Mansur Balcı: Şiir gibi yaşadı

Hoca, bize her şeyden önce sekter olmadan da sol siyaset yapılabileceğini öğretti. Sendika, dernek, siyasal parti… sol mücadelenin her örgütlenmesi; grev, protesto, yürüyüş… her toplumsal eylem, Hoca’nın stratejik varlığı ve emeği ile gerçekleşti.

Abone ol

Zafer Yörük

“Onun girdiği her evden şiir, oturduğu her masadan kahve, gittiği her yurttan sosyalizm geçmiş demektir.”

Mansur Balcı şiir gibi yaşadı. Sonra, o hayatı Türkçenin sosyalist edebiyat geleneğinden ve halkının tarihinden devraldığı destansı mirasla yoğurarak şiir diline aktardı vasiyet misali. Daha ilk şiirlerinden biri olan İksir bu aleni vasiyet beyanlarından biri değil midir?

ben nerede ölürsem bir damla iksir

iki damla göz yaşıyla yıkayın ellerinizi

cebinize fotoğrafımı ters takıp

mum eritin yaralı bileklerime, cam silin

şişe kırın, su eritin, ip düğümleyin

bekleyin.

güneş ayı ıskaladığında

zamanı parçalayan kürdili makamında ağıt

mahşerinizin karnavalını keman sesiyle bölecek

derin acıyı bekleyin.

alnınıza sürün gecikmiş gülümsememi

kehribar yalnızlığımı düşürdüğüm her yerin

neresinde ölürsem. bedeli olarak, iki damla göz yaşı...

Oysa İzmir’de onunla tanıştığımız ilk yıllarda, şiirler dışında ölüm kelimesi yoktu lugatımızda. Mansur Hoca bir öğretmen, 1970’li yıllardan dimdik ayakta kalmış bir sosyalist, bir bilge ve kelimenin en geniş anlamında bir örgütçü olarak girdi hayatımıza. Dağınıklık hoşuna gitmezdi. Varolduğu andan itibaren bizi örgütlemeye girişti. Bize her şeyden önce sekter olmadan da sol siyaset yapılabileceğini öğretti. Sendika, dernek, siyasal parti… sol mücadelenin her örgütlenmesi; grev, protesto, yürüyüş… her toplumsal eylem, Hoca’nın stratejik varlığı ve emeği ile gerçekleşti. Gerektiğinde seferberlik ilan edip pankart taşıdı; yeri geldiğinde geri çekilmenin kaçınılmaz olduğunu gösterdi; ama umudu, dayanışmayı ve direnme gücünü asla elden bırakmamayı aşıladı her durumda. Her dönemde ısrarla savunduğu iki kural onun bilgeliğinin dışavurumuydu: Birincisi, ezilenlerin hakkı için solun sekter ve ayrıştırıcı söylemleri bir kenara bırakarak birlik olması şartı. İkincisi ise, siyasal hayatta hiç bir koşulda aklın yolundan çıkıp duygular tarafından esir alınmama gerekliliği.

Edebi hayatı, siyasal duruşuna paraleldi. Bergama köylülerinin altın madenine direnişini destanlaştırarak ölümsüzleşti. Bergama’da direnen köylülerin dili olan 17 Köy Kitabesi ve Direniş Anıtı, Mansur Balcı’yı sonsuzluğa taşıyor. Çünkü o, direnişin yalnızca şairi değil bizzat militanı, hatta mimarıydı aynı zamanda:

“Mansur Balcı 17 Köy Kitabesi etkinliğinin yapılmasında yoğun bir emek verdi. İstanbul’dan çok sayıda sanatçı yazarın etkinliğe gelmesini sağladı… İzmir, İstanbul, Ankara, Çanakkale akmıştı Çamköy’e. En az 8-10 bin kişiyle buluştuk… Adeta “yalnız değilsiniz” diyerek köylülere büyük bir moral motivasyon sağlanmıştı. Bu etkinliğin planlanmasında ve başarıya ulaşmasında emeği geçen mimarlarındandır Mansur Balcı.”

(Erol Engel, Bergama Çevre Platformu)

Mansur Hoca, bütün şairlerle dosttu. Türkçe edebiyatın tarihini ayrıntılarıyla bilir, sosyalist gerçekçi şiirin Nazım’dan Halkın Dostları’na oradan İkinci Yeni’ye bütün sesleriyle bütünleşir, dünyanın büyük şiirsel metinlerini ezberinde tutar ve bunlara ilaveten Çerkes dillerinde yapılan edebiyatı, anlatılan destanları ve söylenen şiirleri takip ederdi. Bizim kuşağın gayrıresmi edebiyat tedrisatı 1970’lerin slogancı şiirinden ibaretken Mansur Hoca Baudelaire ve Aragon’dan, Özdemir Asaf ve İsmet Özel’den dizeler taşırdı dost meclislerine. Ve tabii ki halkının destanlaşmış trajedisini:

Büyükannemin içinden akan ağıt

Baksen'e gidin derken

Parmağı Terek vadisine doğruydu

Orada derin vadiler var, gözyaşımdan oluşan

Yurt olsun size. biz derin narkozdayız

Yaramız kabuk bağlamış, acılar taşıyoruz

Tüm rüyaları gördük, emzirdik kaderimizi

Bu topraklar acıya doymayacak, gidenlerden olun siz.

Kuban'a gidenlere. Maykop'u imar edin

Nalçik'de başkent kurun, tuzla ekmek dağıtın

Atlara iyi bakın, ağaçlar kutsalımızdır

Kartallar kardeşinizdir, kutsanmıştır suyunuz

Bir ubıh evi kurun, dönen olursa diye...

Ne zaman bir rum görsem, bir muhacir, bir mağdur

Yaram kanıyor. koyu bir narkoz altındayım

(Derin Narkoz, 2017)

Mansur Hoca’nın içi-dışı birdi: Siyasal ve edebi hayatı nasılsa dostlukları da öyleydi. Öğretmenimiz, yol göstericimiz, makul ve doğru olanın timsali olarak onun stratejik varlığı her zaman hayati oldu. Gerektiğinde, hiç tahmin edemeyeceğimiz yerlerden bağlantılar, önemli şahsiyetler, bilinmeyen olanaklar vb. çıkarır, önümüze sunardı. Çünkü adab-ı muaşeret insanıydı Hoca; girdiği ortamda saygı uyandırırdı öncelikle. Açmazlarımızda hep ona danıştık: ekonomik çöküntü anlarımızda bize uzanacak bir eldi, hırpalanmış dostluk ilişkilerinin tamirinde arabulucu oldu; aşk yaralarımızı dinledi, teselli etti ve sorun ne olursa olsun birlikte çıkış yolları aradı. Hastalıkta ve sağlıkta eli omzumuzdaydı. Bunu hissediyor olmak bile yıkılmış bir dost için yeterlidir çoğu zaman. Can Yücel, İzmir’de zamanının çoğunu onunla geçirirdi. Can Baba’nın ölümüne kadar başında bekleyen, ihtiyaçlarını karşılayan ve onu kaybettiğimizde cenazesini organize eden birkaç kişiden biriydi. Aynı durum, Ece Ayhan’ın son günlerinde tekerrür etti. Çanakkale’de gerçekleşen defin anına kadar Mansur Hoca örgütledi her şeyi. Bir de, yüzyıllardan süzülmüş o anlatı ve mizah geleneği... Hoca’nın hayatından aktardığı anekdotlar en kasvetli insanın bile gözyaşlarını kahkahaya dönüştürür cinstendi. Hoca, acılarını mizahla hafifletmeyi bilen bir mizaca sahipti ve bunu çevresine hesapsız aktarırdı. Onda hikaye tükenmezdi; onun hikayeleri tükenmeyecek...

Hülasa, Mansur Balcı öyle bir insandı ki, bir dostunun deyişiyle, “onun girdiği her evden şiir, oturduğu her masadan kahve, gittiği her yurttan sosyalizm geçmiş demektir”.

Bunları okuyup da sanmayın ki Mansur Hoca’nın fırtınalı aşkları, peşinde koştuğu arzuları... olmadı. Yoksa o dillere destan “balkon” şiirinin dizeleri başka türlü nasıl izah edilebilir?

yeni yıkanmış balkonlarda yaşar izmirli kadınlar

saçlarında tutam tutam fesleğen kokusu

ve çok hafif fondöten

incecik ten renginde çoraplarıyla

takılı kalıp gün görmüş adamların akşamlarında

çatlata çatlata oynarlarken bir bakışlarıyla

küçük dağları yaratmaları ise

rakıyla erken tanışmaları değilse

güneşi göğüslerinde söndürmelerinden olabilir mi...

Neyse, ötesini edebiyat tarihçisi bulsun...

Mansur Hoca’nın bizlerle tanışmadan önce başka yaşantıları olmuştu, sonrasında da başka ülkelere, anavatanına gitti, yaşadı; bu yaşantıların deneyimini bizlere aktarmakta hiç de pinti değildi. Ama onu en çok İzmir’le özdeşleştirdiğimiz de bir gerçektir. O nedenle o, şehrimizde Nazım’ın dizeleri misali yokluğuyla her zaman var olacak:

Sen yoksun yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı

İçinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı...