Mehmet Said Aydın şiiri: Kelimelerin kokusu!

Aydın'ı okurken düştüğüm arayış, beni eski şiirlerine geri götürüyor. İçeri taşma duygusuyla...

Abone ol

Melih Levi melihle@stanford.edu

Birkaç senedir Mehmet Said Aydın’ın şiir kitaplarını okuyorum, yeni kitabı ne zaman çıkacak acaba diye meraklanıp duruyorum. 160. Kilometre’den çıkan ilk kitabı “Kusurlu Bahçe” 2011 yılında, ikinci kitabı “Sokağın Zoru” ise 2013 yılında basılmıştı. Yeni kitabını, yeni şiirlerini kollarken içine düştüğüm arayış, beklenti beni hep eski şiirlerine geri gönderiyor. Öyle ki, Aydın’ın şiirlerinde daha önce hiç karşılaşmadığım bir içeri taşma duygusu var. İmkânsızlığın en derinlerinde imkânları arama, vazgeçmeme var. İnsanın sessizliğe en çok mahkum olduğunu hissettiği anların yoğunluğu, gürültüsü var. Bütün duyular var. Kelimelerin sesi, esintisi, kokusu, dokunuşu var.

babam henüz görmediğim bir şehrin anasonlu bilgisidir

babam da bir kokudur benim babam da.

Vapurlar kalkar sahilden, hepsi ne hikmetse insanın yüreğine ilerlemektedir. Vapurda içilen çayın tadı farklıdır, bilerek çok sıcakken içilir, dertlerimiz ağzımızda soğusun da asıl renkleri belli olsun diye. Vapurun düdüğü bir çığlık gibidir ve avazı çıktığı kadar bağıran o martılar! Bizimle dalga mı geçerler? Vapurda oturmuş denize karşı rahatladığımızı sanırken, martılar ne söylerler, dertlerin beklenmedik anlarda yüreğimizi tutup koparacağından mı bahsederler?

ŞU GURBET DEDİĞİMİZ ŞEY

gurbet yavrum, kar yağan şehirlere düşmektir gurbet

garba düşmek değil, kar yağan bir şehirde pencereden bakmak

yâd kelimesinin bir sıfat olduğunu bilmek

tıkırtıların içinden bir ses bulmak için kulak kabarttığın yerlerdir gurbet

Gurbet nedir, nerededir? Bir yere doğru mu hissedilir yoksa biz doğruldukça mı? Gurbet denince sanki oradaki, uzaktaki yerden bahsederiz. Ama Aydın’ın şiirinde gurbet, insanın imkânsız arayışlara yönelirken duyduğu tereddütlerde kabarıverir. Cemal Süreya “Seviş Yolcu” şiirinin ilk dizesinde “Gurbet yavrum garba düşmektir gurbet” diyor ya hani, Aydın’da burada yanıt veriyor bu dizelere, çok uzaklara götürme bizi, çok uzaklara gerek yok. Gurbet yine burada titreşir, buradaki cisimlerden, seslerden, gürültülerden irkilir, eşelenir. Farklı bir şekilde söylemek, “yâd” başlıklı bu şiirin en büyük dertlerinden.

Gurbet insanı ta uzaklara götürüyor belki evet, ama “ta” kelimesini söylerken yaşanan gurbetin ta kendisi değil mi? İnsan, özlediği yerleri hatırlarken sürekli tekrar ederek, dilini akort ederek bir şeye ulaşmaya çalışır: Hani bizim oralarda bir kar yağar… hani o kar yağdı mı bütün şehir masumiyetten dem vurur… hani zaman durur, hani çiçekler hafifçe uyuklar…

Yâd: anma demek, hatır demek. Ama şair biliyor, bir sıfattır da: yabancı demek. Tam hatırlayacakken tanıdığını, bildiğini zannettiği bir yeri, aniden dil araya giriyor ve hatırlayışını yabancılığa muhtaç ediyor. Bir sıfat tarif ettiği kelimelere nasıl yapışırsa, öyle yapışıyor zihnine, bundan sonra bütün hatırlamalar yabancılık çekecek, yabancılığı çekecek. Bir vapur kükremesi gibi bekliyor zihnide. “Tıkırtıların içinden bir ses bulmak için kulak kabartmak.” Gurbet duyulan yer birden ışık gibi parlamıyor, kendini bir dost eli gibi sunmuyor. İnsana yabancı onlarca gürültünün içinde bir tanıdık ses olması ihtimaline tutunuyor. Ama o ses de değil gurbet, o sesi duyar gibi olduğumuz yerler.

Öyle bir sesin olduğu yanılsamasına, yalanına kapıldığımız yerler. İcat ettiğimiz yerler. Orası ve burası dedirten, insanı kendi yalanlarına ve kendisinden büyük yalanlara inandıran, hatta suç ortağı haline getiren hayali yerler. Yersizliği inadına soyutlayarak bir somutluk peşinde koşan yerler. “Bizim Ahmet yok mu ya?” diyerekten var edilen Ahmet misali. Gezilmemiş ülkelere bile gurbet duyulur. İnsan kendi ülkesini tanımadığı halde bile gurbet duyabilir ya. Öyleyse, hakikaten, şu gurbet dediğimiz şey nedir?

gurbet yavrum, orayı gurbet sanmakmış. orayı sanmakmış ama,

‘burayı’ değil. burası uzun çünkü, burası upuzuuuuuun.

SOL KÖŞENİN UYAĞI

Bu ve birçok şiirinde önyinelem kullanıyor Aydın, yani dizeleri aynı söz öbeğiyle başlatıyor. Şiirin uyağını sol köşesine taşıyor. Aydın’ın uzun dizeleri uzun soluklar gerektiriyor ve bu tekrar tekniği ile de okuyucularını hep bir baştan başlama yanılsamasına düşürüyor. Sanki, peki öyleyse, başa dönelim der gibi bir kibarlıkta bulunuyor, fakat her seferinde tekrarın verdiği enerjiyi de kullanarak aidiyet duygusunu sorguluyor. Her “hani” deyişimizde anlaşılacağımıza güvenme dürtüsünü sorguya çekiyor. Bu yazıyı yazarken “hani insan…” diyerek cümleye başlamaya varmıyor ellerim. Biraz da bu kelimeyi umursamazca kullandığımız için, tuz biber gibi serptiğimiz için değil mi vahşet?

“Sokağın Zoru” kitabındaki “yazma” şiirinde çaresizliğin, istediğini elde edememenin zihninde yarattığı imgenin nasıl işlendiğine bir bakalım:

o ova ki hâlımızın yaman olduğu,

o ova ki yüzümüzün yere eğildiği,

o ki başaklar arasına yatamadığımız

o ki odalara yanmadığımız görmeklerle dağların duman çayırın çimen olduğu.

Olmayacak duaya âmin demek bu olsa gerek. Her dizenin başında tekrar ederek, o ucundan tuttuğu ovayı şiire sermeye çalışıyor. Daha keskin hatlara kavuşmasını beklerken, ova gittikçe daha soyut ve psikolojik bir hal alıyor. İleri sürdüğünün tam aksine, üzerinde buluşması imkansız bir mekan oluveriyor. Üzerinde ısrar edildikçe kaybolan bir mekan. Bir ülke.

DİRENEN ŞEYLER VE ÇATLAKLAR

“Estetik Kuramı”nda, Theodor Adorno, sanat eserlerinde başarıyı, biçimsel bütünlük kovalarken “bu bütünleşme sürecinde ona direnen şeyleri ve çatlakları koruyabilmeleri”ne bağlar. Bir söylem sanatı olan şiirde dilin incelikleri şiirin yalnızca aracı ya da taşıyıcısı değil, aynı zamanda konusudur da. Şiir yazmak insana duygularını ifade etmek için bir mecra oluşturduğu kadar insanın kendisiyle yabancılaşmasına zemin hazırlar. Çünkü anlatmak istenen şey ile anlatılan arasındaki uzaklık, oluşturulan seslerde, kullanılan kelimelerde ve kurgulanan dilsel öbeklerin tümünde kendini anımsatır. Bu süreçte, şiir kimi zaman olamadan ölür. Bazen yenilikler, yeni biçemler, şekiller talep eder. Bazen kenara bırakılır ve yıllar sonra tekrar ortaya çıkıp teslim olur. Bazense anlatamamak duygusu, Orhan Veli’nin ünlü şiirinde olduğu gibi, şiirin baş köşesine oturur.

Bu hüzünlü olduğu kadar verimli bir süreçtir aslında. Beraberinde sürekli bir sorgulama hali getirir. Duygular ve düşünceler kelimelere döküldükçe şairin gözlerine bakmaya başlarlar. Şair yazacaklarını düşünür, yazdıkları da şairi. Çok yoğun ve gergin bir süreçten bahsediyoruz. Bazı şairler bu sürecin kendisine odaklanıp, oradan yazmayı ve bunu okuyucuya belli etmeyi seçerler. Doğru kelimeyi arama sürecini şiirlerinde betimleyerek dille olan ilişkilerinin gizemli boyutlarını keşfetmeye çalışırlar. Bunu yaparak da dilsel, söyleyişe ait bir bilinçaltı tasarlar; dilsel çağrışımların toplumsal çağrışımlardan bağımsız olamayacağını hatırlatırlar:

kalabalık mütereddit, kalabalık tahdit, bahçe hudut

benim sakalım şehirde tahdit değil tehdit.

KULLANDIĞIMIZ DİL İLE ARAMIZDAKİ MESAFE

Dilin sürekli üzerine yüklenmiş, gündelik konuşmanın bir parçası oluvermiş veya iktidarın dil üzerinde baskı uygulayan kontrol mekanizmaları içinde kurgulanan bir şiir var. Bunun sonradan ya da yazarken oluşan farkındalığı var. Mehmet Said Aydın sık sık kullandığımız dil ile aramızdaki mesafeyi ölçme ihtiyacı hissediyor. Bu haliyle çoğu şairin yaptığı bir sorgulamadır, çünkü her kelime, gündelik kullanımı ve şiirin estetik duygusu içindeki kullanımı arasındaki mesafeyi isteyerek ya da istemeden dert edinir.

Aydın’da bu hem bir teknik hem de bir konu olarak yer alıyor. Kelimelerle bir kişilik oluşturmaya çalışan, estetik amaç güden ve iletişim kurmaya çalışan bir şair kişiliğinin, kelimelerin baskısı altında kalışını ve siyasi ortamlara çekilmesini izliyoruz. Her adımda dilin halihazırda siyasi bir ortam olduğu gerçeği ile yüzleşiyoruz. Şiir, derinliklerimizde yatan duyguları, sorgulamaları ve hissiyatları dışarı çıkardığı kadar, kendimizi ifade etmek için kullandığımız dilin, siyasi ve sosyal bilinçaltının üzerimizde uyguladığı baskıyı ve bu baskı altında şekillenen kişilikleri de ortaya çıkarıyor.

Şairin en ısrarla kendine yöneldiği, “ben”i tekrar ederek kurtarmayı, özgür kılmayı istediği şiirlerde bile şiirsellik ve toplumsallık arasındaki ilişki bozulamıyor. “iki çok üzgünüm” şiirinde, örneğin, şair “ben bir defa daha ben iki defa daha ben ikinci defa / çok üzgünüm allah’ım çok üzgünüm,” deyip şiir boyunca yılmadan “ben” zamirini tekrar etse bile, şiirin sonunda “bu defa ben ölsem de olur. / olmaz mı?” diye soruyor. Şairin kendine acıması ve kendiyle hesaplaşması bile toplumsal sorgulamaların kaynağı ve uzantısı haline gelmekten kurtulamıyor.

KURALLARI AŞAN BİR ORTAK NOKTA

“yani” şiirinde ilk dokuz dize “yani” kelimesi ile başlıyor. Şair, bir açıklama getireceğine inanarak, refleks gibi kullandığımız “yani” kelimesinin tekrarı ile yine ortak bir zeminden başlayabileceğimize güvenini vurguluyor gibi. Fakat şiirin ilerleyen bölümlerinde bu kelimenin artık işlevinden sıyrıldığına ve neredeyse şiddet barındıran bir söyleme dönüştüğüne şahit oluyoruz. Bu noktada “yani” kelimesi sona atılıyor ve şair, ortak bir noktadan başlama umudunu salıp, en azından ortak bir noktada buluşabilir miyiz acaba, bunu sorgulamaya başlıyor.

bir şarkıyı doğru öğrenip yanlış söylemek en yanlış yani

bariz’i değiştirip biraz yapmak şair’i değiştirip şiar yapmak yani

obsesyon majör minör atak prozac xanax hançere şehir köy kürt türk yani

şiirden medet şiirden medet şiirden medet şiirden medet şiirden yani

İki dil bir şair: Şiir çevirisi mümkün müdür?

Kendimizi açıklamaya çalışırken dil aniden bir vitese dönüşebiliyor, “yani” zorlandığımızda vitesi arttırıp, bir yüksek viteste kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz. Bir yüksek vitese geçince artık arabanın zorlanmadığını, kaymak gibi gittiğini görünce rahatlıyoruz. Bakın bir vites benzetmesi bizi nerelere kadar getirdi! Halbuki dil böyle mi? Genellemeler yaparken, söylediğimiz yanlışlara inanıp inandırırken kim bilir neleri ezip geçiyoruz. Bir bağlaç ile şiddet olur mu deyip geçmeyin. Oluyor işte.

Bu durum şairi gramerden uzaklaştırıyor, aynı hamle ile (“yani”) cümleleri bir arada tutan şair birden tutamaz hale geliyor. Şiirin sonunda dile yabancılaşmış, buna rağmen hala ifade gücünü kaybetmemiş bir şairle baş başa kalıyoruz: “öpünce geçmez öpünce geçmez / kaçtım, kurtulmadım kendimden.”

“bağırmamak” şiirinde “susmak diye bir şey var ya bağırmamak?” diye soruyor şair. Konuşmak mümkün olmadığında bile sesimizi en yüksek çıkarabilmek. Belki de beni buna inandırdığı için heyecanla bekliyorum Mehmet Said Aydın’ın bir sonraki kitabını. Hep bir uzaktan konuşuyor gibi yapıp da aniden yanımda bitiveren tekrarlarını, dil oyunlarını ve harf takıntılarını bu yüzden kovalıyorum belki de. En karanlıkta duyulan seslerin kimi zaman kulaktaki en kalın kaşıntılara sebep oldukları için. Ya da belki de bütün yitirişlerin bir gün, bir umut gibi zihinde tomurcuklanacağını bilen, buna güvenen bir şiir olduğu için.