Murat Uyurkulak: 'Delibo' yitirilen gençliğe ağıt, yoksulluğa isyan!

Murat Uyurkulak'ın son romanı Delibo, Can Yayınları tarafından yayımlandı. Uyurkulak, "Her metin kendine has duygusuyla, atmosferiyle geliyor. Tol’a genel olarak öfke eşlik ediyordu. Har'ı daha ferah bir duyguyla yazdım diyebilirim. Merhume’de ise utanç ve hesaplaşma duygusu, affedilme isteği baskındı. Delibo bir tür yitirilen gençliğe ağıt, yaşanan yoksulluğa isyan arzusuyla teşekkül etti" dedi.

Abone ol

DUVAR - "Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi." Tol'un bu ilk cümlesini okuduğumuzda tarihler Kasım 2002'yi gösteriyordu. Bıçkın dili ve muazzam kurgusuyla, edebiyat tarihinin şimdiden kültleşmiş  eserlerinden birine imza atan Murat Uyurkulak, okur karşısındaydı... Kendisinden sonraki kuşak üzerinde derin izler bırakacağı, birbiri ardına kaleme aldığı Har ve Merhume romanlarıyla ve Bazuka'daki öyküleriyle kendini belli etmişti. Kimileri için kaybedişin yazarıydı Uyurkulak, kimileri için ise şenlikli bir mağlubiyetin en iyi cümleleriydi.

Uyurkulak, uzun bir aranın ardından bu kez Delibo ile okur karşısında... Aklın, delilikle buluştuğu, yolda olmanın, sona yaklaşmaktan daha kıymetli olduğu Delibo, bir kayıp hikayesi gibi görünse de Türkiye'nin son 18 yılının tarihsel fragmanlarını da içine alan bir anlatı olarak da okunabilir. Şehirler dolaşan ve yoksul olmaktan utanmayan, utanç duygusunun yerine aşkı koyan baba-oğulun yaşadığı garip bir sürüklenişin ele alındığı romanda tam da Uyurkulak okurlarının aşina olduğu gariplikte bir aşk hikayesi de anlatının derinlerinde usul usul akıyor.

Uyurkulak'la son romanı Delibo'yu, öfkeyi ve Türkiye'nin yakın tarihinin edebiyattaki yerini konuştuk.

İzmir'in sizde yerinin ayrı olduğunu biliyorum. İlk olarak oradan başlayalım. Şehir, bir arka plan olmanın ötesinde, özne bu romanda. 

27 yaşıma kadar İzmir’de yaşadım. Bornova’da… Baba tarafım 1923’te, ahali mübadelesinde Kavala'dan gelmiş. Tütüncülük yaparlarmış, Bornova yakınlarında tütün tarlaları olduğunu duyunca oraya yerleşmişler. Bornova Levantenler’in sayfiye yeriymiş vaktiyle, çünkü havası temiz, yeşil, sessiz sakin bir bölgeymiş. Sonra, Ege Üniversitesi ve ona bağlı devasa hastanenin kurulmasıyla nüfusu hızla artmış tabii. Levantenlerin çoğu da gitmiş zaten. Onlardan geriye onlarca şahane konak ve köşk kalmış. Hâlâ nispeten yeşil bir yerdir Bornova, güzeldir. Bornova’yı uzun uzun anlatıyorum, çünkü İzmir’den ziyade, Bornova’nın yeri ayrıdır bende. Şanslı hissederim Bornova’da büyüdüğüm için. Mimarisi ve doğasından ayrı, göçmen ahalisi ve öğrenci nüfusundan dolayı muhabbeti de güzeldir Bornova’nın, eğlencelidir. Yaş ilerledikçe İzmir’in diğer bölgelerine de uzanır olduk elbet. Basmane, İkiçeşmelik, Eşrefpaşa, Alsancak, Karşıyaka, Buca’da da güzel zamanlar geçirdim. Şöyle bir şey var yine de: İçinde yaşarken tam olarak farkında olmuyorsun bir şehri sevdiğinin, orada yaşadığın mutluluğun. 27 yaşında işsiz ve parasız kalınca, okuduğum üniversiteyi de bırakıp İstanbul’a göçtüm. 20 yıldır burada yaşıyorum. İzmir’i asıl, orada yaşamadığım bu 20 yılda sevdim ben. Yani hasret duydukça sevdim. İstanbul’un kalabalıklığı, kaosu, gerginliğinden yoruldukça, İzmir’in ferahlığını, yavaşlığını, tembelliğini daha çok özler oldum. Velhasıl İzmir insana iyi gelir.

'TERCİHLER YAZARKEN ŞEKİLLENİYOR'

Romanlarınızda toplumsal meseleler her vakit kendini hissettirdi. Delibo'da ise, yan yana durmak istediğiniz insanları, düşünceleri görüyoruz. Bu özel bir tercih miydi? 

Bir romanı yazmaya başlarken, ona dair fikir ve duygu kırıntılarını tecrübe etmeye başlarken birtakım tercihler de buna eşlik ediyor elbet. Ama katı, sınırları net çizilmiş, değişmez, senin tabirinle 'özel' tercihler olmuyor bunlar. Yazarken şekilleniyor daha çok. Yazma sürecinde dışarıya kendini kapatmıyorsun sonuçta, dışarıda sana etki eden karmaşık bir hayat, bir süreç yaşanıyor. Hiç ummadığın bazı olaylar, taşıdığı fikirler ve duygularla gelip metnin ortasına yerleşiveriyor. Aklında o kadar da güçlü yer etmemiş bir imge, bir hikâye kendini dayatıveriyor. İktidarın memleketi bir yalan, yağma ve şiddet diyarına çevirdiği bu dönemde yazılan bir metne bazı tercihlerin dahil olması kaçınılmazdı. Benim bu noktada 'özel' tercihim, lafı hiç dolandırmamak, derdimi, öfkemi, fikrimi açık ve net ifade etmek oldu.

Delibo, romana ismini veren ama hiç görünmeyen bir karakter. Bir yolculuk ve arayış romanı okuyoruz. Yolda olmak ve arayış kavramlarını nasıl yorumlarsınız? 

Yol ve arayış önceki üç romanda da kendini az çok gösterir. Tol’da bir tren Diyarbakır'a doğru ilerler sözgelimi. Merhume’de ana karakterler Suna’yı arar. Yolculuk ve arayış hayatın, yaşıyor olmanın, dirimin en güçlü işaretlerindedir. Bir yerde çakılıp kalmamak, hareket halinde olmak ve etrafındakilerle, ulaşabildiklerinle yetinmeyip durmadan yeni olanı, görünmeyeni, bilinmeyeni aramak… Koca bir tarihin ve medeniyetin motoru bu değil mi zaten?

'DAHA KÖTÜSÜ OLAMAZ' DİYORDUK...'

Geçmiş ve geleceğin birbirine dolandığı, şehirler dolaşan Delibo'da, sınıf çelişkisinin aralarına giremediği karakterlerle karşı karşıyayız. Tüm zaaf ve cüretleriyle hikayeyi tamamlıyorlar. Uyurkulak okurlarının yakından tanıdığı sokak burada da baskın bir şekilde kendisini hissettiriyor. Dünden bugüne değişen sokağı nasıl görüyorsunuz? Tol'dan Delibo'ya, ne oldu? 

İlginç bir denk geliş var burada. Tol, 2002’de, yani AKP’nin iktidara geldiği yıl yayınlanmıştı. 18 yıl sonra Delibo yayınlanıyor ve AKP hâlâ iktidarda. Gençliğim 1990’larda ve 2000’lerin başında geçti. Kürt hareketiyle devlet arasındaki çatışmaların zirveye çıktığı, köylerin yakılıp yıkıldığı, binlerce faili meçhul cinayetin işlendiği, işkencenin rutin uygulama olduğu, karanlık yıllar… Daha kötüsü olamaz diyorduk. Ama o yıllarda bile hukukun eksik yarım da olsa tartan bir terazisi vardı, karşılaştığı devlet şiddetine rağmen sokaklar toplumsal dayanışmanın, protesto hakkının, itirazın alanı olmaya devam ediyordu. Yolsuzluk ve yalan toplumda tepki yaratabiliyordu, utanılacak bir şey olarak görülebiliyordu, çünkü yine yarım yamalak da olsa haber yapabilen bir medya vardı. 18 yıl sonra yolsuzluğun, yalanın neredeyse normalleştirildiği, hırsızların zerre utanç duymadığı, medyanın yüzde 90’ının iktidarın borazanı haline geldiği, meydanların ve sokakların kitlelere kapatıldığı, beton çöllerine boğulmuş, doğası, tarihi tahrip edilen bir ülke ile karşı karşıyayız. Yoksulluğun, umutsuzluğun, geleceğe inançsızlığın eşlik ettiği tam bir çürüme, gerileme, yıkım manzarası… Ama elbet bu böyle gitmeyecek. Hayat er geç özgürlüğün, barışın, demokrasinin yolunu bulacak.

Delibo, Murat Uyurkulak, 200 syf., Can Yayınları, 2020.

'KİTABI YAZARKEN KENDİ KULAĞIMA BAĞIRMAK İSTEMEDİM'

Yazdığınız her roman, öykü okur katında çokça sevildi. Delibo ise, bir yanıyla diğerlerinden ayrıksı duruyor. Görece daha sakin bir roman... Bu sakinliğin sebebi nedir? 

Her metin kendine has duygusuyla, atmosferiyle geliyor. Tol’a genel olarak öfke eşlik ediyordu. Har'ı daha ferah bir duyguyla yazdım diyebilirim. Merhume’de ise utanç ve hesaplaşma duygusu, affedilme isteği baskındı. Delibo bir tür yitirilen gençliğe ağıt, yaşanan yoksulluğa isyan arzusuyla teşekkül etti. Fakat keskin bir yas, şiddetli bir isyan duygusu değildi bu. Bir şeylere usul usul içlenmek gibiydi daha çok, bendeki duygusu mutedil bir iklimde tezahür etti. Bağırmak, çağırmak, yakıp yıkmak istemedim hiç. Elbette kendi hayatımdan ibaret değil, bir yığın farklı ve kurgulanmış olay ve karakter var Delibo’da, ama bu kitabı yazarken geçmişimin izlerini yumuşak ve sakin bir şekilde takip etmek geldi içimden. Kendi kulağıma bağırmak istemedim.

'ÖFKENİN EDEBİYATTAN ÇEKİLDİĞİNİ DÜŞÜNMÜYORUM'

Öfke, sizin de deyiminizle romanlarınızda hakim bir duyguyken, burada karşı tarafı anlamaya çalışan karakterlerle karşı karşıyayız. Edebiyatın dünyayı anlama çabasından yola çıkarsak, kalemin öfkesine ne oldu? Biçim mi değiştirdi, seğreldi mi?

Öfkenin edebiyattan çekildiğini, azaldığını, kaybolduğunu düşünmüyorum. Bilhassa gençlerin kaleminden gayet öfkeli, cesur, sert şiirler, hikâyeler, romanlar dökülüyor hâlâ. Olsa olsa öfkeli metinlere gösterilen rağbetin azaldığından söz edilebilir. Bu da siyasi iklimle alakalı bir durum bence. İnsanların devlet baskısı ve şiddeti sebebiyle isyanını sessizce, kendi içinde yaşamak zorunda kaldığı dönemlerde öfke de yeraltına çekiliyor, orada çoğalıyor aslında, sadece biz bunu yeterince hissedemiyoruz, göremiyoruz belki. Gezi direnişini hatırlayın. Sadece neşe, şenlik, dayanışma ve mizah değil, öfke de doruğa çıkmıştı ve edebiyat o öfkeye eşlik etmişti.

Dünya üzerinde en çok işlenen meselelerin başında baba-oğul çelişkisi gelir. Delibo'nun odaklarından birisi de bu. Ama bu kez alışılmışın dışında, birbirine yoldaş olan ve birbirine dönüşen bir baba-oğul var. Bu dönüşümü konuşmak isterim. 

İstisnalar vardır elbet, ama özgürlüğün, bireyleşmenin önündeki ilk büyük engellerden biridir baba, aile kurumu dediğimiz yarı-zindanın gardiyanıdır. Kötü insanlar değildir belki çoğu, severler, şefkat duyarlar, ama düzen tarafından bir tür mikro ülkenin diktatörü gibi davranmak zorunda bırakılırlar. Bölünmemesi, dağılmaması, geçindirilmesi gereken bir yuva, başarıya ulaştırılması gereken çocuklar, 'namusuna' bekçilik edilmesi gereken kızlar, eşler… Keder veren, hazin bir vaziyet, ama baba bunun farkında olamayacak kadar koşullandırılmıştır. Şu hikâyenin milyonlarca benzerini bulabilirsiniz: Çocuk babanın sultasına isyan eder, başkaldırır, kaçar gider, orada film kopar. Yıllarca birbirlerine selam bile vermezler. Sonra yaşlar ilerleyince bir büyük kavuşma, barışma ânı yaşanır. O arada isyankâr çocuk çoktan 'yeni baba', yani muktedir olmuştur, eski baba ise iyice ihtiyarlayıp bir iktidar figürü olmaktan çıkmıştır artık. Delibo’ya da bu hikâyenin bir versiyonu denebilir aslında. Ama içinde hayata, dünyaya, dünyanın değişeceği umuduna dair anlatıların da olduğu, bir çeşit 'iyiliğe' dönüş hikâyesi... En önemlisi de, bu dönüş minvalinde, oğulun muktedir olmayı tercih etmediği, babanın ise gardiyanlıktan çoktan istifa ettiği bir hikâye.

'EDEBİYAT 'KİMSESİZ' OLMADIĞIMIZI ANLAMAMIZI SAĞLAR'

Delibo, kimsesiz bir 'deli'nin peşinde koşan 'kimsesizler'in hikayesi olarak da okunabilir. Peki edebiyatın 'kimsesizler'i kimler? Edebiyatın bu 'kimsesizliğe' çaresi nedir?

'Kimsesizliğe çare'den kastın edebiyatın dünyayı değiştirme gücü olup olamayacağı ise, şunu söyleyebilirim: Edebiyatın sırtına böyle ağır bir yük vuramayız. Dünyayı örgütlü siyasi eylem değiştirebilir bence. Edebiyatçı siyasi bir kimlik taşıyabilir elbet. Ama siyasetle hiç ilgisi olmayan insanlar da büyük eserler yazabilir. Öte yandan konu “insanı” değiştirmekse, orada edebiyatın güçlü bir işlevi olabilir. Çünkü ruhumuzdaki karanlığı, yüzleşemediğimiz suçları, hesaplaşamadığımız sorunları edebiyatla keşfetmemiz mümkündür. Dahası edebiyat, başka insanların hikâyelerine ve dünyaya açılmamızı, onlarla empati kurmamızı, yani 'kimsesiz olmadığımızı' anlamamızı sağlayabilir.

Delibo, yakın dönemin siyasilerine ve sanatçılarına selam veriyor. Sinemayla yakından ilişkilisiniz. Delibo'da bahsi geçen isimler ve yapıtlardan söz edelim mi?

Yaklaşık on yıldır dizi ve film senaryoları yazıyorum. Başta para kazanmak ihtiyacından kaynaklı bir mesaiydi, ama tiyatro sahnesinin tozunu yutanların bir daha iflah olmaması gibi, ben de sinemanın tadını bir kez alınca kopamadım. Para kazanma amacının ötesine geçen bir şey oldu benim için. Yazdığın bir metnin, konuşturduğun, hareket ettirdiğin karakterlerin, kurduğun mekânların ve sokakların perdede veya televizyonda görüntülü tezahürünü izlemek tarifsiz bir haz. Delibo’daki yapıtlara gelince, sadece Yusuf’un değil, benim de büyümeme eşlik ettiler onlar. Dar gelirli iki öğretmenin çocuğuydum. Eğlenceye ulaşmak kolay değildi. İşte, televizyon, arada bir sinemaya gitmek ve en çok da kitaplar tabii. Babam Türkçe-Edebiyat öğretmeniydi, sıkı bir kütüphanesi vardı. Sovyetler Birliği’ni seven bir komünist olduğundan Rus klasiklerinin neredeyse hepsi mevcuttu evde. O yoksulluğun ortasında yapılabilecek en iyi şeydi, kitapların dünyasına girmek, orada eğlenip oyalanmak. Öte yandan Delibo’daki hikâye gerçektir. İlkokulu bitirip Anadolu lisesini kazanmam şerefine babam bana Can Yayınları’nın 25 kitaplık Gençlik Serisi'ni armağan etmişti. Delibo’da saydığım kitaplar vardı o seride. Abartı gibi algılanmamasını isterim, ama yıllar yıllar sonra yazmaya cüret ettiysem ve naçizane biraz da becerebildiysem, en başta o seriye borçluyumdur.

Son olarak okurlarınıza ne söylemek istersiniz? 

Hayatımız şenlik, iyilik, güzellik ve mutluluk olacak, merak etmeyin... Aynı Rastak'ın Botorai şarkısındaki gibi!