Meral Danış Beştaş: Güvenlik sistemi güvensizlik yaratıyor

7 yaşındaki Miraç Miroğlu ile tekrar gündeme gelen bölgedeki zırhlı araç kazalarıyla ilgili HDP’li Beştaş, “İktidarın halka dayattığı şey, ‘güvenlik’ adı altında kolluğun sınırsızlığıdır” dedi.

Abone ol

Burcu Özkaya Günaydın

DUVAR – Şırnak’ın İdil ilçesinde 7 yaşındaki Miraç Miroğlu zırhlı aracın altında kalarak yaşamını yitirdi. İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi'nin verilerine göre son 10 yıl içinde zırhlı araçlar nedeniyle 16'sı çocuk, 6'sı kadın olmak üzere toplam 36 kişi öldü, 85 kişi yaralandı.

Miraç ile beraber tekrar gündeme gelen bölgedeki zırhlı araç kazalarını, çocuk haklarını, OHAL uygulamalarının yansımasını HDP Grup Başkan Vekili, Siirt Milletvekili Meral Danış Beştaş ile konuştuk.

‘ADALETİN TERAZİSİ KAMU GÖREVLİLERİNDEN YANA’

Miraç Miroğlu'nun panzer altında yaşamını yitirmesiyle Kürt illerinde panzer altında kalan çocuklar tekrar gündeme geldi. Geçmiş yıllara baktığımızda çok defa benzer olay yaşandı. Bir çocuk öldü ve yapan kişi serbest kaldı.

Ne yazık ki, Miraç Miroğlu’nun ölümü bir ilk değildi; onlarca çocuğun kolluk araçları ile mühimmat artıklarının patlaması sonucu yaşamlarını yitirdiklerine tanıklık ettik. Ancak Miraç Miroğlu’nun ölümü, kolluğun yol açtığı tüm sivil ölümleri yönünden sonuncu olmalı. Bu da kati ve etkin bir yargılama ile mümkün. Biliyoruz ki, ulusal ceza adaleti mekanizmaları nazarında adaletin terazisi kamu görevlilerinden yana oldu ve çocuk ölümleri hatta daha genel olarak sivil ölümlerinden kaynaklı olarak ne bir asker ne de bir polis ceza aldı. Ceza hukukunun amacı suçlarda caydırıcılığı sağlamaktır. Kamu görevlilerinin müsebbibi olduğu ölümlerde ise yargı mekanizmalarının ürettiği cezasızlık yöntemi bu caydırıcılığı önlemiş ve kolluk kendisini “dokunulmaz” hissetmiştir.

‘BU COĞRAFYADA ÖLÜM NORMAL KARŞILANIYOR’

Bakınız, Silopi’de evlerinin içinde uyurken zırhlı aracın evlerine girmesiyle uykularında katledilen 6 ve 7 yaşlarındaki Muhammet ve Furkan kardeşleri katleden polis memurunun tahliye edildiği hafta, Siirt’te 6 yaşındaki kız çocuğu Felek Batur bir zırhlı aracın altında kalarak can verdi. Olayın akabinde polisler, Felek’in ailesine “çocuğun sokakta ne işi var” dedi. Bu noktada, “zırhlı aracın sokakta ne işi var” demediğimiz müddetçe bu ölümlerin son bulmayacağı açık. Adına çatışmalı ortam yahut düşük yoğunluklu savaş denilen bir coğrafyada bu ölümler doğal karşılanıyor. Bir ölümün sıradan karşılanması ile cezasızlık politikası arasında da haliyle doğru orantı oluyor. 

‘BU OLAY BATI’DA OLSA YARGILAMANIN SEYRİ DEĞİŞİRDİ’

Bir çocuk sokakta oynarken yaşamını yitirdi, buna sebep kişi hukuki bir yaptırım almadı. Bu olaya Batı’dan da tepki geldi fakat yeterince kamuoyu oluşmadı. Bu durum kanıksama mı, duyarsızlık mı açıklanır? Benzer olay Batı’da olsa nasıl bir süreç işlerdi?

Yani, böylesi bir hadise Batı’da olsaydı yer yerinden oynardı, yargılamanın seyri dahi değişirdi. Şunu da eklemeliyim ki, bu olay Batı’da olsaydı fakat öldürülen çocuk, bir mülteci yahut Kürdistan’dan göç eden bir ailenin çocuğu olsaydı yer yerinden oynamayacaktı. Bunun pek çok örneği var, İstanbul’da “dur” ihtarına uymadı diye öldürülen sivillerle alakalı etkin bir yargılama yürütülmedi. Çok daha yakın bir örnek vereyim, Konya’da bir aile yok edildi fakat kamuoyunun tepkisi böylesi bir olaya nazaran son derece cılız kaldı. Sıradan faşizm dediğimiz olgu; iktidarın ötekileştiren, ayrıştıran, kutuplaştıran politikaları sonucu yerleşik bir hal aldı. Bunu mevsimlik işçilere yönelik linç girişimlerinde, orman yangınları esnasında gördük. Hatta orman yangınlarının ayrıştırılmasında dahi gördük. Muğla’da yanan ormanlar kadar iç yakmadı, Dersim’de Bingöl’de yanan ormanlar. Esasen bu olguyu görmeli, tahlil etmeli ve çözümü yurttaşlara dayatılan ayrımcılık duygusunu tamir etmede aramalıyız. Şırnak’ta bir çocuk ölümünün tüm Türkiye tarafından kanıksanmış olabileceğine inanmıyorum. Sadece kanıksatılarak meşru gösterilmek istenen suçlar var. Bu suçlar karşısında dik duruşumuzu korursak ne Batı’da ne Doğu’da ne Kuzey’de ne de Güney’de çocuklar ölecektir.

Çocuklar, zırhlı araçların gezdiği sokaklarda oyun oynuyor. 

‘TOMALAR 24 SAAT GEZİYOR VE HIZ SINIRINI AŞIYOR’

Bölge sokaklarında panzer ve TOMA’lar “güvenlik” gerekçesi ile oradalar. Miraç sokakta oyun oynarken öldü,  2017 yılında panzerin ezmesi sonucu yaşamını yitiren 6 ve 7 yaşlarında 2 kardeş evlerinde uyuyordu. Yaşanan örnekler dikkate alındığında “güvenlik” zaman zaman “güvenlik sorununa” mı dönüşüyor?

Kent merkezlerinde 24 saat gezen TOMA, Kirpi, Ejder, Akrep ve benzeri zırhlı araçlar bölgede sürekli geziyor hatta çoğu kez hız sınırını da aşıyorlar. Çocukların yeri elbette sokaklar. Bu, çocuk olmanın hakkıdır. Ancak bu hak, eğer bölgede doğmuş iseniz, ölüm sebebine dönüşebiliyor. İHD Diyarbakır Şubesi verilerine göre; 2008’den günümüze 21’i çocuk, 6’sı kadın olmak üzere 42 yurttaş zırhlı araç cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Toplam 21’ü çocuk, 7’si kadın olmak üzere 94 kişi de yaralandı. Bu belirttiklerim birer rakam değil, her biri can. Adına “güvenlik” denilen sistemin de bizatihi kendisi güvensizlik oluyor. Güvenlik denilen kavramdan anladığımız can güvenliği, yaşam hakkı, temel insan haklarıdır. Ancak iktidarın halka dayattığı şey, “güvenlik” adı altında kolluğun sınırsızlığıdır. Lice’de Pakize Ana zırhlı araçla ezildikten sonra polis, Pakize Ana’nın kardeşinin eline poşet verip, “Git kardeşinin parçalarını topla” diyebilmiştir. Yine TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu gündemine gelen Yıldırım kardeşlerin öldürülmesi hadisesinde Emniyet Genel Müdür Yardımcısı panzerin altında can veren çocuklar için “Her işte vardır bir hayır” diyebilmiştir. İşte devletin “güvenlik” algısını bu ifadelerde net bir şekilde görüyoruz.

UNICEF ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre taraf devletler, "Her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu kabul ederler ve çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler." Bölgenin birçok yerinde çocuklar panzerlerle iç içe oyun oynuyor. Böyle bir ortam çocuk hakkı ihlali değil midir? Sürekli benzer hak ihlalleri göz önüne alındığında uluslararası çocuk hakları kuruluşlarının müdahil olması gerekmez mi?

BM tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilen Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni imzalayan Türkiye’de aradan geçen 32 yıl zarfında somut bir gelişme kaydedilemedi. Çocuk Hakları Sözleşmesi gereği “çocuğun üstün yararı” esastır. Devlet, bu esas çerçevesinde çocuğa dair gerekli tüm yükümlülükleri yerine getirmekle mükelleftir. Kuşkusuz zırhlı araçların çocukların yaşam alanlarının içerisinde pervasızca gezmesi ve canlarına kastetmesi çocuk hakkı ihlali, temel insan haklarının ihlalidir. Bu noktada kuşkusuz uluslararası çocuk hakları kuruluşlarının müdahale etmesi ve devletin önlem alması noktasında yükümlülüklere tabi tutulması şart.

'ÇOCUK ÖLÜMLERİ SİVİL ÖLÜM OLARAK ELE ALINDI'

UNİCEF raporlarında, Türkiye'de çocuk haklarına dair en tartışmalı konulardan birisi, anadilde eğitimdir fakat çocuk ölümlerine dair net bir çalışma bulunmuyor. Mayından ötürü yahut zırhlı araç çarpması şeklindeki hadiseler, çocuklar bazında ayrıma tabi tutulmaksızın sivil ölümler başlığı altında ele alınmış. Bu noktada uluslararası örgütlere de Türkiye’de meydana gelen çocuk ölümlerine karşı inisiyatif geliştirmeleri için çağrıda bulunmak isterim.  Çünkü kolluğun işlediği cinayetler insan hakları sorunu olmakla birlikte çocuk hakları sorunu olarak da karşımızda duruyor.

Geçtiğimiz mayıs ayında Derecik’te bir çoban vuruldu, yine nisan ayında Şırnak’ta bir çoban mayına basarak yaşamını yitirdi. Bölgenin birçok yeri Özel Güvenlik Bölgesi kapsamında…

Bölgede her daim bir OHAL var. Her yer askeri mühimmat, mayın ve bu durum ölümlere yol açıyor. İçişleri Bakanlığı verilerine göre, 1984-2009 yıllarında mayınlar ve patlayıcı maddeler nedeniyle 1269 kişi yaşamını yitirdi; 5091 kişi de yaralandı. Hâlihazırda toprağa gömülü olduğu tahmin edilen mayın sayısı ise 1 milyon 3943 olarak açıklandı. Ottawa Sözleşmesi, mayınlı alanlara sivillerin girişinin engellenmesini, yörede yaşayan halka farkındalık kazandırılmasını ve gerekli eğitimlerin verilmesini hüküm altına almış olmasına karşın, Türkiye hiçbir anlamda Sözleşme’nin gereklerini yerine getirmiyor. Sırf zırhlı araçla son beş yılda 38 kişi yaşamını yitirdi, onlarca yurttaş yaralandı. 2015 yılında sokağa çıkma yasakları döneminde Ağustos 2015 tarihinden 11 Aralık 2015 tarihine kadar 7 ilde, 52 kez süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Bu yasaklar nedeniyle 63 sivil yurttaş yaşamını yitirdi. Bahse konu uygulamalar evrensel hukuk normları çerçevesinde insanlığa karşı suçlar kapsamında olması gerekirken, Türkiye’de bir rutine dönüşmüş durumda. Bunun ciddiyetle ele alınmasını talep ediyorum.

Peki, bölgede bahsettiğiniz gibi bu kadar ölümlü hak ihlali varken Bölge insanın devlete, kolluğa bakışı nasıl oluyor, ne hissediyorlar?

Bu hissiyatı ifade etmek çok zor. Ama bu hissiyatı tüm toplumun anlamasına yardımcı olacak hadise çok. Roboski’yi hatırlatmak isterim. Bizim içimizde derin bir yara olarak duruyor. Devletin bizzat işlediği ancak cezasız bırakmak içinden elinden geleni yaptığı bir insanlık suçudur Roboski. Öldürülen onlarca çocuk ve cezasız bırakılan onlarca katil… Ne düşünebilir, ne hissedebiliriz ki? Elbette hukukun olmadığı, hukukun öldüğü bir coğrafyayı düşünürüz.