Muhalif sanatçılar, yandaş medya ve kültürel hegemonyasını yitiren sol

Geçmişte solun kanaat önderleri olarak tanımlayabileceğimiz muhalif müzisyenlerin ezici bir çoğunluğu mevcut piyasa koşullarında ve ülkedeki siyasal iklimde muhalif kimliklerini yitirmiştir. Muhalif duruşundan taviz vermek istemeyenlerin ise genel olarak kendini yenileyemediği, geçmişin mirası üzerinden kendine bir kimlik oluşturduğu görülmektedir. Bütün bunlar ülkemiz sanatının gerçeğidir.

Abone ol

Selçuk Duran*

Geçtiğimiz hafta BirGün Pazar’da müzik dünyasını ilgilendiren önemli bir tartışma vardı. Burak Abatay imzalı söyleşide Sabah gazetesinin sola yakın, solun tarihi içerisinde kendine yer edinmiş önemli sanatçılarla yaptığı röportajlardaki tutumu eleştiriliyordu. Özellikle Yeni Türkü grubunun kurucularından Derya Köroğlu’nun “sözlerim cımbızlandı” açıklamasından sonra gazetenin sanatçının ses kayıtlarını yayınlaması, bunu da “Röportajda şakır şakır konuşan Derya Köroğlu, sosyal medyada sözlerini inkâr etti. İşte olay röportajın ses kaydı ve bir müzisyenin kendi kendini bitirişi!” şeklinde sunması tek kelime ile mide bulandırıcıydı. Gazetenin bu etik olmayan tutumundan sonra sola yakın müzik eleştirmenleriyle bunun muhasebesinin yapılması önemliydi. Naim Dilmener, Murat Meriç ve Eray Aytimur bu meseleyle ilgili görüşlerini ifade ederken ortak bir noktaya dikkat çekiyorlardı. Sabah gazetesi solun değerlerini ve solu itibarsızlaştırmaya çalışıyordu. Bunun yanında sanatçıların Sabah gazetesine röportaj vermesine sinirlenen ve sanatçılara yüklenen insanların da yanlış yaptığı, bu değerli insanların linç edilmesinin doğru olmadığı vurgulanıyordu. Murat Meriç sanatçılarla ilgili görece eleştirel bir tutum sergilemeyi ihmal etmeyerek farklı bir noktaya dikkat çekiyordu. “En başından beri hep aynı şeyi söylüyorum: İsteyen istediği yere konuşur. Ancak bu noktada bununla çelişecek bir cümle kuracağım: Sabah ve muadili 'gazete'lere konuşmak, artık başka bir anlam ifade ediyor. İlk söyleşilerde durum 'masum' gibi görünüyordu. Şimdi elimizde Derya Köroğlu örneği var. Söyleşi yayımlandıktan sonra karşı çıktı –ki en doğal hakkıdır– ama 'gazete', bu noktada işi neredeyse şantaja döktü ve çirkin bir tavırla Köroğlu’nu yok etmeye kalktı. Bundan sonrakilerde de böyle olacak. Yazık ki safların belirlendiği bir dönemde yaşıyoruz. Tavrımızı da buna göre belirlemek gerekiyor. İsteyen Sabah’a yine konuşsun, bu bizi ilgilendirmez. Konuşursa sonuçlarına da katlanmak zorunda”

Murat Meriç’in yaklaşımına katılmamak mümkün değil. Yalnız bu değerlendirmelerin yanında kısa da olsa muhalif sanatçıların, solun ve ülkenin genel durumuna dair eklenmesi gereken bazı gerçeklere dikkat çekmek gerekiyor. Bu yazı bu tartışmaya mütevazi bir katkı sunmak adına kaleme alındı.

MUHALİF SANATÇILAR NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?

Söyleşilerde Sabah gazetesinin ne yapmaya çalıştığına dair bir sorunsal üzerinden gidiliyor. Ama bu yerinde bir yaklaşım değil. Kuşkusuz onlar solun değerlerini tahrif etmek, kalelerini düşürmek için böyle bir strateji içinde. Peki madalyonun diğer yüzüne dair de soru sormadan mı ilerleyeceğiz? Muhalif sanatçılar ne yapmaya çalışıyor diye sormayacak mıyız?

Öncelikle sanatçıları yargılamadan anlamaya çalışalım. Sabah gazetesi gibi bir mecrada muhalif bir insanın düşüncelerini belirtmekten muradı tam olarak ne olabilir?

1-) Sanatçı bu gazeteleri okuyan insanlara toplumsal mesajlar vererek onların düşüncelerinde olumlu yönde bir değişim yaratmak istiyor olabilir. Sol değerlerin tüm toplumsal kesimler tarafından daha iyi anlaşılması için bu mecraları bir araç olarak kullanmak gereklidir diye düşünebilir.

2-) Sanatçı yalnızlık duygusundan kurtulmak istiyor olabilir. Müzik alanındaki hızlı dönüşüme ayak uydurmak, yüzünü eskitmemek, düşüncelerini ve dertlerini paylaşma ihtiyacı hissetmek gibi son derece insani duygu ve düşüncelerle daha geniş topluluklara hitap etmek isteyebilir.

3-) Sanatçı yeni bir projesini tanıtmak, reklamını yapmak, proje ya da eserinin geniş toplumsal kesimlerce tanınmasını sağlamak isteyebilir.

4-) Sanatçı tamamen ticari kaygılarla da böyle bir etkileşim içerisine girmek isteyebilir. (Daha fazla albüm satışı, daha fazla televizyon programı, daha çok konser vb.)

5-) Sanatçı ideolojik bir boşluk içerisindedir. Ülkesinin ve dünyanın gerçekliğine ilişkin farkındalığı zayıflamıştır. Muhalif bir duruş sergilemeyi geçtim ortalama etik bir duruş sergilemekten bile çekinir hale gelmiştir. Kendi dünyasına çekilmiş, olan bitenle ilgili fikir yürütebilecek bir düşünsel kapasiteden yoksun kalmış olabilir.

6-) Sanatçı iktidarlarla uzlaşma içerisindedir. Onların basit bir oyuncağı haline gelmiş, sanatını zihnini ve duygularını iktidarların emrine sunmuş olabilir.

Öncelikle son madde hariç yukarıdaki her ihtimalin insani olduğunu belirtmek gerek. Bütün bu ihtimaller üzerinden bir sanatçıyı yargılayıp linç etmek elbette doğru olmaz. Bizler sevdiğimiz sanatçılar için daha çok ilk üç ihtimalin geçerli olduğunu düşünmek isteriz. Diğer ihtimaller üzerinden iktidar güzellemeleri yapanların ne hallere düştüğünü hep beraber gördük. Yalnız yeri gelmişken şunu da belirtmeden geçemeyiz. İktidar güzellemeleri yapmak ile orta yolu bulmak için topu dolaştırıp klişe kelimelerle farklı kesimlere şirin görünmek arasında ince bir çizgi var. Röportajların hemen hepsinde yüzde 52 ile yüzde 48 meselesine vurgu yapılıyor. Ya da seçimle gelen bir iktidarın ancak seçimle gidebileceğine değiniliyor. Ama mesela bu ülkede milyonlarca insanın meclisteki iradesi konumunda olan HDP’ye her yerde uygulanan ayrımcılığa yönelik tek bir ifadede bulunulmuyor. Ya da bulunulsa da onlar da cımbızlanıyor. İşte bu mecralarda bulunmak anlamlı olacaksa ikna edici bir dille söylenmeyeni dile getirebilmekle anlamlı olacaktır. Yoksa Roland Barthes tarafından dile getirilen “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir” sözünün farklı bir karikatürü haline dönüşebilir söyledikleriniz. Zaten seçim zaferi sonrasında bütün iktidar mensupları da “bize oy vermeyenler de bizim güvencemiz altındadır” geyiğini yapmaktan geri durmuyorlar. Ayrıca iktidarların meşruluğunu aldıkları halk desteği üzerinden değerlendirmenin yavan bir bakış açısı olduğunu da buradan hatırlatmaya gerek yok sanırım.

KÜLTÜREL HEGEMONYASINI YİTİREN SOL

Türkiye’de sol bazı yerel yönetim deneyimleri dışında hiçbir zaman iktidar olamadı. Ancak kültürel alanda solun her daim güçlü bir hegemonyası vardı. Sanatın her alanında sola yakın, muhalif duyarlılığı yüksek isimlerin ön planda olduğunu söylemek mümkün. Toplumsal muhalefetin güçlü olduğu yıllarda ise sanatçıların toplumla iç içe olduğunu, yeri geldiğinde bir kanaat önderi olarak toplumsal muhalefetle, toplumla beraber iş eylediklerini, karşılık beklemeden sanatlarını halk için icra ettiklerini biliyoruz. “Aşık Geleneğinden Protest Müziğe: Ali Asker” adlı çalışmamda bu konu üzerinde durmuş ve Ali Asker’i Antonio Gramsci’nin hegemonya ve aydınlar üzerine tezleri ışığında ezilenlerin organik aydını gibi bir kavram üzerinden anlamaya çalışmıştım. Bunu da Ali Asker’in bir yandan Devrimci Yol siyasetinin sanatçısı olarak öte yandan sıradan bir aktivist olarak eylemlilik süreçlerinde yer almasına dayandırmıştım. Yani Ali Asker o dönem belirli bir çevrede çok sevilen bir ozan olmasına rağmen en basit işlerde dahi arkadaşlarına yardım eden, halkla organik bir bağ kurarak onlardan biriymiş gibi davranan bir sıra neferi gibi görünüyordu. 70’li yıllardan 90’lı yıllara dek buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Sanatçılar muhalif yapılarla, toplumun ezilen kesimleriyle iç içeydi. Sadece eserleriyle halkın dertlerini, sorunlarını dile getirmiyorlardı. Yeri geldiğinde onların kanaat önderliğine soyunup onlarla birlikte düşünüp onlarla eylemlilik süreçlerine katılabiliyorlardı. 90’lı yıllarla beraber Grup Yorum hem güçlü müzikalitesi ile hem de muhalif yapılarla olan rabıtası ile örnek alınan bir ekol haline gelmişti. Ancak sanırım 90’lı yılların ikinci yarısı itibariyle gerek müzik piyasasındaki ve teknolojisindeki dönüşüm gerekse de sol siyasetin toplum üzerindeki etkisinin giderek zayıflamaya başlamasıyla sanatçı-toplum ilişkisinde de farklı bir düzleme girildi. Sanatçılarda bireycilik ve ticari kaygı ağır basmaya başladı. Bu durum elbette ülkedeki toplumsal muhalefetin sesinin cılız çıkmasıyla alakalıydı. Sanatçılar kitlelerin coşkun sesinden mahrum kalınca kendilerini eskisinden daha az güvende hissetmeye başladılar. Muhalif partiler, dernekler, organizasyonlar da bu minvalde kendini sorgulamak zorunda aslında. Sırtını sol yapılardaki bazı dar gruplara, abilere, ablalara dayayarak yükselen prens ve prenseslerle doludur müzik camiası. Aynı zamanda Alevi-Bektaşi geleneğinin zengin mirasını sömürerek iyi paralar kazanan, konserlerde bilet satacak diye parası ilk ödenen, kuzu gibi meleyen, aslan gibi kükreyen sanatçılar da pek güzel parlatıldı müzik piyasasında. Bunun yanında toplumsal muhalefete omuz vermeye çalışan, mütevazı sanatçıların konser sonrasında alacakları paralara “kesik” atıldığı da bu organizasyonların içinde bulunan herkesin malumudur. Vurgulamak istediğim şey sol yapıların burada yeterince hakkaniyetli davranmadığıdır. Bu durum nedeniyle bazı değerli sanatçıların moral ve motivasyonunun düştüğünü ve bu sanatçıların geride durmayı tercih ettiğini biliyoruz. Bazı sanatçıların ise öfkesine yenik düşerek konformist bir yaşamı ve üstenci bir dili tercih ederek soldan uzaklaştığını gözlemledik.

GELİNEN NOKTA VE NELER YAPILABİLİR?

Şimdi şu durum tespitini yapmak fazla iddialı olmayacaktır: Sol kültürel hegemonyasını yitirmiştir. Türkiye’de muhalif kesimlerin derdini, meramını, sorunlarını dile getirecek kanaat önderleri yok denecek kadar azalmıştır. Geçmişte solun kanaat önderleri olarak tanımlayabileceğimiz muhalif müzisyenlerin ezici bir çoğunluğu mevcut piyasa koşullarında ve ülkedeki siyasal iklimde muhalif kimliklerini yitirmiştir. Muhalif duruşundan taviz vermek istemeyenlerin ise genel olarak kendini yenileyemediği, geçmişin mirası üzerinden kendine bir kimlik oluşturduğu görülmektedir. Bütün bunlar ülkemiz sanatının gerçeğidir. Bu ahvalden dolayı kimseyi yargılayamayız. Durumu ancak ülkede olup bitenler, toplumsal muhalefetin geldiği nokta üzerinden sağlıklı ele alabiliriz.

Şimdilerde sosyal medya üzerinden şekillenen bir muhalefet tarzı var. İlk dönemlerde sosyal medyanın toplumsal muhalefet için büyük imkanlar taşıdığı düşünülmüştü. Hâlâ bu alanın dönüştürebileceği, duyarlılık yaratabileceği meseleler olduğunu da biliyoruz. Ama iktidarlar sosyal medyada da kötülüğün dilini hakim duruma getirmeyi başardı. Trollük denilen iğrenç ötesi bir meslek türetildi. Sosyal medyada insanın alçalmasının bir sonu olmadığına dair her gün yeni örneklerle karşılaşıyoruz. Bunun yanında sesinin, sözünün büyüsüne kapılarak muhaliflik taslamayı seven hatırı sayılır bir kesim var. Zekadan, incelikten, yaratıcılıktan uzak, siz-biz karşıtlığına kendini fazlasıyla kaptıran ve kendini de muhalif addeden bu dilin tesiri altında hiçbir tartışmayı sağlıklı yürütemeyiz. Bu nedenle solun kendisine de sirayet eden bu dille hesaplaşması gerekir. Son tartışmada muhalif insanların gene bir sizden-bizden-onlardan karşıtlığı ile büyük bir zihinsel yanılgıya düştüğü görülmekte. Bu insanları linç etmek kimseye fayda sağlamaz. Ama bu değerli sanatçıların da kendileriyle bir muhasebeye girmelerinde fayda var diye düşünüyorum. Türküde denildiği gibi “zalimin elinde zehirli yılana” dönüşen söz konusu medya tekelleri üzerinden topluma mesaj vermek, sesini duyurmak gibi fantastik bir serüvene girmenin bir anlamı var mı? Bir de sanatçıların toplumla ya da ezilen kesimlerle yeniden sağlıklı bir etkileşime nasıl girebileceğinin tartışmasına ihtiyaç var. Sanatçılar yeniden toplumun kanaat önderleri olabilecek mi? Bunun için konserden konsere halkla bir araya gelmek, sosyal medyada arada bir mesaj vermek yeterli olmayacak gibi görünüyor. Ülkenin boğucu siyasal ve kültürel ikliminde sanatçılardan büyük kıpırdanışlar beklemek zor. Ama herkes bulunduğu yerden küçük işlerle yola koyulup sonrasında bunları hayata dokunan geniş kapsamlı projelere dönüştürebilirse bu çok anlamlı bir çaba olacaktır. Kuşkusuz bu minvalde emek veren, dayanışma gösteren nice değerli muhalif müzisyenlerimiz vardır. Onlardan bahsedemediğim için beni bağışlasınlar. Ama son zamanlarda mesela Fazıl Say’ın Anadolu’da vermeye çalıştığı konserler ya da Erdal Erzincan’ın başlattığı “Gezici Bağlama Atölyesi” benzeri projeler herkes için başlangıç adına küçük referanslar olabilir.

Zor zamanlardan geçiyoruz. Antonio Gramsci’nin kendisine düstur edindiği o kıymetli sözü müzisyenler başta olmak üzere herkes için hatırlatmakta fayda var.

“Aklın karamsarlığı, iradenin iyimserliği”

Solun afili sözler söylemek, büyük sloganlar atmak yerine küçük adımlarla iş eylemeye başlaması gerekiyor. Hem toplumun hem de sanatın ve sanatçının kurtulması için…

* Eğitimci, sosyolog, yazar.