalıyor. Oralılar “e, burası da bizim burası” derlerse hapse giriyorlar. Yani buralılar oralılara diyor ki: Biz buraya burası diyebiliriz, ama siz oraya burası diyemezsiniz.

Ümit Kıvanç yazar@gazeteduvar.com.tr

Evet, “Türkiye’m” değil, “Türkiyem”. O öyledir. Apostrofsuz. (Buna “kesme işareti” demeye dilim varmıyor. Gerçi beriki de Yunan asıllı Rus subayı soyadı gibi ya da bir Rus romanında olmadık zamanlarda ortaya çıkıp işleri karıştıran münasebetsiz yan karakter olabilir; fakat “kesme işareti”nden insan şöyle uzun şekil, keskin kenar falan bekliyor.) “Türkiyem”, hayli kullanışlı bir deyim. Terim. Hepsi. Daha da çoğu. Bir duyuru. Bir niyet ilanı. Bir konum bildirimi. “Türkiyem, Türkiyem” diye konuşanın başka sahtekârlıklar da yapabileceğine gidiyor derhal aklım. Kendime, yahu, bir dakika, belki de sahtekâr değildir, deme ve tereddüdü aşma şansı bile tanıyamıyorum. Çünkü zihnim, ruhum ve bütün benliğim tereddüt ve tedbir aşamasını yok sayıyor. “Türkiyem Türkiyem” diye konuşuyorsa sahtekârdır veya en azından şu anda rol yapıyor, diyor içimdeki ses. Bu yüzden, birisi böyle der demez, ceplerimde her ne varsa yerinde duruyor mu diye kontrol ediyorum, evdeysem kapıyı pencereyi, sahtekâr ekrandan sesleniyorsa televizyonu kapatıyorum. Hattâ diyebilirim ki, sırf birileri karşımıza geçip böyle konuşacak diye zaten hiç açmıyorum. Hayır, kapıyı açıyorum elbette, televizyonu açmıyorum.

Fakat işte, kader!.. Heyhat! Kalkıp bu lafı yazımda geçiriyor, yetmezmiş gibi başlığa çıkarıyorum. Niye? Çünkü mecburum. Çünkü bu meram başka türlü anlatılamaz. Apostrofu kaldırıp atıp o m’yi bağrıma basmadan gerekli vurguyu yapamam. İliğimizi sömürerek servet yapmış adamların suratımıza baka baka “Türkiyem”i -bizimkini değil tabiî, kendisininkini- nasıl da sevdiğini, Türkiyem’i için öleceğini falan anlatması karşısında, iç organlarımızın hangisinden başladığını kestiremediğimiz ama bedenimizin bilumum geçit ve bölmelerini sarıveren o bulantıyı Türkiyem’e Türkiye diyerek canlandıramam. O bulantı ki, insanı intiharın veyahut katil olmanın eşiğine getiriverir. Bulantı nedir tanımayan bir tür var, onlar da ihale alır.

Twitter’da benden çok genç birinin şöyle bir mesajına rastladım: “Bir ülkenin çocukları panzerlerin altında kalıyorsa, cezaevlerinde doğup büyüyorsa, babalarını ekonomik intiharlar sebebiyle kaybediyorsa… Meteor falan mı düşmeli doğrudan başımıza?”

Nasıl üzüldüm, anlatamam. Üzüldüm demem doğru mu, onu da bilemiyorum. Zira duyduğum hissin üzüntü olduğundan emin değilim. İçinde üzüntü vardı, eminim de, daha çok bir karışımdı sanki. Karışımım! Dalaveracı Türkiyemci zevatın bünyede uyandırdığına benzer fakat bulantısız iğrenme geri planda kendini hissettiriyordu. Onu da teşhis edebildim. Bulantı yerine, düz intihârî değil de daha çok intihar eylemcisininkine benzediğini sandığım iç sarsıntı vardı. İntihârîlerin ikiye ayrıldığını da size böylece izah etmiş olayım: düz intihârî ve dolambaçlı intihârî olmak üzere iki cinsi vardır, kışın sürüler halinde dolaşmazlar, kıyılarda ve iç bölgelerde görülürler.

Başka ne vardı karışımda? Karışımımda? Sabrın bir safhadan sonra derhal kırılması gereken cendereye dönüştüğü yollu kadim bilgi mi? Dönüştüğü şey cendere değil roket rampası da olabilir gerçi. Hepsinin üstüne krema gibi yayılmış, muazzam bıkkınlık.

Meteordan umudunu kesmiş biriyim. Meteorumdan. Adalet isteyene şu dünyayı yâr etmeyeceklerini, elinde imkân -iktidar- olanların bunun için en akla gelmedik üçkağıtları ve zulümleri yapabileceklerini gördükten, bizzat yeryüzü adaleti için beraber uğraştığımı sandığım insanların aslında adalet diye derdinin olmadığını kendi kafama vura vura idrak ve kabul ettikten sonra meteor gözlemeye başladım. Kuş gözlemcileri gibi. Manyak mısın, dediler, meteor uğruna bu sıfatı kolaylıkla kabulleneceğimi görünce bari teleskop almamı önerdiler. Fakat ben meteorumu öyle seviyordum ki, eğer sahiden gelecek ve bu rezalete son verecekse gelişini hissedeceğimden ve onu herkesten önce çıplak gözle göreceğimden emindim. Yıllar boyunca her “bir cisim yaklaşıyor” haberini sevinçle karşıladım. Heyhat! (Heyhatlar ülkesi: Türkiyem!) Gerisini biliyorsunuz. Yalnız vazgeçmiş değilim. Ve güncel gelişmeleri yakından takip ediyor, yıldızların uygun açıyla yerleşmelerini kolluyor, meridyenlerimi kaydırmamaya özen gösteriyor, pozitif enerji peşinde koşuyor, dengemi sağlıyor, çakralarımı akşamdan açıyorum. Yani arzumun çekim gücüyle bazı gök cisimlerini bu tarafa yönlendirebileceğimi umuyorum.

O mesajı okuyunca, başka ne olmuştu, diye geçti aklımdan. O aklımdan, zaten, geçmeyen kalmıyor böyle hafıza dürtükleyici probiyotik ataklar esnasında. (Bu tâbirden emin değilim, ama onu da öğrenir, size aktarırım, merak etmeyin.) Biz başka neler görmüştük? On iki yaşında on üç mermiyle delik deşik edilen Uğur Kaymaz? Kimler oralı olmuştu? Buralılar olmamıştı. Çünkü Uğur’cuk oralıydı. Anasının parçalarını çayırdan eteğine topladığı Ceylan Önkol? Askeriyenin “öngörülebilir zayiat”ı sayılmasının yanısıra, Ceylan’cık da oralıydı, buralılar oralı olmamıştı.

Buralılar oralı olmuyor. İşte bütün mesele! Kafatası yerine torbaya konup kargoyla gönderilmiş kemikleri tutup kaldırarak bunu dese buranın prensi? Anasının cesedini buzlukta sakladığı Cemile Çağırga da vardı? O da oralıydı. İşte bir sürü oralı çocuk… Çoluk çocuk oralılar…

Mesajda cezaevinde büyüyen çocuklardan da bahsediliyor. Cezaevinde yaşlanıp ölenler de onların yetişkinlik hali. Hastalar. Hiçbir suçu günahı olmadığı halde ömürleri gasp edilen arkadaşlarımız, eşimiz dostumuz, memleketin değerli insanları, seçilmiş siyasetçiler. Halbuki aralarında buralılar da var! Buralılar oralılarla beraber hapse girerse oralı sayılır. Hapisteki buralılar için de oralı olunmaz.

Ve işte, Türkiyem de buralı. Türkiyem Türkiyem diyen, nal gibi taşlı “Doğal Damla Kehribar Taşlı Zirkon Taş Mıhlamalı 925 Ayar Gümüş Erkek Yüzük” (859.90 TL) veyahut “Oğuz Kağan Mührü Gümüş Erkek Yüzük” (650.00 TL) geçirdiği dolma parmağını doğru yere basıyor: Türkiye, orasıyla burasıyla yaklaşık 800 bin kilometrekarelik memleket; lâkin Türkiyem’e orası dahil değil. Buranın ormanı yanarsa orman, oranınki yanarsa terörle mücadele. Burada sokakta oynayan çocuğa ya artistlik peşindeki kendini bilmez acemi külhanbeyi modifiye arabasıyla çarpar ya da hafriyat kamyonu. Orada şehir içinde olmayacak hızla giden zırhlı araç. Burada arabasıyla, kamyonuyla insana çarpıp öldürenin ceza görmesi ihtimali vardır. Kesin değildir, çünkü çarpan muktedirler nezdinde muteber biri -veya oğlu, eşi, kardeşi, yakın dostu, vs.- olabilir. Ama vardır. Orada çocuklara çarpıp çarpıp öldürenlerin ceza görme ihtimali yok. Zira çarpanlar ceza verilirse moralleri bozulup kederden terörle mücadele edemez hale düşecek devlet görevlileri ve olmayacak yerde olmayacak hızla yol almaları “emniyet için” verilmiş talimat icabı olsa gerek. Peki, talimat ne olursa olsun, zırhlı araçları kullananlar sokaktaki çocukları kollayamazlar mı? Hastalanan kedi yavrusu için ortalığı ayağa kaldıran hayvansever cemaati kurşuna dizilen katırları hayvandan saymazken zırhlı araç sürücüsü niye uğraşsın ki bununla?

Görüldüğü üzere, her şey mâkûl bütünlük oluşturuyor. Buna kısaca bölücülük diyoruz. Buralılar Türkiye’yi Türkiyem yapıp şahıs malı haline getirmeye kalkınca her yerini birden sahiplenmeleri mümkün olamıyor haliyle. Orası orada kalıyor. Oralılar “e, burası da bizim burası” derlerse hapse giriyorlar. Yani buralılar oralılara diyor ki: Biz buraya burası diyebiliriz, ama siz oraya burası diyemezsiniz. Biz orada istediğimiz araçla istediğimiz hızla dolaşırız. Yolumuza çıkmayın. Çocuklarınıza bisiklet almayın, sokağa bırakmayın. İlle çıkacaksanız da biz gelirken çekilin. Buna da kısaca bölücülük diyoruz. Ayrımcılık da diyebilirsin Türkiyem.

Ayrımcılıkların en büyüğü. Başına ne geliyorsa ayrımcılıklardan geliyor. Yine de sen bilirsin Türkiyem. Fakat bu durumda 6-7 Eylül’ün yıldönümünde senden kutlama beklerdik. Hattâ yağmanın merkezi İstiklal Caddesi’ne sahne kurulabilir, herkes eskilerini getirip yola döker, o millî şahlanış gecesi canlandırılabilirdi vals yapmadan. Belki bazı minik kundaklama, tecavüz, cinayet skeçleri de sahnelenebilirdi, kırık kepenkler, cam kırıkları ve dökülüp saçılmış eşyadan dekorlar arasında. Millî şahlanmalar hebâ olup gitmesin.

Ne diyorduk? Meteor mu diyorduk? Gelmiyor, Türkiyem! Belki de meteor sensin, Türkiyem…

Tüm yazılarını göster