Mental hegemonya ve süpervizör muhalefet

Emine Hanım’ın kocası ve şerikleri Boğaziçi Üniversitesi’nin bugününe indirdikleri balyozla, bu kurumun tüm aktörlerine hem geçmişlerini hem de geleceklerini yeniden kurgulamak, hikâye etmek üzere müthiş bir enerji takviyesi yapmış oldular. Kültürel hegemonya arzusu bir katman daha ulaşılmazlaştı yani kendileri için.

Ayşe Çavdar acavdar@gazeteduvar.com.tr

Şükür “kültürel hegemonya” kuramadı iktidarı oluşturan koalisyonun tarafları onca uğraşlarına rağmen. Kültürel hegemonya kuracağız derken yıkmaya çalıştıkları kurumlar ve yıkım stratejileri ölçüsünde radikalleşmekten ve karikatürleşmekten başka da bir iş gelmiyor ellerinden. Hangi değerin sözcülüğüne soyunsalar o değeri radikal bir karikatüre dönüştürüyorlar. Canı bunca yanan bir toplumun gülecek malzeme sıkıntısı çekmemesinin en önemli sebebi de bu.

Zira kültürel hegemonya yıkımla kurulmaz. Kimsenin değerleri bir başkasının değerlerinin yerine geçip iyinin, güzelin, adaletin, etiğin ölçüsü haline gelmez göstere göstere yapılan yıkımlarla. Ne memleketteki her orta öğretim kurumunu imam-hatipleştirmek; ne cemaatleri, tarikatları devletten sebeplenmenin aracıları kılmak; ne de üniversitelere kendi kadrolarını doldurup geriye kalanları terörize etmek yeter böyle “dahiyane” bir projeyi hayata geçirmeye. Kültürel hegemonya, böyle hallerde, iyinin, güzelin, adaletin ve etiğin ölçüsü olmaya azmedene direniş esnasında, direnenlerin heveslerinde, dayanışmalarında, mücadelelerinde şekillenir. O direniş yöntemleri zafer kazanıp katılaşmaya başladığında da yeni direnişlerle yeniden şekillenir. Hülasa kültürün kendini yenileme; onu katılaştırmaya yelteneni buharlaştırma hızına, yetisine ayak uydurabilecek bir hegemonya kurgulamak pek insan işi değildir. Böylesi bir girişimi, iyinin, güzelin, adaletin ve etiğin müzakere edildiği kurumları -üniversiteler o kurumlardan yalnızca biridir- yıkarak sürdürmek ise üçüncü sınıf bir çılgınlıktan başka bir şey değildir. (Aklıma neden İstiklal Marşı’nın “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” dizesi geldi acaba?)

Boğaziçi direnişine bu açıdan da bakılabilir. Bundan gayrı Boğaziçi Üniversitesi, muktedir koalisyon onun başına ne getirmeye çalışırsa çalışsın yalnız iyi bir üniversite olmaktan ibaret değil. Yalnız öğrencilerine, mezunlarına ve akademik kadrosuna ait bir “imtiyaz” olmaktan da çıktı şükür. Kendisini yıkmaya yönelmiş hegemonyaya direnmek ve bu direnişi ses eden, el eden herkesle paylaşmak suretiyle asıl şimdi kamulaştı, müşterekleşti. Bundan böyle Boğaziçi’ne kalkan her el, vurulacak her darbe kamuya ve kamunun müştereği olan her şeye kalkmış, onu darbelemiş olacak. O el her indiğinde ve darbesini tekrarladığında yalnız Boğaziçi Üniversitesi mensuplarını incitmiş, onlara ait bir mevziyi yıkmış olmayacak. İyi, güzel, adil ve etik olan her ne ise, o el, o darbe onu hedef almış, kendisini ise kötü, çirkin, zalim ve gayrıahlaki olarak tanımlamış olacak. Bunlar, gözü toprakla, araziyle, iktidarla doymayanların kavrayamayacağı vaziyetler olabilir ama hiç de enteresan ve bilinmez süreçler değiller. İnsanlık tarihini savaşların, fetihlerin, dünyevi iktidarın el değiştirmesine ilişkin serüvenler yerine, düşüncelerin, inançların, dillerin, duyguların evrilme, kaynaşma ve yenilenme macerası olarak görme inceliğine sahip herkesin gayet iyi bildiği şeyler.

Hülasa Emine Hanım’ın kocası ve şeriklerinden mürekkep koalisyonun bir kültürel hegemonya kurmaları mümkün değil. İsterlerse tüm kurumları yerle yeksan etsinler, bu o kurumların iyinin, güzelin, adaletin ve etik olanın hatırası olarak güçlenmelerinden başka işe yaramaz. Tabii ki hatıranın gücü ile işlerliğin gücü aynı şeyler değiller. Ama hatıranın ne denli güçlü olduğunu en iyi bilenler de siyasi hegemonyalarını birkaç on yıllık hatıraya dayandıranlardır. Siyasi hegemonyalarına dayanarak şimdi yıktıkları kurumların, vakti geldiğinde yeniden inşa edildiğine tanık olacaklar. Üstelik bugün yıkılan kurumlar, eğer Boğaziçi Üniversitesi’nde olduğu gibi toplumda bir karşılık buldular ise, bu direnişten önceki geçmişlerinde kir-pas ve gölge adına ne varsa ondan da arınacaklar kendilerini yıkmaya yeltenen darbenin şiddetiyle. Bu nedenle Emine Hanım’ın kocası ve şerikleri Boğaziçi Üniversitesi’nin bugününe indirdikleri balyozla, bu kurumun tüm aktörlerine hem geçmişlerini hem de geleceklerini yeniden kurgulamak, hikâye etmek üzere müthiş bir enerji takviyesi yapmış oldular. Kültürel hegemonya arzusu bir katman daha ulaşılmazlaştı yani kendileri için. Dediğim gibi zaten böyle bir ihtimal hiçbir zaman olmamıştı.

Ve fakat, bilhassa partili muhalefetin önde gelen aktörlerine bakıldığında, Emine Hanım’ın kocasının gayet sıkıcı, bunaltıcı bir hegemonya türünü çoktan kurduklarını ve yerleştirdiklerini görüyoruz. Başka adlar da bulunabilir ama şimdilik hegemonyanın bu türüne “zihniyet hegemonyası” adını vereceğim. Zihniyet kelimesi de nedense çok makbul şeyler çağrıştırmaz. Bir zihniyet, kabaca “kalıplaşmış bir düşünme, akıl yürütme yöntemidir.” Kültür ne kadar dinamikse, zihniyet o kadar durağandır. Kültür ne kadar mücadeleci, mücadeleli ve dönüşüme, değişime neredeyse “mahkûm”sa, zihniyet o kadar otoriter ve kalıpçıdır. Şöyle diyebiliriz mesela: Kültür hayat bilgisi ise, zihniyet hayat ezberidir. İkisi de inatçıdır, çünkü insan evlatlarının hayatı öngörülebilir kılma ihtiyacının ürünüdürler. Ama zihniyetin inatçılığı kültürdeki direniş inadına taban tabana zıttır. Biriyle konuştuğunuzu düşünün: Daha konu açılıp, bir-iki anahtar kavram anıldığı andan itibaren ne söyleyeceğini zaten biliyor ve hatta cümleyi kendi kafanızın içinde kurgulayabiliyorsunuz. Her meseleye hep aynı kalıp akıl yürütme biçimiyle karşılık veriyor. Katiyen dinlemiyor, etkileşime geçmiyor, işin kötüsü öğrenmiyor ve kendi kalıbına sığdıramadığı şeylerle asla etkileşime geçmiyor. Kültür olsa karşılaştığı şeyle etkileşime geçip kendi rengini vermeye çalışırdı, yapamadığı zaman da küstüm oynamıyorum demez, zorla, şerle, arkasından dolanarak, ağzından girip burnundan çıkarak bir şekilde oyunda kalırdı. Ama zihniyet böyle yapmaz. Yapamaz, yaparsa zihniyet olmaz.

Bir adım ileri gidelim. Örgütsel davranış araştırmalarında bir kavram var. Bottom-line mentality, kâr odaklı zihniyet diye çevirebiliriz bunu. Mevzuya örgütün üretiminin piyasadaki toplam kârlılığı açısından bakıldığında, herkesin o kârlılık için çalışmayı değerler hiyerarşisinde en yukarda görme halini tarif ediyor bu kavram. Kârlılık değerler hiyerarşisinde ilk sıraya yerleştiğinde, söz konusu örgütün varsa diğer tüm amaçları, değerleri önce ihmal edilebilir hale geliyor ve zamanla unutuluyor. Yun Zhang, Bin He, Qihai Huang ve Jun Xie adlı dört araştırmacı, kâr odaklı zihniyetin özellikle örgütü oluşturan aktörler arasında etik-dışı davranışları özendirdiğini, toplumsal ve ahlaki normları görmezden gelmeyi meşrulaştırdığını öne sürüyorlar. Bu bildiğimiz bir hal zaten. Onların katkısı ise şu: Bu süreçte en önemli rol, örgütün en tepesiyle daha aşağı kademelerde çalışanlar arasındaki ilişkiyi kuran, kurgulayan süpervizörlere düşüyor. Çünkü genellikle kâr odaklı zihniyet eyleme geçerken nelerden vazgeçileceği yolundaki telkinler onlar aracılığıyla bir dile bürünüyor. Şöyle diyebiliriz, yukardakilerin kârı için aşağıdakilerin nelerden vazgeçebilecekleri konusunda rehberlik etmek süpervizörlerin işi. Süpervizörler kârdan aşağıdakilere oranla daha çok pay alsalar da, mutlak pay malum patronun.

Mevcut haldeki muhalefet partilerinin ne zamandır yaptığı da bence bu türlü bir süpervizörlükten başkası değil. Bize sürekli, ortak çıkarlarımız için nelerden vazgeçmemiz gerektiğini söyleyip duruyorlar. Vazgeçecek pek bir şeyimiz kalmadığı gerçeği pek umurlarında değil, çünkü onların süpervizörlük pozisyonunu korumak gibi bir dertleri var. Ne zaman yukardakilerin toplam çıkarı için vazgeçmeyeceklerimizin listesini yapıp “yok artık” desek, işi bizi velilerimize şikâyet etmeye kadar vardırıyorlar. Örgütün kârının (bazen milli çıkar, bazen milli güvenlik, bazen partinin yani süpervizörün yönettiği departmanın bekası) her birimizin ayrı ayrı ve müşterek iyi, güzel, adil ve etik tariflerimizden daha önemli olduğunu, “patron” adına bize hatırlatma işini üstlenmiş durumdalar.

Bu süpervizörlüğün yansımalarından biri çok acayip: Muhalefetteki siyasi partiler müşteri olarak yalnızca AKP tabanını görüyor ve AKP tabanını da AKP nasıl tarif ediyorsa öyle tanımlıyorlar. Yani AKP tabanı konusunda bizzat bir tahayyül geliştirmiş değiller. O tabana ulaşacak özgün bir dil üretmek gerektiğinin bile farkında değiller. AKP’yi taklit ve tekrar etmekle yetiniyorlar yalnızca. AKP tabanı ile AKP’nin aynı şey olduğunu zannediyor ve bu nedenle AKP’nin suyuna giderek AKP tabanının gönlünü çelmeye çalışıyorlar. Bu, ellerindeki tek “yukarıya tırmanma” yani kârdan en çok pay alma stratejisi. Hülasa “patron” ne diyorsa onu yapıyor ve geriye kalan herkesin de öyle yapması için bahaneler ve diller üretiyorlar. Patronun projesine alternatif bir proje üretmeye ya da başka pazarlar bulmaya cesaretleri yok. Sebebi kendi iyi, güzel, adil, ve etik tariflerini akılda tutmak yerine, en büyük payı patronun aldığı şirketin kârına odaklanmış olmalarından başka bir şey değil. Şirketin iflas etmek üzere olmasının sebebi de bu zaten.

Daha fenası, patronun malını sattığı pazardan dışlanmış başka ve çok büyük, çok çeşitli kalabalıklar var. Evvelden patrona kâr ettiren pazar da hem alım gücünü yitirmiş, hem üzerine yatırım yapıla yapıla şeklini şemalini kaybetmiş, parçalanmış durumda. Ama muhalefet partileri bunu da görecek halde, görseler de kendilerini o pazara açacak durumda değiller. Dananın kuyruğunun asıl koptuğu yer de burası. Anlamak mümkün değil. Neden bizimki gibi çoğul(cu)luğunu, içerdiği farklılıkları onca şiddetli hegemonik projeye rağmen bir şekilde korumuş, çok kurbanlar verdiyse de mevcut hegemonik projenin şiddetine bakılırsa, inatla direnmiş bir memleketi, “hassasiyetleri” yani sınırları, emeklilik vakti çoktan geçmiş bir “patron”un, o da neresinden baksanız kararsız ve tutarsız tarifleri üzerinden anlamaya çalışıyor ki bu muhalefet partileri? Niye kendi kurallarıyla, kendi açacakları kulvarlarda siyaset yapıp 20 yıldır oluşan statükoyu sarsmak yerine, her fırsatta onu güçlendirecek bir yol buluyorlar? Onca seçenek arasında bulabildikleri tek yol neden ille de statükoyu güçlendirecek o seçenek oluyor? Kandırılıyorlar mı? Hiç mi siyaset bilmiyorlar? Hallerinden mi memnunlar?

Hepsi ama bir cevap daha var. Korkarım, her biri AKP’ye ve onun tabanıyla arasında varsaydıkları ilişkiye gıptayla bakıyorlar. Aralarında içinden şöyle şeyler diyenler olduğundan nedense artık çok eminim: “Ya her partide böyle bir taban olmalı, rüya gibi. Adamlara bak, memleketi yerle bir ettiler, halkın satılmadık bir kulak arkası kaldı, buna rağmen partilerinden vazgeçmiyorlar.” Böyle olduğunu sanıyorlar. "Patron"un pazarını ele geçirmek, o tabanın gönlüne girmek fikri yürek çarpıntılarını hızlandırıyor, tansiyonlarını yükseltiyor olmalı. Onun yerinde olmak yani. Patronun yerine geçmek. Her süpervizörün rüyası.

Kızmakta haklısınız. Şimdi muhalefetle uğraşmanın zamanı mı? Aslında çok evvelden uğraşmaya başlamalıydık muhalefetle. Gene de geç sayılmaz...


Yukarıda andığım yazı için: Zhang, Yun, Bin He, Qihai Huang, and Jun Xie. "Effects of supervisor bottom-line mentality on subordinate unethical pro-organizational behavior." Journal of Managerial Psychology (2020).

 
 
 
Tüm yazılarını göster