Mecburiyetten konuşuyoruz

Reina katliamı hakkında kamuya açık yerde alenen söyleyebileceğim fazla söz yok. Söyleyeceklerimin yararı yok. Aylardır, cihatçı besleyip sonra da satmanın çok ağır bedelleri olacağını, Suriye’de olan biteni izlemeye çalışan birçok insan, haykırıp duruyoruz. Görülüyor ki haykırmak anlamsız. Ortamın nasıl hazırlandığını ortamı hazırlayanlara anlatmak imkânsız. Mercedes’li Diyanet İşleri Başkanının kabahatini yüzüne vurmak imkânsız.

Abone ol

2017’ye, bize yaraşır şekilde girdik. Son derece profesyonel bir saldırgan, tek başına geldi, Türkiye’nin en namlı eğlence mekânına daldı, altı şarjör değiştirerek, 180 kadar mermi ve kimilerine göre iki elbombası atarak 39 kişiyi öldürdü, 65 (?? tam bilmiyoruz) kişiyi yaraladı, bir güzel kıyafet değiştirdi, elini kolunu sallayarak çıktı gitti.

Bize yaraşan kısım bu değil. Zira burada katil matil, işini profesyonelce yapan bir adam var.

Bize yaraşan, öncelikle, yerdeki ölülerin üzerine kusma faslı. Kin kusma, nefret kusma, yılbaşı öncesinde kusulamayanı boca etme. Çünkü eksik kalmıştı. “Oh olsun!” deme, nanik yapma, bilek yalayıp nah işareti şaklatma. Barbaros Şansal’ın KKTC’den sınırdışı edilmesi, havalimanında, tabiî ki polis denetimindeki apronda, hazır bekleyen saldırgan güruh tarafından polislerin elindeyken linç edilmesi, bu boca etme işini durdurmaya çalışan yetkililerin hem samimiyet derecesini hem de neye ne kadar kâdir olduğunu gösterdi.

Biz iyi insanlardan meydana gelen bir toplum değiliz. Toplum da değiliz gerçi. Ama dışımızdakileri esirgemek için bir tarif altına toplanmamızda yarar var; bu yüzden kendimizden bahsederken toplum diyoruz.

ROBOSKİ MİYDİ ULUDERE MİYDİ, NEYDİ..?

Reina katliamı hakkında kamuya açık yerde alenen söyleyebileceğim fazla söz yok. Söyleyeceklerimin yararı yok. Aylardır, cihatçı besleyip sonra da satmanın çok ağır bedelleri olacağını, Suriye’de olan biteni izlemeye çalışan birçok insan, haykırıp duruyoruz. Görülüyor ki haykırmak anlamsız. Ortamın nasıl hazırlandığını ortamı hazırlayanlara anlatmak imkânsız. Mercedes’li Diyanet İşleri Başkanının kabahatini yüzüne vurmak imkânsız.

Suskun suskun duracağıma, o halde, birkaç yıl geriye gideyim. Şenlik ışıkları, havaî fişekler, oradan buradan eğlenceleri bildiren muhabirlerin her cümlesinde iki-üç defa geçen “coşku” kelimeleri arasında, belediyelerin donattığı meydanlarda DJ masaları, durmadan renk değiştiren sahne spotları, sokaklarda dans eden ahali… güzeldi. Öbür yanda, bu seneki kadar olmasa da, yine yılbaşını diline dolamış faşistoid zevat, bu temsil ehliyetini nereden aldığını izah etmeksizin Allah adına etrafa tehdit savurmakla meşgûldü: yılbaşı kutlanıyordu, günahtı, feciydi, şuydu buydu. Köylüleri bombalamak, değildi. Dönüp de Türkiye’nin güneydoğusundaki iki ücra köyde sessizce iç çekenleri görebilen yoktu. Oysa taze mezarlar yamaçlara sıralanmıştı. Acı çığlık çığlığaydı. Zulmün patırtısı dağları sarsıyordu. Otuz dört insan (yarısından çoğu 18 yaşından küçüktü), toprağın altından hâlâ hayret dolu bakışlarla “Neden?” diye haykırıyordu. Duyan yoktu.

Roboski katliamından iki gün sonra, “Türkiye”, ya bangır bangır yılbaşı kutladı ya da yılbaşı kutlayanlara bas bas bağırdı. İnsafsızlıkta bir taraf, vicdansızlıkta öbür taraf kazandı, ırkçılık ikisinden de puan aldı o gürültüde.

Belki de bu yüzden duyulmadı Roboski’de savaş uçaklarının bombalarıyla paramparça edilen insanların, geride bıraktıklarının, merhametin, haysiyetin, şayet hâlâ varsa ve olumlu bir anlam taşıyabiliyorsa insanlığın feryadı.

Çok katliam görmüş ülkede, katliamların en “kabul edilebilir”lerindendi. Kürtler öldürülmüştü. Üstelik kaçakçıydılar. Üstelik köylüydüler. Üstelik kararlı Kürt’tüler. Üstelik dindardılar. Kim sahip çıkacaktı Roboski kurbanlarına?

"ÖLDÜRSÜNLER SİZİ, BİZE NE" KAİDESİ

Hep beraber sahip çıkabilirdik. Bugün başka bir ülkede yaşıyor olurduk. Tabiî ki yapılmadı. Niye? Çünkü biz yaşadığı ülkeyi batıracağını bile fark etmeksizin türlü şuursuzluklar yapabilen insanlarız. İlaveten ırkçıyız. İlaveten, cehaletimiz, kendimiz dahil her şeyden korkmamıza yol açıyor. İlaveten, birbirimizden korkmamız cehaletten değil; hayat tecrübesinden. İlaveten, yöneticilerimiz zulüm ve baskıdan başka yönetme aracı tanımıyorlar.

Roboski katliamı ertesinin hazin çizgisi umursamazlık, aldırışsızlık, düşüncesizlik, vicdansızlık, en hafifinden merhametsizlikti. “Öldürsünler sizi, bize ne?” idi.

Sonra Diyarbakır bombası, Suruç ve Ankara katliamları geldi, şerefsizlikte kademe atladık. “Oh olsun!” kültürü karakterimizin bütün çatlaklarından fışkırdı. Her yeri sardı. Ölenlerin ardından “ölsün gebersin!” diyen Osmanlı armalı sosyal medya hesapları, üzerinde devletin üniforması, elinde devletin silahıyla duvarlara hakaretler, aşağılayıcı sloganlar yazan “Esedullah” timleriyle elele verdi. Zalimliğe övgü, en üst düzey siyasetçilerin nikâhını şenlendirdiği, adı sanı belli şahsın satır “emojili” tweet’leriyle çoktan başlamıştı zaten.

O ÇIĞ NE KADAR DA BÜYÜDÜ! BAK SEN!

Reina katliamından sonra ortaya dökülenler de korkunç. Manzarası iğrenç, kokusu felaket, mânâsı facia. Öylesine korkunç ki, insanları kışkırtanlar bile ürktü, sükûnet çağrıları yapmaya başladı. Heyhat! Söylediği laf yüzünden sınırdışı edilip gözaltına alınan, yani devletin elinde olan bir adam, havalimanı gibi pek özel bir yerde toplanmış bekleyen linç güruhuna teslim edildi.

Devlet yetkilileri sanki yuvarladıkları çığın boyutu karşısında azıcık afallamış gibi. Bulundukları korunaklı yerlerden yamaç iyi görünmüyor olmalı. Kendinden saymadığı herkesi imha etmeye niyetli, bunu gözünü kırpmadan yapacak kadar şuursuz ve insafsız kalabalıklar toplaşıyor memlekette. Bunları açık açık ifade edenlere dokunulmuyor. Rusya Büyükelçisi’ni vuran polisin kaç kankası silahıyla üniformasıyla görevde, bilmiyoruz. Havalimanında linç operasyonunu kimler ayarladı?

Potansiyel katillerin eline linç edilecek kurban veriyorsunuz.

Bir sorum daha olacaktı: Yarın o apronda kim kendini patlatacak, yabancıları tarayacak?

BASİT BİR SORU

Böyle bir toplum neden birarada yaşasın ki?

Görünenin mâkûl sonucu, devletin “asıl unsur” saydığı millet-i hakime kesiminin her kimi kendinden saymıyorsa ortadan kaldırmasıdır. Belki bu olmasın diye hepimizi içeri atıp emniyete alırlar. İnsancıl çözüm olur.

Bazıları çeşitli gazetelerin manşetlerinde, köşelerinde böyle işlerin propagandasını yapıyor. Bunlar günün gözde şahsiyetleri. İtibar görüyorlar, büyük paralar alıyorlar, yetkililerin yanında dolaşıyorlar. Kendilerine sorsanız icraatlarının muhtevasını başka laflarla anlatacaklardır şüphesiz; oysa sadece kötülüğü yaymak ve derinleştirmek, yaptıkları.

Hal buyken muktedirler, “birlik ve beraberlik” istiyor. Kimden? Söyledi ya da yazdı diye hapse attıkları, hayatlarından parça koparttıkları, sevdiklerinden ayrı düşürdükleri, evlerine elkoydukları, işsiz bıraktıkları suçsuz insanlardan değildir herhalde.

Mercedesli Diyanet İşleri, yılbaşı vesilesiyle “karşı tarafı” sindirme operasyonuna ustaca katıldıktan sonra, Reina katliamı üzerine, “ibadet yeri ile eğlence arasında fark yok, katliam katliamdır” açıklaması yaptı. Çeşitli yetkililer, “kahrolsun yılbaşı” kampanyalarının cinayet ve katliamları özendirici tesirini ve bunları meşrulaştıracak zemin işlevi gördüğünü gözlerden saklamak için, durumu toparlamaya çabalar göründüler. Üstüne Barbaros Şansal’ın linç edilmesi geldi. Aferin.

Bazı düzenbazlar, “İslâm Devleti” örgütünün eylemine Türkiye’deki “kahrolsun yılbaşı” kampanyalarının yolaçmadığını söyleyerek bir nevi aklama seferberliği yürütüyorlar. Doğrudur. Zaten kısa süre sonra o örgüt bu kampanyaları yapanları da öldürmeye başlayacak. Türkiye’yi yönetenlerden “mürted” (dinden dönme), Türk askerlerinden “Haçlı iti” falan diye bahsediyorlar. Yazıp söylediklerini, kendi başımız derde girmesin diye aktaramıyoruz. Onlara dost kuvvet muamelesi yapmış devlet yetkilileri halktan bu durumu gizliyor.

Evet, onlar ne yapacaksa yapacak, Mercedesli başkanın fetvasına bakmayacak. Sorun şu ki, bu katiller Türkiye’de birilerini öldürdükleri zaman başka birilerinin sempatisine, desteğine mazhar olacaklarını biliyorlar. Bundan eminler. Bu hisse kapılmalarına yolaçan, ortalıkta olan bitendir. Ve gerçektir.

Belki soruyu tekrarlamalıyım: “İD gelsin sizi öldürsün, oh oh!” diyen birileriyle, öldürülmesini istedikleri birileri nasıl birarada yaşayacak?

LÜ YUHALANACAK MI, ONA SAHİP Mİ ÇIKILACAK, BİLDİRİLİYOR

“İslâm Devleti” örgütünün Türkiye’de hükümete muhalif insanları öldürüp resmen üstlenmediği bilumum katliamlardan sonra muktedirler millet-i hakimeye belirgin işaret çaktı. Hangi katliama ne muamele yapılacağına dair bir “resmî görüş” ve çoğunluk tavrı oluşturuldu.

Katliamdan hemen sonra kim çıkıp konuşuyor, kim ortalıkta gözükmüyor, kınayanların en “rütbelisi” kim, nasıl kınanıyor, ne deniyor… bunların artık bir “protokolü” var. Meselâ paramparça cesetlerin arasında şoka girmiş, perişan haldeki insanların, her şeye rağmen yardım etmek, birilerini kurtarmak için çırpınanların üzerine polisin biber gazı attığı Ankara katliamından hemen sonra, devlet yetkilileri millet-i hakimeye, “ölenler bizim ölülerimiz değildir” mesajını güzelce verebilmişlerdi. Suruç’ta da böyle yapmışlardı. Ölenler için yapılan saygı duruşları ıslıklandı, “yüzde doksan dokuz virgül dokuzu Müslüman” olan ülkede. Mütevazı anma panoları parçalandı.

Reina katliamından sonra yetkililerden, liderlerden kim ortaya çıktı, kim çıkmadı, çıkan ne zaman çıktı, ne dedi, küfüre hakarete, saldırganlığa ne ölçüde tahammül gösterildi, hiçbiri tesadüfî değil. Bu dili gayet iyi tanıyoruz artık.

Yalnız bu defa, içeride olan biten de dış politikada izlediğimiz sahnelere benziyor: her adımda çamura daha fazla batılıyor, mütemadiyen yalan söyleniyor… ve aslında hiçbir olaya hakim olunamıyor. Devlet zoru elde olduğu için, gık diyeni içeri atmaya, beş gün avukat yasağına, 30 gün gözaltına, tutuklayıp iddianamesiz bekletmeye vs. dayalı sindirme yöntemleriyle, hakikati dile getirmek isteyene kalkıştığı işin imkânsız olduğu anlatılıyor.

Hakikat isteyen kimsenin de bulunmadığı düşünülürse, mantıklı bir faaliyet.

DİYALOG İMKANSIZ HALE GELDİ

Sırf hükümet baskısından değil, anlatmak, açıklamak, konuşmak ve tartışmanın imkânsızlığı. Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP, siyasî parti liderlerinin, o partilerin sempatizanlarının, farklı görüşteki gazetecilerin, yazar-çizerlerin, herkesin birbiriyle konuşma imkânını bilerek ortadan kaldırdı.

Konuşacak birşeyleri yoktur.

Ha, “AKP’nin karşısındakiler konuşmaya çok mu niyetli ve istekliydi?” diye sorarsanız, “En azından böyle bir kısmı vardı,” cevabını verebiliriz. Ayrıca devlet zoru AKP’nin elinde. Diyalogu, seçimi, olduğu kadarıyla hukuku, kurumları yok ettiler. Yerine, yirmi küsur bin polisin görev yaptığı İstanbul’da en kalburüstü eğlence mekânının kapısına yirmi yaşındaki bir polisi tek başına koydular.

Reina’ya dalan o katilin son derece profesyonel, askerî eğitimli olduğunu biz bile ilk görüntülerle birlikte anladık. İstihbarat böyle adamları kapsamıyorsa ne için yürütülen bir faaliyettir? Kahvede laiklik propagandası yapan kadını yakalayıp içeri atmak için mi? Yanlış adamın fotoğrafının dağıtılması, eminim katili yanıltmak ve ilk rastladığı büfeden iki yerine üç kaşarlı tost söyleyip dikkat çekmesine yolaçmak içindi. El-Bab harekâtından filan sözetmeyelim dahi.

Sanırım biz birilerini çok şeye hâkim sanarak fena yanılıyoruz. Cehalet ve çuvallamanın böylesini akla sığdıramadığımızdan, komplo ihtimallerine yöneliveriyoruz.

CÜPPELİ HAKLI

Şimdi de satranç gibi bir oyuna saldıran, Cüppeli namlı şahıs haklıdır. Satranç oynarsanız mazallah düşünmeniz tehlikesi var. Düşünürseniz, “İslâm Devleti” örgütünün yanısıra, İdlib’te bombalanmaya ve kıstırılmaya başlanacak El-Kaide silahlı güçlerinin de yakın zamanda Türkiye’ye karşı cihat ilan edeceğini görebilirsiniz. Hani Rus uçağını düşürmüştük, gerekirse tekrar düşürürdük, ne oldu, diye soranlar çıkabilir. Ayrıca, linç güruhu apronda nasıl toplandı, devletin resmî haber ajansının uçak saatini bildirmesiyle bu bilgiyi birleştirip mazallah sonuçlar çıkarmaya kalkanlar olabilir.

Okurun yazara, “Ne anlatıyorsun sen şimdi burada?” sorusunu sormaya hakkı var. Özür dilerim, bu soruya cevap veremiyorum. Sözle, fikirle, ikna çabasıyla herhangi bir barışçıl hedefe ulaşılabilir ortam kaldı mı, şüpheliyim. En berbatı şu: sevmedikleri herkesi tutuklayarak ederek ulaşacakları yer bu ülkede kimsenin hayrına değil, ama nüfusun hatırı sayılır bölümünün tek düşüncesi ötekileri ortadan kaldırmak. Tutuklayarak veya linç ederek. Akıl fikir, farklı yaklaşım, sanat kültür, muhalif basın, hele eleştiri falan lazım değil. Belediye şairleri neyimize yetmiyor?

Türk İslâmcısı için iyi haber şu: Halen ellerindeki devlet gücü ve kışkırttıkları ırkçı-milliyetçi seferberlikle, sahiden hepimizi yok edebilirler.

Bir de kötü haber var: “İslâm Devleti” örgütü ve El-Kaide sadece Türk İslâmcısının sevmediği, arkasından “oh olsun” çekeceği insanları öldürmekle yetinmeyecek. Pazar yerlerinde parçalanacak insanların ailelerine dağıtılacak Neden Şehit Olmalıyım? broşürleri belki şimdiden hazırdır.

Yalanın, linçin, adaletsizliğin günah sayılmadığı bir siyasî din icat ettiler. Ve akıl almaz bir beceriksizlikle ülkenin sonunu hazırlıyorlar.