Nasıl bir dünyaya döneceğiz?

Umut edebiliriz ki, salgının yolaçtığı afet hali, evlerine kapanmış insanlarda bu tür hayalleri uyandırabilir, besleyebilir. Böyle olursa bundan ne sonuç doğar, gerçekte dünyadaki düzenin motoru olan dinamik, becerikli orta sınıf kadrolar ağırlıklarını ne taraftan yana koyar? Büyük ölçüde dağıtılmış, “vazgeçilmez emek unsuru”nu temsil edip etmedikleri şüpheli hale gelmiş emekçi sınıf örgütleri birden başka türlü bir uyanışa geçer ve henüz ekonomide hesaba katılması gereken bir rol oynayabilen geniş emekçi kitlelerinin desteğini ve enerjisini yeniden kazanabilirler mi?

Ümit Kıvanç yazar@gazeteduvar.com.tr

Korona virüsü ya da bilimsel adıyla Covid-19’un “demokratik bir virüs” olup olmadığını tartıştığı yazısında Evren Balta, “Dünya bu krize çok şansız bir döneminde yakalandı,” diyor. “Siyasetçilerin kamu baskısını takmadan kafasına göre takıldığı, gerçekliğin sorgulandığı, bilimin söz oluşturmada önceliğinin geniş kitleler açısından tartışılır hale geldiği, kurumların güvenilirliğinin zedelendiği ve içlerinin boşaltıldığı, sorumluluk ile siyaset arasındaki bağın koptuğu, küresel işbirliğinin azaldığı bir dönem bu.” Ona göre, “olağanüstü kutuplaşmış siyasal sistem”, “siyasî iktidarın yaptığı her şeyin otomatik olarak yanlış olduğunu düşünenler”, “her tür salgının Rockefellerların evlerinin alt katındaki labarotuvarda yapılan bir sosyal deney olduğunu iddia eden ve her şeyi hafife alan kitleler” ve “elinde akıllı telefonla, duyduğu her bilgiyi gerçek sanan, hayatını endişe etmek ve endişeyi ancak biliyormuş gibi yaparak geçirebilen milyarlarca insan”ı, manzaranın tamamlayıcıları olarak bunların yanına katmak gerekiyor. Şu soruya varıyor, Evren’in ardarda dizdiği olgular: “Herhangi bir salgın, gelişip serpilmek için bundan daha mümbit bir iklim bulabilir miydi?”

Sahiden, bulabilir miydi?

Buna karşılık, insanlığın hiç azımsanmayacak kısmının, bu zamâne kusurlarından epeyce uzak, akıl-mantığa, sistemli ve bilimsel çalışmaya, belki daha önemlisi, dayanışma ruhu ve fikrine yakın olduğu da böyle afet hallerinde ortaya çıkıyor. Virüs salgını haberlerinin hemen hepsinde, insanlığın iki yüzü birarada seçilebiliyor. Diş geçirebildiği kimseye herhangi hak-hukuk tanıma niyetinde olmayan, servet ve kudret sahibi, büyük şirketlere ve büyük silahlı güçlere hükmeden muktedir zümre bir yanda, yaşamaları ancak başkalarının sunacağı çare ve imkânlara bağlı olan, kendilerine bunların sunulup sunulmayacağını bilemeyen, zaten yoksunluk içinde sürdürdükleri yaşamlarının ortayerine koca kaya gibi yuvarlanmış varoluş endişesinin altında ezilen geniş kitleler öbür yanda.

Hastaları iyileştirmek, virüse çare bulmak için didinen, yardıma muhtaçlar için koşuşanlar, afet halinin getirdiği doğal sonuç olarak, muhtaçların, kudretsizlerin safında. Olağan zamanda muktedirlerin hizmetindeler ve onlarla birtakım ayrıcalıkları paylaşabiliyor ya da bunların benzerlerine ulaşmayı hayat gayelerinden sayıyorlar, ancak böyle durumlarda, aksi davranış varoluşlarının inkârı olacağından, toplumsal iktidarın paylaştıkları kısmını kudretsizlerin hizmetine tahsis ediyorlar. Kısmen, diyelim yoksul ülkelerden ülkelerine akan göçmenler, sığınmacılar konusunda kapanmacı totaliter muktedirlerle ve destekçi kitleleriyle aynı yaklaşımı paylaşabilirler. Ancak çaresizlik içerisinde kendilerini çürük botlar üzerinde çoluk çocuk Akdeniz’in dalgalarına teslim eden, silahlı muhafızların şiddetine mâruz kalmayı göze alarak sınırlardaki dikenli telleri yarmaya kalkışan, yüksek duvarlara tırmanmaya çalışırken düşüp ölen insanlara yönelik hassasiyet de yine alt orta sınıftan üst orta sınıfa uzanan bu kesim içinde büyüyor, yayılıyor, etki ve etkinlik yaratıyor. Ve ne muktedir ne iktidarsız olan bu kesimi ikiye bölüyor.

Öyle görünüyor ki, tepedeki “yüzde bir”in “en alttakiler”e yapabileceklerini bu geniş orta sınıfın ne kadarının kapanmacı otokrasilerin kitle desteğine katılacağı, ne kadarının hak-hukuklu, adaletli, görece eşitlikçi dünya için saf tutacağı belirleyecek. Zira “en alttakiler”in geleceği, önümüzdeki yılların en hayatî konularından biri olacak ve bugünün koşullarında, bütün ezilenleri yeni bir toplum tahayyülü peşinde biraraya getirebilen, harekete geçirebilen, kendini dönüşümün öznesi kılabilecek bir hareket yok. Bugünkü göçmen akınının ortaya çıkardığı manzaralar, yakın geleceğin insânî felaket hallerinin fragmanları sayılabilir.

FOTOĞRAF KARESİNDEKİLER 

Kabul edelim ki, Ankara’nın bir nevi şantaj malzemesi olarak kullanmak maksadıyla özel olarak sınıra yığdığı müstakbel mültecilere karşı Yunanistan sınırına Frontex’in savaşçı muhafızlarını dizen Avrupa, salgın karantinası yüzünden “kapanan” şehirler ve ülkelerle aynı fotoğraf karesine oturabiliyor. Hepsinden bir tecrit fikri ve başkasını istememe ve yabancıyı uzak tutma kaygısı fışkırıyor. Tercih sonucu veya zorunlu; fışkıran bu.

Bu noktada belki gelişmiş ülkelerin kendi içlerindeki “en alttakiler”i konu etmek yakışıksız görünebilir. Değil. Eşitlikçi toplumsal muhalefet hareketlerinin, özellikle sosyalistlerin bir türlü gündemlerine alıp gereken ciddiyeti göstermedikleri olgu, yoksulların, “emekçilerin” giderek artan bölümünün güncel kapitalist ekonomi ve teknoloji için “yararsız-gereksiz” hale gelişi, pek yakın geleceğin en büyük güncel sorunlarından olacak.

Salgın bağlamında Evren Balta, toplumda genel sağlık sorunları varsa ayrıcalıklıların da bundan bağışık kalamayacaklarına işaret ederken, “Kapınıza gelen postacı sağlıklı değilse siz nasıl sağlıklı kalabilirsiniz?” diye soruyor. Ancak bu soru, ilk bakışta tuhaf, ama hakikiliği giderek görünür hale gelen, can acıtıcı bir başka soruyu doğuruyor; meşum soruyu: Postacıya ihtiyaç var mı hâlâ? Amazon’un drone ile evlere paket servisi yapacağı yollu haberleri okurken silik gölgeleri aklımızdan geçiyor belki, bu yöndeki soruların. Yaşanan teknolojik gelişmenin yönü, hızı ve çapı siyasî tartışmanın aslî konularından olamıyor, ne yazık ki.

GEREKSİZ-YARARSIZLAR 

Yalnız emekçilerin gelişen teknoloji tarafından ekonomi-dışı bırakılacak kısmı değil, gereksiz-yararsız görülüp dışlanacak olan. Birilerinin ekonomi-dışılığı, “maksimum kâr” âlemi için gereksizliği, yararsızlığı konu edildiğinde ilk akla gelen, ama insanlığın hatırı sayılır bölümü birtakım insanca kaygıları hâlâ taşıdığından sözü edilmeyen mâlûm kesimi kastediyorum: Yaşlılar. Maalesef virüs salgını yaklaşan tehlikeye fazla acımasızca ışık tuttu. Virüs en çok yaşlıları öldürüyor. Bağışıklık sistemleri başka nedenlerle zayıf düşmüş olanlarla birlikte. Bu, şimdiye kadar “gereksiz nüfus”u ekonominin sırtından atmayı kimbilir kaç defa aklından geçirmiş yerleşik düzen iktisatçıları ve CEO’lar şunlar bunlar tarafından tam anlamıyla “Allah’ın lütfu” olarak görülmüyor mudur? Birilerinin zihninde, “hazır başlamışken…”li müstakbel girişimler şekillenmiyor mudur? Ekonomiye gereksiz herkesin, imha edilmeseler bile hayatın dışına itilmeleri, “ekonomi”nin onlara bakmakla sorumlu olmadığı, kapitalizmin temel önermelerinin kaçınılmaz kabûlü, mantıkî sonucudur aslında. Bunun şimdiye kadar açıkça savunulamayışının kapitalizmin içerdiği herhangi bir insancıllıkla ilişkisi yok, her egemenliğin bir ölçüde toplumsal rıza üretmek zorunda oluşuyla ilgisi var. Emekli maaşı kapitalist toplum için ancak yüktür. Bunun gibi müesseseleri işçi-emekçi hareketleri türlü mücadelelerle dayatıp kabul ettirdi, “sosyal devlet” mücadelenin sonucu uzlaşma ile şekillendi. Kapitalizmin egemenlerinin fırsatını buldukları anda her türlü sosyal devlet kurumunu ortadan kaldırışlarına bizzat şahit oluyoruz.

Virüs salgını tedbir olarak iki temel insan davranışını zorunlu kılıyor: Bireylerin, en fazla ailelerin evlerinde birbirinden tecrit edilmesi ile acil tedavi için seçmek zorunda kalındığında yaşlıların gözden çıkarılması. Hastanelere hasta hücumu karşısında doktorlar savaş zamanlarına özgü kararlar vermek zorunda kalıyorlar. Önlerindeki iki kişiden yalnız birini kurtarabileceklerse genç olanı seçiyorlar.

Bunlar bu şartlarda zorunlu kabul ediliyor. Oysa elbette ABD, Almanya, Fransa gibi devletler beraberce el atsa, İtalya’da iki haftada -Çinlilerin yaptığı gibi- beş-on sahra hastanesi kurulabilirdi. Salgının henüz yaygın olmadığı ülkelerden doktorlar, sağlıkçılar ihtiyaç neredeyse oraya yönlendirilebilirdi. Başta ABD başkanı koltuğuna oturması gelmiş geçmiş en büyük rezaletlerden biri olan küstah, şımarık dalaveracı, sorumsuz otokrat özentilerince tukaka edilen uluslararası kuruluşlar, Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler bu işlerde hayatî roller oynayabilirlerdi. Oynayabilirler de.

Ancak bunun için bambaşka “devlet felsefeleri”, başka türlü toplumsal tahayyüller, değerler, insan haysiyeti kavramı etrafında şekillenmiş hayat gerekiyor.

Umut edebiliriz ki, salgının yolaçtığı afet hali, evlerine kapanmış insanlarda bu tür hayalleri uyandırabilir, besleyebilir. Böyle olursa bundan ne sonuç doğar, gerçekte dünyadaki düzenin motoru olan dinamik, becerikli orta sınıf kadrolar ağırlıklarını ne taraftan yana koyar? Büyük ölçüde dağıtılmış, “vazgeçilmez emek unsuru”nu temsil edip etmedikleri şüpheli hale gelmiş emekçi sınıf örgütleri birden başka türlü bir uyanışa geçer ve henüz ekonomide hesaba katılması gereken bir rol oynayabilen geniş emekçi kitlelerinin desteğini ve enerjisini yeniden kazanabilirler mi? Yeryüzünün “alttakiler”i, “işçi sınıfı” gibi, günün koşullarına göre fazla dar kaçan bir tanım yerine, “dünyanın ezilenleri” gibi bir anlamla doldurmaya çalıştıkları yeni bir kimliğe kavuşup, zaman zaman giriştikleri haysiyet mücadelelerini topluca radikal değişim uğraşına dönüştürebilirler mi?

Uzak gelecekten bahsetmiyoruz. Virüs salgını dolayısıyla yaratılan ortamı, bir defa daha tekrar edeyim, “Allah’ın lütfu” sayacak gayet güçlü ve kötü niyetli bir zümre, “insanlık”ın “gereksiz-yararsız” -ve tabiî toplumsal yükler getiren, mesele çıkaran veya çıkarabilecek olan- kısmından kurtulmak için, ıskartaya çıkarılacak olanı seçmenin doğallaştığı, bireylerin artık “toplum” bile oluşturamayacak şekilde tecritli yaşadığı ortamdan “normal zaman”a uzantılar çıkarmak için uğraşacaktır.

Büyük ihtimaldir ki, karantinadan çıktığımızda döneceğimiz ortam, her şeyiyle, evlere kapanırken bıraktığımız yer olmayacak.

Tüm yazılarını göster