Marksist edebiyat eleştirisinin mirasını hatırlamak

Edebiyat eleştirisinin gerekli olup olmadığının tartışıldığı günümüzde, 30’lu yıllarda yürütülen tartışmalara yeniden dönmek ciddi bir arınma sağlayabilir. Çünkü bugünün edebiyat ortamı tam da Marksist eleştiri öncesi dönemin içi boş övgü sözcüklerine yere açabildiği ölçüde sığlaşmaktadır. Sanat eserlerine dair yapılan değer yükseltici tanıtımların çoğu ise hedefini bulmakta güçlük çekmektedir.

Abone ol

Neredeyse her karanlık dönemde, her alanda olduğu gibi edebi tartışmalarda da ortaya çıkan bir karamsarlık çeşidi var. "Yaptığımız, yazdığımız şeyler gerçekten bir işe yarıyor mu?", "Edebiyatın işlevinin tartışıldığı bir dönemde eleştiri üzerine tartışmak anlamlı mı?", "Edebiyat eleştirisi diye bir şey var mı?", "Varsa da bir işe yarıyor mu?" gibi sorularla kendini gösteren bu karamsarlık, çoğunlukla eleştirel düşüncenin saygınlık kaybetmesine hizmet ediyor. Hemen her dönem farklı argümanlarla çeşitlenen bu söylemlerin en dikkat çekici olanı, kitap eleştirisinin okunacak metne dair bir önyargı yarattığını, dolayısıyla yapılan eleştirinin kitaba dair okuyucunun bakışını önceden etkilediğini öne süreni. Aynı zamanda belirli bir önyargıyla okunan bir kitaba dair değerlendirmelerin nesnel olmadığı belirtilerek, eleştirinin gerekliliği de tartışmaya açılmış oluyor.

Aslında tartışmanın alevlenmesini sağlayan şey nitelikli edebi eleştirilerin eksikliğinin hissedilmesi. Özellikle kitap eleştirisini hedefleyen yayınların birçoğunun, eleştiri yerine tanıtım yazılarına yer vermesinin yarattığı bir niteliksizlik bu. Ülkemizde de yansımasını bulan bir durumdan söz ediyorum: Seri üretim olduğu gün gibi belli bir sürü çoksatarı bize şaheser olarak yutturmaya çalışan tanıtım yazılarını hatırlayalım mesela. Edebi eserin yayınlanması, dağıtılması ve tanıtılması süreçleri içerisinde kitaplar üzerine yazılan değerlendirmeler bir pazarlama öğesine, kitap ekleriyse tanıtım kataloğuna dönüştükçe eleştiri kan kaybetmeye başladı.

Niteliksizliği yaratan bir başka neden ise edebiyat eleştirisinin bir çeşit göreceliğe teslim edilmesi. Böyle bir görecelik, edebiyat eleştirisi adına atılan her adımın olumlanmasına yol açabiliyor. Söz konusu durumun dolaysız sonucu ise edebiyata dair canlı tartışmaların önünün kesilmesi oluyor. Oysa bugün edebiyat kuramına dair birikimlerimizin birçoğu, bir dönem yapılan ciddi tartışmaların sonucunda oluşmuştur. Eleştiri, özgün düşüncelerin doğmasına yataklık edebildiği ölçüde zenginleşmiş ve edebi eserleri niteliksel olarak bir sıçramaya zorlayabilmiştir.

Bu anlamda özellikle 1930’larda Marksist edebiyat kuramcılarının yarattığı tartışma ortamı, ciddi bir eleştirel birikimi yaratmasıyla incelenmeye değer. Georg Lukacs, Ernst Bloch ve Bertold Brecht’in Dış Gerçekçiliğe dair yürüttükleri tartışmalar ve Mikhail Bakhtin’in hem Fransız yapısalcılarını hem de Rus biçimcilerini eleştirdiği özgün teorisini kaleme aldığı makaleleri bu dönemde ortaya çıkmıştır.

DIŞAVURUMCULUK TARTIŞMASI

1930’lu yılların ikinci yarısında Lukacs ve Bloch arasında süren, ardından Brecht’in Lukacs’a eleştirileriyle devam eden polemikler edebiyat kuramı açısından inanılmaz verimli tartışmalardır. "Bir edebiyat eserinin amacı nedir?", "Biçim, içeriğin yapılanmasında nasıl işlevlenebilir?", "Sanat yapıtının dil, felsefe, siyaset ve ideoloji ile organik ilişkisi nasıl değerlendirilmelidir?" gibi soruların sorulduğu, sanat yapıtının derdinin ne olması gerektiği gibi temel bir sorunun tüm tartışmalar boyunca akıllardan çıkarılmadığı bir tartışmadan bahsediyorum.

Umut İlkesi Cilt 1, Ernst Bloch, Çevirmen: Tanıl Bora, 840 syf., İletişim Yayıncılık, Temmuz 2020.

Tartışmayı fitilleyen ilk makaleyi Lukacs 1934’te yazmış, Bloch bu makaleye cevabı 1938’de vermiştir. Yine aynı yıl Lukacs, Bloch’a uzun bir cevap yazmıştır. Lukacs’a göre avangart bir sanat akımı olan dışavurumculuk, kullandığı tekniklerle her ne kadar ayrıntılarda çeşitliliği "şaşırtıcı ölçüde renklendirse de", bütünlüğe dair gerçekçi bir değerlendirmeyi kasti olarak ıskalar. Evet, dışavurumcuların bir protestosu vardır ama bu protesto, kapitalizmin dişlileri arasında ezilip horlanan, itilip kakılan küçük burjuvaların iktidarsızlaştırılmış isyanıdır. Bununla paralel olarak, incelemeye değer bulduğu avangart edebiyatın diğer örnekleri ise biçime verdiği önem ve anlaşılması zor dil oyunlarını kullanmasıyla geniş kitlelerden kendini soyutlar. Böyle bir soyutlama gerçeğin açığa çıkarılması ve geniş kitleleri örgütlemesi açısından işlevsizdir. Zaten dışavurumcular da gerçeğin köklerine inmek yerine yüzeyde kalan gerçeklerin kırılmalarını ve çatlaklarını incelemektedirler. "Onların (yani dışavurumcuların), derinliği, her yerde olduğu gibi burada da, Adam Müller’le ilgili olarak Marx’ın söylediği üzere, ‘yüzeydeki toz dumanı görüp, bütün bu toz dumanın gerçekten çok önemli ve akıl almaz bir şey olduğunu’ söylemelerinden ibarettir."

Bloch ise tam tersine, yüzeyde görülen çatlak ve yarılmaların gerçekliğin görünen başka yüzleri olduğunu düşünmektedir. Yeni olanın, çatlakların içindeki kıvrılmalardan yola çıkarılıp keşfedilmesi, eski olana karşı yıkıcı bir eylemi önüne koyar. Bloch, Lukacs’ın tersine böyle bir yıkıcı eylemden umudun yeşerebileceğini düşünür. Daha sonra Umut İlkesi’nde ortaya koyacağı gibi, bu tarz bir aydınlanma yaratıcı gündüz düşlerinin, devrimci bir içeriğe kavuşmasının da yolu olarak gözükür. "Umut etmek düzensiz gündüz düşünden ve onun kurnaz suistimalinden çıkarılıp alınabilir, uçup gitmeden aktif kılınabilir". Bloch’a göre Lukacs’ın en temel hatası, dışavurumcuları biçimcilikle suçlarken kendisinin bir biçim önermesi, bunu yaparken de klasizmin batağına saplanmasıdır. Ki Bloch’a göre dışavurumculuğun temel eksikliği tam da bu biçim mevzuunda ortaya çıkar. Dışavurumcular, Lukacs’ın iddia ettiğinin tersine belirli bir biçim bulamadıkları ve kaotik bir biçimselliği tercih ettikleri için güçsüzleşmişlerdir. Bloch’un bu acımasız eleştirisi bir noktada doğrudur. Lakin Lukacs’ın öngörülerini tümüyle değersizleştirecek kadar kuvvetli bir eleştiri değildir. Çünkü Lukacs’ın derdi, yüzeyde kalan ve halk tarafından içselleştirilmeyen bir sistem eleştirisinin bir süre sonra sistem ile uzlaşma potansiyelini ortaya sermektir.

TARTIŞMAYA BRECHT DE KATILIR...

Brecht de tam da bu klasizm suçlaması üzerinden eleştirir Lukacs’ı. Brecht’in eleştirisi birçok bakımdan haklı bir eleştiri gibi gözükebilir. Brecth’e göre Lukacs, mevzuları ele alışındaki muazzam derinliğe rağmen kafasındaki gerçekçilik tanımına hapsolmuştur. Bu tavır, yeni olanın potansiyellerine kendini kapatması sonucunu doğurur. Klasizmin teknik ustalıklarının ve gerçeği yansıtış şeklinin bir çeşit taklidinin olumlanması Brecth’e göre saçmadır. Çünkü "Artık teknik ustalık diye bir şey yoktur; yalnızca tekniğin kendisi garip bir teknikçiliğe, hatta tekniğin despotluğuna dönüşmüştür". Brecht, bu noktada başka bir gerçekçilik anlayışının ve başka bir biçimin olanaklarının zorlanması gerektiğini savunur. Lukacs’ın klasiklerden yola çıkarak yaptığı eleştiriler, daha çok şimdinin yazarına edebi eserlerden bir gerçekçilik yolu bulmasını önerir. Oysa Brecht’e göre "Gerçekçilik sorunu yalnızca edebiyata ait değil; başlı başına önemli, siyasal, felsefi ve uygulama alanında bir sorundur ve bütün insanlığı ilgilendiren genel bir sorun gibi ele alınıp açıklanmalıdır". Brecht’in Lukacs’a karşı kullandığı argümanlar, kendi sanatsal yolculuğuna dair de ipuçları verir. Lakin Brecht kuram konusunda başlıklarla vurguladığı bu görüşlerini geliştirme noktasında eksik kalmıştır.

Diğer taraftan Lukacs’ın eleştirisinin, sadece içerik çözümlenmesine gömüldüğü ve klasiklerin biçim ve içerik açısından taklit edilmesini savunduğu suçlamaları da gerçeği tam olarak yansıtmaz. Brecht’in gözden kaçırdığı nokta; Lukács’ın yönteminin modası geçmiş içerik çözümlemesinin dışına taşarak, biçimlerin tarihsel olarak ortaya çıkış koşullarını toplumsal, siyasal ve ideolojik bakış açılarını bir araya getirerek betimlemeye çalışmasıdır. Karakter çözümlemeleri de, romanda çatışmanın kaynağına dair yaptığı tartışmalar da bu bakış açısıyla yapılmıştır. Lukacs yeni bir gerçekçilik anlayışı önerirken, dönem yazarlarını sistemin saldırılarına ve muhalefeti massetme gücüne karşı uyarmayı amaçlamaktadır. Bu noktada Lukacs’ın eleştirileri, hem sosyalist gerçekçilerin ideal karakterlerine, hem de yüzeysel sistem karşıtlığını önüne koyan avangart sanatçılara yöneliktir.

Epik Tiyatro, Bertolt Brecht, Çevirmen: Kamuran Şipal, 272 syf., Agora Kitaplığı, 2011.

PARANTEZ: MİKHAİL BAKHTİN

Marksist edebiyat kuramına dair tartışmaların bunca alevlendiği bir dönemde, Sovyet Rusya’da kendi teorisini sessiz sedasız kuran bir başka Marksist daha vardır ve ayrıca ele alınmayı sonuna kadar hak keder. Mikhail Bakhtin’in 30’lu yıllarda kaleme aldığı makaleler, "eleştirinin ne işe yaradığına" dair soruyu cevaplama konusunda hiçbir sıkıntı yaşamaz. Batılı eleştirmenlerin 70’li yıllarda tanıma fırsatı bulduğu Bakhtin’in, dönemin tartışmalarını elli yıl öncesinden yapması şaşkınlık yaratıcı olmuştur. Bakhtin’in kuramının üç temel sacayağı vardır: Diyoloji, karnaval ve kronotop.

Bakhtin’e göre, romanın modern zamanlarda egemen tür olarak ortaya çıkmasının en önemli sebebi, onun diyolojik yapısıdır. Çünkü dil, şiirde yansıtılan monolitikliğe hapsedilemeyecek denli çok sesli bir yapıya sahiptir. Bir toplumun içerisinde oluşan bu çok dillilik durumu heteroglossia kavramıyla açıklanır. Heteroglossia, bir toplumsal birlik içerisinde farklı biçem ve söz öbeklerinin katmanlaşması, çatışması anlamını taşır. Her dönem kendi heteroglossiasını yaratır. Romanın şiire göre daha başarı bir tür olarak varlığını sürdürmesi, bu katmanlaşmayı ve çatışmayı yansıtabilme potansiyelinde yatmaktadır.

Diyolojinin romanda açığa çıkarılabilmesinin en önemli olanağı ise olay örgüsü içerisinde karnavalesk durumların ortaya çıkarılmasıdır. Günlük hayatta yan yana gelmesi olanaksız olan farklı toplumsal tabakadan insanların bir araya gelmesi karnaval ortamında gerçekleşebilir. Karnaval, toplumsal sınırların yıkıldığı, gerçeklerin dolaysız bir şekilde ortaya serildiği ve farklı dillerin bir arada konuşulabildiği bir ortam sağlar. Bakhtin’e göre karnavalın belirleyici öğelerinden biri gülmedir. Gülme, yaratıcılığın bileşenidir. Sahici gülme ciddiliği yadsımaz, onu kapsar. "Gülme dogmatizmden, hoşgörüsüz ve korkutucu olandan arındırır; fanatiklik ve ukalalıktan, korku ve sindirmeden, öğreticilikten, toyluk ve yanılsamadan, tekil anlamdan, tekil düzeyden, duygusallıktan kurtarır." Bakhtin, özellikle Rönesans döneminde ortaya çıkan ve Ortaçağın ikili dünyasını -ciddi kilise retoriği ve gülme ile kendini yansıtan karnaval yaşamının- gülme yönünde büken, dönüştürücü gülme eyleminin, dünyayı sorgulama ve değiştirmede büyük rolü olduğunu savunur. Karnaval, komik olanla eş zamanlı ortaya çıkan küçük düşürülmeler, rezaletler ve aşırılıklarla gerçekliği ortaya çıkarma potansiyeline sahiptir.

Kronotop ise, "edebiyatta sanatsal olarak ifade edilen zamansal ve uzamsal ilişkilerin içkin bağlantılılığına" işaret eder. Sanatsal zaman ve uzam, kendi bulunduğu çağın değer ve duygularını yansıtır. Zamanı ya da uzamı ayrı bütünlükler olarak düşünüp ele almak, bilimsel düşünce açısından mümkün olsa da sanatsal açıdan mümkün değildir. Bakhtin, bunu açıklamak için karşılaşma ve yol kronotopunu örnek gösterir. Karşılaşma, duygu ve değerlerin yoğun olarak yaşandığı zamansallığın ağır basmasıyla karakterize edilir. Lakin yol uzamsallık ile açıklanır. Romanlarda çoğu karşılaşmanın yol ile karakterize olması ise uzam ve zamanın birlikte ele alınmasını zorunlu kılar. Böylece uzam ve zamanı birbirinden ayrı düşünmeye alışık olan bilimsel dogmatizm aşılır ve rastlantısalın evreni gerçeğin açığa çıkarılmasında yeni bir işlev görür. Lakin kronotopu anlamanın tek yolu, karşılaşma-yol kronotopuyla sınırlı bırakılmamıştır. Şato, misafir odaları vb. gibi farklı uzamlar, farklı kronotoplar meydana getirip, zaman içerisinde uzamsal karşılaşmaların ideolojik işlevlerine dair yorumlar yapmamıza olanak tanır.

Bakhtin’in edebiyat kuramı ve eleştirisine getirdiği katkıların, dahası bu alanda yarattığı tartışmaların, edebiyatı ve kültürü anlamada yeni olanaklar yaratması ise kaçınılmaz olmuştur. Bakhtin, edebiyat kuramını, kendinden önceki içerik değerlendirmeye dayalı eleştirinin yetersizliklerini ortaya sererek ve "'anlatımsallık’, ‘imgelem’, ‘etkileyicilik’, ‘berraklık’ gibi dile ilişkin boş, değerlendirmelerle yüklü terimlerle sınırlı" eleştiri anlayışını aşarak kurmuştur. Bakhtin, edebiyat eserlerinin biçim ve biçeminin diyalektik olarak incelenmesinin olanaklarını sonuna kadar zorlayan bir düşünsel mirasın yaratılmasında büyük rol oynamıştır.

1930’LU YILLARIN MİRASINI ÖNEMSEMEK

Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Georg Lukacs, Çevirmen: Cevat Çapan, 159 syf., Payel Yayınevi, 1986.

Edebiyat eleştirisinin gerekli olup olmadığının tartışıldığı günümüzde, 30’lu yıllarda yürütülen tartışmalara yeniden dönmek ciddi bir arınma sağlayabilir. Çünkü bugünün edebiyat ortamı tam da Marksist eleştiri öncesi dönemin içi boş övgü sözcüklerine yere açabildiği ölçüde sığlaşmaktadır. Sanat eserlerine dair yapılan değer yükseltici tanıtımların çoğu ise hedefini bulmakta güçlük çekmektedir. 1930’lu yılların mirasının bir diğer önemli tarafı ise, bu tartışmalara katılan kuramcıların ya da uygulayıcıların -Brecht- daha sonraki eserlerini bu tartışmalarda açığa çıkan başlıklar üzerine kurma konusunda kararlılık göstermeleridir. Bloch’un umudun olanaklarını araştırdığı dev eseri Umut İlkesi de, Lukacs’ın gerçekçilik ve estetik üzerine yaptığı birbirini izleyen çalışmaları da –Tarihsel Roman, Avrupa Gerçekçiliği, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı ve Estetik-, Brecht’in Epik Tiyatro’su da 1930’lardaki polemiklerin geliştirici etkisinden ziyadesiyle faydalanmıştır. Bugün eksik olan ve bir takım insanı eleştirinin ölümünü ilan etmeye sürükleyen şey ise sistemle, insanın kendini gerçekleştirmesiyle, dahası sanat eserinin dönüştürücü gücüyle ilgilenmeyi bırakmalarıyla alakalı. Zaten Bloch, Brecht, Lukacs ya da Bakhtin’in teorilerini ortaya koyarken yaşadıkları heyecanı unutan bir edebiyatçının, gerçekten de değerli bir eleştirel miras bırakabilmesi imkânsızdır.

Not: Bu yazıdaki alıntılar Estetik ve Politika’nın Ünsal Oskay’ın çevirdiği Eleştiri Yayınları ve baskısından alınmıştır. Karnavaldan Romana’nın ise 2001’de yapılmış ilk baskısı dikkate alınmış ve yazarın adı o baskıdaki gibi Mikhail Bakhtin olarak yazılmıştır.