Müslüm ve Muhterem kavşağında aşk

Bu karanlık ve puslu mevsimlerde temayüz eden aşk, ülke zindanlarındaki göğe bakma duraklarına uçurulan bir güvercindir… Ve dahi, ruhları üşüten yaz ayazlarında üstüne beton dökülmüşlerin gönüllerine fasılasızca akan coşkun bir şelaledir.

Abone ol

Fatma Zehra Fidan

Müslüm ve Muhterem arasındaki aşk, aşkın ne’liği ve imkanı üzerine bir kere daha düşündürmesi bakımından, Müslüm filminin en can alıcı teması olarak öne çıkıyordu. Toplum dünyasının aşka dair kurallarını ters yüz eden bir platformda gerçekleşir gibi görünse de, bizi can evimizden vuran aşkın kendine özgü görünümlerinden sadece biriydi.

Aşk, insana dair hallerin belki de en karmaşık olanı. Aşkın tezahürü insan varlığının kadim tarihine denk düşen kökeniyle de çelişkili; eskimeyen, alışılmayan, sıradanlaşmayan, binlerce yıldır sözün konusu olmasına rağmen bilin(e)meyen haliyle…

Diotima’dan Spinoza’ya, Said Nursi’den İbn-i Arabi’ye uzanan bir sarkaçta irdelenen aşk, ortak nitelemelerde birleşse de, her bünyede farklı temayüz edişiyle esrarını korumakta. İnsan varlığının çeşitliliği mukabilinde tezahürü olduğu için belki, aşktan konuşmak hiç tek düze gelmez bize. Aşk deneyiminin bilindik yanları varsa da, bilinmedik yanları ve insanı koyduğu haller parmak izi gibi kendisine özel.

Bütün canlılarda en temel yönelim olan ölümsüzlük arzusunun farklı duygu biçimleriyle görünür olduğunu savunan Diotima, konu gerçek aşk olduğunda, zahiri güzelliklerin fenasından geçip hakiki güzelliklere ulaşma konusunda farklı çağlardaki düşünürlerle çakışacaktı. Spinoza, İbn-i Arabi ve Said Nursi hep bir ağızdan fenadan bekaya geçmenin aşkınlığından ve insana sağlayacağı özgürlükten dem vuruyordu.

Değişmeyen, eskimeyen, özünde çirkinlik barındırmayan bu kendinde güzellik, eskimeye, değişmeye, çirkinleşmeye mahkum zahiri güzelliğe ve bedensel hazza bina edilemezdi. Lakin insan her daim oluş sürecinde olduğu için, zahirdekini hakikat zannedip gönül düşürür, sonra kendi oluşuyla ilgili önemli bir hakikate uyanırdı. Uyanılan her hakikatin insanî oluşun hangi basamağına tekabül edeceği ise, yine her insana göre değişen durumlardı. Kimisi gözünü hakikatte açarken, kimisi uyandırıldığı her basamakta yeni bir uykuya talip olacaktı.

Diotima, Spinoza, İbn-i Arabi, Nursi ve bu minvaldeki pek çok düşünürün, insanın kendi tarihi kadar eski ve kökleşmiş kölelik biçimlerinden kurtulması için hakiki aşka ulaşma koşulunu işaret etmesi tesadüf olmasa gerektir. İnsan özgürlüğü için tehlike çanlarının çalması insanın doğum anına, belki daha da öncesine tekabül eder. Koskoca bir kültür ve tarih birikimine doğan insan, neyden nasıl özgürleşmesi gerektiğini öğrenemeden bile varoluşsal zeminini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. İnsanı insan yapan en temel edim olan kendi üstüne düşünme süreci ne kadar özgür bir ortamda oluşabilirse, insan için özgürleşme mücadelesi o kadar erken başlayabilecektir.

Aşk, bu bağlamdan bağımsızlaşmış değildir; insanı özgürleştiren ve sınırsızlaştıran bir büyü olmasına karşın, o, toplumsal kurallar yığınına doğar. Aşkın akıldan ve kurallardan bağımsızlığı ölçüsünde akla dayanan kurallarla kuşatılmışlığı, onu besleyen ve zenginleştiren iç çelişkilerinden biri olsa gerek.

Batı felsefesinin ve doğu mistisizminin birleştiği ortak noktalardan bir diğeri, aşkın, kâinattaki bütün varlıkları aydınlatan bir nur ve onları bir araya toplayarak kendinde işleyiş kazandıran kutsal bir tutkal oluşudur. Aşkın merkezine koyulan tevhit, (tevhit; insanı zorunlu olarak aşka götüren oluş noktası) kâinatı kapsamına alan bir bütünlükten söz ettirir; tıpkı Tanrı gibi kâinat da birdir ve kendi birliği içinde bir bütündür. Bu bütünü meydana getiren parçalar, kendi tekliği ve bütünlüğü içinde kendini oluşturan bütünün ayrılmazlarıdır. İşte bu parçalardan biri olan insanı tümleyen bir “diğer yarı” vardır; aşk bu bütünün tümleyicisi olarak kaçınılmaz, kaçılmaz olandır ve insanî oluş sürecinin en temel mayesidir.

İbn-i Arabi, nebinin, bu bütünlüğün diğer yarısı olan kadınlara duyduğu sevgisinin özünün hakka dair olduğunu söylüyor, kadının insan türünün aslı olması bakımından, İslâm peygamberinin dişil olanı eril olandan üstün tuttuğunu iddia ediyordu. Bununla da kalmıyordu Arabi; işi, kadınlara sadece şehvet yoluyla ilgi duyanların şehvetlerinin dahi eksik kalacağına kadar vardırıyordu, çünkü ona göre, bu durumda sevgi duyulan kadın ruhtan yoksun bir surettir ve ruhun girizgâh yap(a)madığı bir duygu ise eksik kalmaya mahkumdur.

Tam da burada, Müslüm ve Muhterem kavşağında kalbimizin en mutena köşesine dokunan aşkın merkezleştiği nokta temayüz ediyor gibidir. Ten, tinden ayrı düşünülemez; ten tinin aydınlattığı bir mekandır özünde. Kişisel tarihlerinde yaşadıkları acıların ortaklığı, ruhların aynı veya benzer potalardan geçirilip oluşa hazırlanması, insanlı dünyanın görünüşe dair bazı kurallarını daha var olamadan yıkıp atmıştır bu aşkta. Çünkü bu aşkta tenin tinle aydınlanışı özneler tarafından idrak edilmiş, bedene ve bir olmaya dair ölçü namına ne varsa aşkın ölçüsüzlüğüne mahkum olmuştur. Platon’un Agathon’a söylettiği sözün yeri sanki burasıdır: Aşka herkes bir şekilde boyun eğmek zorundadır.

Aşkın ölçüsüzlüğünden dem vurduğumuzda, “ölçü nedir” gibi bir soruya hazırlıklı olmak gerekir. İki insanın kendi öznellikleri içinde “bir”leşmeleri için “doğru” bulunan ölçü nedir, ilişkiyi kural dışı bırakan kuralsızlık(lar) ne(ler)dir? Bu soruların cevaplarının insanın içine doğduğu coğrafyaya göre farklılık göstereceği açıktır, halbuki aşkın evrenselliği tartışılmazdır. Bu bakımdan, aşkın gücü ve kapsamı göz önüne alındığında, evrensel olanın bölgesel olanı kuşatacağı öngörülebilir.

AŞKTA KUŞATICILIK

Müslüm ve Muhterem aşkında böylesi bir kuşatıcılıktan söz etmek mümkündür. Toplumsal kuralların çok yönlü belirlenimlerinden payını alsa da, böylesine sahici bir platformda görünür olduğunda, aşk büyüleyici bir edim olarak ruhlarımıza sızmıştır. Ancak modern dünyanın bugününde şahit olduğumuz ve büyüsüne kapılmaktan kendimizi alamadığımız bu aşkı düne aitmiş gibi hissetmek yeni şeyler söylemeyi gerekli kılmaktadır.

Bauman, başıboş bir bireyleşme serüveniyle yuvarlanan dünyamızda, ilişkilerin iki ucu keskin kılıç gibi olduğunu söyleyerek, günümüz dünyasında aşk kavramının içinin nasıl boşaltıldığını tartışır Akışkan Aşk’ta. Modern dünyada bireyin bir “oluş” veya “tamamlanma” derdi kalmamış gibidir; güven uyandırmayan, modern sınırlara hapsedilen ışık hızındaki “ilişkiler”den kalanlar “aşk” olarak nitelendirilmekte, özünde hem aşka hem insana haksızlık edilmektedir. Bu karmaşa ve yüzeysellik insan ruhunu zorlasa da, bu süreçte olmak bir bakıma rahatlatıcıdır Bauman’a göre, çünkü muhataplarımız gündelik hayatın içindeki gerçek eş ve hayat ortaklarımız olmadığı için, canımız sıkıldığında onları hayatımızdan uzaklaştırmak bir delete tuşuna basmaya bakar.

Halbuki aşk, modern insanın zannettiğinin aksine, günümüzdeki gibi çabucak tüketilecek bollukta gelmez insan hayatına. İvan Klima’dan aktarımla Bauman’ın vurguladığı nokta tartışmalı olsa da çarpıcıdır: Aşk ve ölüm kadar birbirine benzeyen başka hiçbir şey yoktur; her ikisinin belirişi de biricik ama aynı zamanda kesindir, tekrara tahammülsüzdür, her ikisi de başka hiçbir çağrıya cevap veremez ve hiçbir erteleme vaat etmez. Aşka ve ölüme iki kere giril(e)mez; onlara Herakleitos’un ırmağından bile az girilir. Dolayısıyla, ölmeyi öğrenemeyeceğimiz gibi aşkı da öğrenemeyiz. Aşk ve ölüm, zamanı gelince insanı bulur; ne zaman gelirse gelsin her ikisi de insanı hazırlıksız yakalar. Gündelik kaygıların göbeğinde gelip insanı yakalayan aşk ve ölümle nasıl baş edileceği de bilin(e)mez.

Bauman’ın ölümle özdeş kıldığı aşık olma hali ölüm gibi bir kere mi uğrar insana, bizce tartışmalıdır. Ancak aşkı insanlık tarihinde bu denli eskimez ve canlı tutan, aşkın insanı koyduğu hallerin başka hallere benzemezliği olmalıdır.

Modern zamanlardaki sanal ilişkilerin uçuşkanlığına ve insanî oluşun yüzeyselliğine bakıp aşkın artık mümkün olmadığından söz edilebilir mi?

Bu sorunun cevabı, tıpkı konuyu ele alışımız gibi, kendimizce olacaktır: Değil mi ki insan, Allah’ın ruhundan üflemekliğiyle şereflenmiştir; o halde, insanın, O’nun tecellilerinden biri olan aşka muhataplığı zorunlu koşuldur. Bu bakımdan, insan var olduğu sürece, insanlı dünyanın aşkla güzelleşmesine dair umutların tükenmesi yersiz görünmektedir. İnsanî haller modern çöplüklerin taarruzu altında olsa da, Aşkın’ın ruhundan bir tecelli olan aşk, uygun meskenleri çoğaltan bir aydınlık olmaya devam edecektir.

Bu karanlık ve puslu mevsimlerde temayüz eden aşk, ülke zindanlarındaki göğe bakma duraklarına uçurulan bir güvercindir… Ve dahi, ruhları üşüten yaz ayazlarında üstüne beton dökülmüşlerin gönüllerine fasılasızca akan coşkun bir şelaledir.