Mahmut Wenda Koyuncu: Sanat var, ortam yok

"Apê Musa 100 Yaşında" etkinliğine küratörlük yapan Mahmut Wenda Koyuncu, Diyarbakır'daki kültür sanat ortamını değerlendirdi. Darbe girişiminden sonraki siyasi gelişmelerin sanat ortamını olumsuz etkilediğini söyleyen Koyuncu, "Sanatı siyasete angaje ederseniz, sanattan o kadar uzaklaşmış olursunuz. Ortada sanat adına sadece kuru bir propaganda kalır ve kendi kendinizi kandırmış olursunuz. Sanatsal ortam mutlak özgürlük ister" dedi.

Abone ol

DUVAR - Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Demokrasi, insan hakları gibi kültür sanat alanı da fakirleşti. Bu değişimden Diyarbakır’daki kültür sanat ortamı da nasibini aldı elbette. Diyarbakır, darbe girişiminden önce çok sayıda kültür sanat etkinliğinin düzenlendiği bir şehirdi. Hatta denilebilir ki, İstanbul gibi büyük ve kültür sanatın merkezi kabul edilen büyük şehirlerle yarışma cüretini gösterecek kadar çok sayıda etkinliğin düzenlendiği bir şehirdi.

Önce kayyımlar, ardından korona virüsü kültür sanat alanını neredeyse boşalttı. Devletten ve siyasi partilerden bağımsız faaliyet sürdüren birkaç kurumun çabası dikkate değer olsa da bunlar da salgın nedeniyle etkinliklerini internet üzerinden gerçekleştirebiliyorlar. Hal böyle olunca sanatçı ile izleyicisi arasına bir mesafe girmiş oluyor. Ama ya bunlar da olmasaydı? Bu sorunun cevabı, biraz mecburiyet barındırsa da, iyi ki internet var şeklinde oluyor.

Bölgede kültür sanat ortamı hakkında Mahmut Wenda Koyuncu ile konuştuk. "Apê Musa 100 Yaşında!" etkinliğine küratörlük yapan Koyuncu, daha önce 2015 yılı yapımı, Derikli Ermenilerin durumunu Derikli Kürtlerin hafızasındaki yeri üzerine "Milyonda 1" adlı uzun metrajlı belgesel yaptı. İnsan hakları ve demokrasi temalı çeşitli sergilere metin yazarlığı, danışmanlık ve küratörlük desteği verdi. 2002 yılından itibaren Radikal, Taraf, Agos, Birgün gibi gazeteler ile Artist, RH+ gibi dergilere sanat, siyaset ve kültür bağlamlı yazılar yazdı. Halen Sanatatak, Post Dergi, Artunlimited gibi internet dergilerine ara ara yazılar yazmakta ve bağımsız küratörlük yapmakta. 

UNESCO’ya bağlı AICA (Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği) üyesi olan Koyuncu, bölgedeki kültür sanat gelişmeleriyle ilgili olarak, “Sanat var, ortam yok” yorumunu yaptı.

Mahmut Wenda Koyuncu

'SANATÇILAR ÜRETİYOR, PAYLAŞACAKLARI ORTAM YOK'

Bölgedeki kültür sanat ortamı hakkında gözlemleriniz nedir? Kültür sanat etkinliklerinin yetersiz olduğunu düşünüyorsanız, bunun sizce nedeni nedir?

Sanat var, ortam yok diyeyim. Burada kritik olan sözcük: Ortam. Yani sanatın üretilmesi, dağıtılması veya paylaşılması ya da tartışılması bakımından bir ortamdan bahsedilebilir mi, emin değilim. Ortam dediğimiz şey bir etkileşim halidir çünkü. Farklı aktörlerin veya kesimlerin temas etme zeminidir. Ama temas yasak biliyorsun. Konserler, festivaller çevrimiçi oluyor bütün dünyada. Sadece bireysel olarak yapılan sanatsal üretimlerden bahsedebiliriz o zaman. Atölyesinde çalışan ressamlar, heykeltıraşlar, zaman buldukça makinesini alıp dışarıda dolaşan fotoğrafçılar veya evinde, stüdyosunda müzik yapmaya çalışan müzisyenler ve yazarlar. Pandemiden kaynaklı, sanatsal üretimin dağıtımı ve paylaşılması pek mümkün görünmüyor böylece. Belki de bundan direk etkilenmeyen tek kesim edebiyatçılar ve kısmen de müzisyenler. Konser yok, sergi yok, sinema yok. Bütün bunlar çevrimiçi etkinlikler olarak var olabiliyor ancak o da ne kadar etkili bilemiyorum. Ancak bu sıraladığım etkenler pandemiden kaynaklı. "Pandemi ötesinde bir ortam var mıydı?" diye sorarsan bu da başka bir tartışma konusu. Yani kısacası sanatçılar üretiyorlar ama bu ürettiklerini paylaşacakları ortam yok şimdilik.

'SANATÇILAR KOŞULLARA TESLİM OLMADI'

Darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL ve sonraki siyasi süreç, belediyelere atanan kayyımlar, belediye bünyesinde faaliyet yürüten kurumların kapanması gibi daha çok siyasi sorunlar, kültür sanat ortamını/sanatçıları nasıl etkiledi?

Birçok şey etkilendi tabii. Mesela sana İstanbul’la ilgili bir gözlemimi anlatayım bahsettiğin süreçle alakalı. İki sene boyunca neredeyse doğru düzgün bir müzisyenin tek bir konseri olmadı İstanbul’da. Bu sürecin sonunda ilk gittiğim konser “Bajar” konseriydi mesela, büyük bir özlem ve coşkuyla. İstanbul’da durum buyken, Diyarbakır’ı, Mardin’i var sen hesap et. Kayyımlardan önce belediyelerin bünyesinde farklı türlerde sonsuz sayıda kültür sanat etkinliği gerçekleşiyordu. Doksanlı yılların sonundan kayyımlar çağına kadar bu böyle sürdü diyebilirim, sanat için çok iyi mekanlar yaratılabildi birçok yerde: Konser, sergi, sinema, tiyatro salonları, atölyeler ve festivaller gibi. Ama bu etkinliklerin neredeyse tamamının belediyeler eliyle yapılmış olması, bağımsız ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir sanat alanının oluşmasında dolaylı olarak engel olduğunu da şimdi daha iyi görebiliyoruz. Lakin bu belediyelerin günahı değil doğrudan. Onların yaptığı bir tür sosyal hizmet. Kayyımlardan sonra, belediye bünyesinde çalışan veya onlara proje geliştiren birçok sanatçı işsiz kaldı ve başka işler yapmaya başladı doğal olarak. Sergiler, konserler, festivaller, sanat çalıştayları yapılamaz oldu. Ama bu şartlara teslim olmayan sanatçılar veya oluşumlar da var halen üretimini sürdüren. Şunu unutmamak gerekiyor, kültür-sanat konusunda sınıfta kaldığını itiraf eden bir iradeden bahsediyoruz. Sanatı siyasete bu kadar angaje ederseniz, sanattan o kadar uzaklaşmış olursunuz. Ortada sanat adına sadece kuru bir propaganda kalır ve kendi kendinizi kandırmış olursunuz. Dolayısıyla yerel iradeye el koymuş böyle bir zihniyetin sanata katkı yapmasını beklemek zaten ham bir hayalden ibaret kalır. Sanatsal ortam mutlak özgürlük ister çünkü. Sokaklar özgür olacak, ifade özgürlüğü tartışmasız olacak, dini veya siyasi baskı olmayacak vs. Bölgede bunun sosyolojik imkanları mevcut, yeter ki güncel siyasi kaygılar aradan çekilsin.

'ZENGİNLER İHALE KOVALIYOR'

Belediyelere kayyım atanınca, örneğin belediyeden bağımsız bir sergi salonunun olmadığını birden (!) fark ettik. Belediyeden bağımsız kültür sanat kurumlarının belki yatırım yapacak ekonomik gücü yoktu. Peki, bölge sermayesi neden uzak duruyor sanata? Zenginleri burjuva olamamakla tarif etmek yeterli olur mu?

İşte, tam da bundan bahsediyoruz aslında. Ortadoğu’nun en büyük ve sosyo-kültürel olarak en dinamik ve en modern kentlerinden biri olan Diyarbakır’da bir sergi salonunun olmadığını düşünebiliyor musunuz? İhtiyaç yoktu diye düşünmek imkansız. İhtiyaç dediğimiz şey, elde olan bir şeyin kaybı söz konusu olduğunda anlaşılabiliyor. Bugün yokluğundan şikayetçi olduğumuz durumların aslında ne kadar büyük ihtiyaçların karşılığı olduğu çok net ortada. Belediyeden veya devletten medet umarak sanatsal gelişmeyi bir yere kadar ilerletebilirsiniz ki, Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşundan sonra izlediği sanat politikası bunun en tipik olumsuz örneğidir. Sonunda ‘’Bayburt Bayburt olalı böyle eziyet görmedi’’ olayına dönüşür durum. Şimdi ekonomik imkanlar veya burjuva vardı da biz mi içtik meselesine gelelim. Resmi kuruluşlar dışında, buna belediyeleri dahil ederek söylüyorum, sermaye kuruluşlarının sanata yatırım yapması, hadi yatırım demeyelim de destek vermesi, yok denecek seviyede. Ve bugüne kadar hep öyle oldu. Burada çok büyük bütçelerden, çılgın projelerden bahsetmiyorsak eğer, var olan ekonomik koşullarda minimal desteklerle birçok sanatsal faaliyet yürütmek mümkün. Lafı gelmişken söyleyelim, Tüyap alanında birçok fuar oluyorken ve orada bazı hangarlar atıl durumdayken neden kitap fuarı sırasında sanatçılara yer açılmıyor? Küçük bir sergi salonu veya tiyatro, performans alanı yaratılamaz mı? Bunlar büyük paralar isteyen durumlar değil. 17.yüzyılın Hollanda’sı veya 18-19. yüzyılın Paris’inde değiliz. Dünyada burjuva mı kaldı? Burjuva kültürü sanatı yönlendirmiyor artık. Şimdilerde mesenlik yok, sponsorluk var. Körfez sermayesi veya Asya sermayesi burjuvalardan oluşmuyor herhalde. Ama sanata acayip yönelmeleri var. Belki fazla paraları var da ondan diyebilirsin, kısmen doğru olabilir bu görüş ancak bir şey daha var. Sembolik sermaye sahibi olmak gibi bir arzuları da var. Bunlar da klasik manada burjuvalardan oluşmuyor. Hele de Türkiye’deki burjuvazinin mazisi ne kadar ki? Burjuva olma manasında kültürel sermayeye sahip kesimin hacmi nedir? Yine de sembolik sermaye oluşturma anlamında sanatın önemini fark etmiş bir kesim var artık Türkiye’de.

Bölgeye dönersek eğer, şöyle bir gözlemden bahsedebilirim, adına burjuva diyelim, sermayedar diyelim, ne dersek diyelim orta sınıfın arkasından ilerleyen bir kesim bu. Sanatı izlemiyor, görmüyor. İhale kovalıyor. Sanata destek vermek veya yatırım yapmak için illa ki burjuva olmak gerekmiyor yani. Ancak bölgede seküler bakışı oturmuş önemli hacimde bir orta sınıf mevcut. Bunlar şimdilik sanatı izliyorlar, takip ediyorlar ama daha bir ucundan tutma hareketleri yok. Yüksek metrekareli evlerde, villalarda yaşıyorlar ama boş duvarlara bakıyorlar. Ya da İkea tarzı dekorasyonlarla o duvarları örtmeye çalışıyorlar. Oysaki bunlar bölgedeki sanatsal üretimi hareketlendirebilecek imkanlara sahipler sermayedarlara oranla. Doktorlar, avukatlar, beyaz yakalılar vs. Bölgede yaşayan ve üreten birçok yetenekli sanatçıdan işler alabilirler, evlerine ve iş yerlerine asabilirler. Bu da ortamın önemli bir bileşeni olan piyasa kısmını güçlendirir ve üretimi cesaretlendirir.

Öte yandan, örneğin Diyarbakır’da, bazı kurumlar kültür sanat etkinlikleri düzenleyebiliyor hala. Bunun yeterli olduğunu düşünüyor musunuz?

Kesinlikle yeterli bulmuyorum ama yukarıda da biraz bahsettiğimiz sebeplerden kaynaklı olarak. Sartre’in özgürlük kavramı geliyor aklıma. Olgulsallığa teslim olmamaya bağlıyor bunu Sartre. Deleuze de, "sanat bir direnme biçimidir" diyordu. Aşkın telakilerle değil ama bu. Gerçek manada yaşamak ve yaşamı dönüştürebilmek için. Verili koşulların imkansızlığına teslim olursak zaten yaşam ve tarihi iptal edelim olsun bitsin. Olgusallığa teslim olursak bu ruhlarımızı sefilleştirir, sıradanlaştırır ve en fazla vasatlığı doğurur. Bağımsız kurumların ortaya çıkması ve bir üretimde ısrar etmesi bu manada çok önemli gelişme. Amed Şehir Tiyatrosu, Wêjêgeh Edebiyat Evi ve daha irili ufaklı bazı merkezlerin olması çok önemli. Ama yeterli değil, hiç değil.

MARDİN-DİYARBAKIR HATTI

Mardin’de kurumlar/sanatçılar kendilerini ifade edebilecek mekan, izleyici ya da maddi manevi destek gibi araçlara sahip mi? 

Soruna cevap vermeden önce, başka bir gözlemimi aktarmak istiyorum, bilmem katılır mısın? Mardin-Diyarbakır hattı, bölgedeki, hatta iddia edebilirim ki Türkiye’deki zihinsel ve sanatsal pratikler açısından en dinamik hatlardan biri. Bu iki şehir arasındaki kültürel alışverişin birbirini etkileme potansiyeli başka hiçbir yerde göremeyeceğimiz bir verimlilik taşıyor. Bunun en önemli sebebi sanırım dünyada olup bitenlerin farkında olan, seküler, politik bilince sahip, cinsiyet meselelerini diğer coğrafyalara oranla daha da cesur tartışabilen bir orta sınıfın varlığı ile alakalıdır. Tabii bu sınıfın ortaya çıkmasının tarihsel politik sebepleri var. Ayrıca bu iki kentin sosyal dokusu birbirine çok iyi yaslanabiliyor. Tabii Diyarbakır Mardin’e oranla çok büyük bir şehir. Ama Mardin’in Kızıltepe ve Nusaybin gibi büyük ilçeleri var ve buraların da Diyarbakır’la çok yoğun bir kültürel, sanatsal ve entelektüel diyalogu var. Diyarbakır’da meskûn çok sayıda Mardinli var sanat ve edebiyatla iştigal eden. Bütün bu parametreler aslında hem bölgedeki kentler için ve de Ortadoğu için muazzam bir sosyo-kültürel vaha oluşturuyor. Akla şu gelebilir, bu mesele buradaki nüfusun eğitim düzeyiyle alakalı olabilir mi? Ancak bununla izah edilemeyecek bir durum var. Türkiye’nin batısında eğitim seviyesi çok daha yüksek olan yerler olmasına rağmen böyle özgürlükçü bir potansiyel taşımıyorlar mesela. Bunun eğitimle doğrudan alakası olmadığının da altını çizelim. Bence bunun kıymetinin herkesçe bilinmesi gerekiyor. Bunun için çok insan çaba sarf etti.

Mardin özeline gelirsek eğer, burada herhangi bir kurumdan veya etkisinden bahsetmek mümkün değil. Kurumsal bir etkinlik olan Mardin Bienali var ama bienal süresi dışında kentteki sanatsal üretime bir katkı veremiyor. Eminim bienali düzenleyen arkadaşlar da bu durumun farkındalar ve umarım bienalin etkisini bir bienalden diğer bienale kadar bu kadar uzun mesafelere ayırmadan araya başka etkinlikler de eklerler. Sabancı Müzesi var ayrıca Mardin’de, onun da etkisi var ile yok arasında. Çok az etkinlik yapıyorlar. Akademiye gelirsek, o da kentin direk etkileyecek bir faaliyet içinde değil. Mardin Film Festivali var ayrıca, onlar da imkanlar dahilinde bir şeyler yapıyorlar. Dolayısıyla biz kendi kendimize kaldık mı? Ama teslim olmuyoruz tabii. Şehirde çok sayıda sanatçı, yazar, sinemacı, fotoğrafçı yaşıyor ve üretiyor. Kafe tarzı birkaç kültür merkezinin varlığından bahsedebiliriz ama onların da gücü belli. Diyarbakır için dile getirmeye çalıştığım tespitlerin birçoğu burası için de geçerli ve sermaye sınıfı sanatı görmüyor. Mardin’de herhangi bir galeri veya performans alanı yok. İnisiyatifler ve kolektifler var sanatçıların dışında onlar da düzenledikleri etkinliklerle sanat ortamını diri tutmaya çalışıyor.

'SANATÇI KADINLAR ERİL TAHAKKÜME DİRENÇ OLUŞTURUYOR'

Sanatçı kadınların isimleri günümüzde daha kuvvetli duyulur oldu. Fakat bölgedeki kadınların görünürlüğü hala yeterli değil. Sizce sanatçı kadınlar kendilerini yeterince ifade edebiliyorlar mı?

Bu gözlem önemli ve bir süre daha bunun altını çizmek zorundayız. Eskiden sanatçı kadın yok diyorlardı. Şimdi var ama görünür değil diyoruz. ‘Sanatçı kadınlar neden görünür değil?’ diye sorman gerçekçi bir soru. Sanatçı kadınlar hep vardı aslında. Ama son dönemde görünür olmaya ve eril tahakkümü kırmaya başladıklarını görüyoruz. Diyarbakır’da onlarca sanatçı kadından oluşan kocaman bir kolektif var mesela: Metal Kolektif. Onun dışında yine hem kolektiflerde yer alan hem de bağımsız çalışmalar üreten birçok kadın var. Onlarca isim sayabilirim bu konuda. Mardin’de, Batman’da hakeza. Kendilerini ifade etme konusunda bana laf düşmese de plastik dili erkek sanatçılara oranla daha cesur ve daha çeşitli malzemeyle kullandıklarını söyleyebilirim. Erkek sanatçılar uzun süre video ve foto kolaj işlerine yüklendiler ve kadınları bu alana sokmadılar, bir dönem sanatın popüler dili bu medyalara yaslanıyordu çünkü. Şimdilerde malzeme çeşitlendi ve klasik sanat medyaları olan pentür ve heykele dönüş başladı. Sanatçı kadınlarda dikkatimi çeken en önemli noktalardan biri ise hazır nesne kullanımındaki yetkinlik veya geleneksel olarak kadına atfedilmiş el işi zanaatkarlığına radikal şekilde müdahale etme biçimleri. Bu işlerin çoğunda da geleneksel kadın rollerinin kritik ve ters yüz edilmesiyle eril tahakküme bir direnç oluşturmaları. Ama soru kendilerini ifade edecek alan bulma konusunda erkekler kadar şanslılar mı ise, değil. Ama İstanbul’da da durum böyle, Avrupa’da da.. Cinsiyet ayrımı evrensel bir mesele hocam!

Atmosfer nasıl? Sanatçılar ve kurumlar içinde bulunulan durumu nasıl yorumluyor ve bu koşullarda üretmek için bir direnç gösterebiliyorlar mı? Bu koşulları daha iyi bir zamana evirmek için umutlu bir tutum sergileyebiliyorlar mı sizce?

Aslında bu soruların cevaplarına yukarıda değinmeye çalıştım biraz. Bir kere herkes şikayetçi ama kimse de üretmekten vazgeçmiyor. Bölgedeki politik meselelerin ağırlığı zaten ruhları ve bilinçleri paramparça ediyor ve sanatsal üretimin daha özgürce bir ortamda gelişmesine engel teşkil ediyor ama buna rağmen sanat kaldırım taşlarının altındaki kumlar gibi neşeyle gülümseyebiliyor. Kurumlar dediğim gibi, işlevsiz bırakılma adına müthiş baskılar altında. Ama umudun varlığı üretimdeki ısrar ile kendini ortaya koyuyor. Bölgedeki sanat aktörleri belki platformlar halinde örgütlenerek kendi meselelerine bireysel çareler üretmek yerine alanı herkes için genişletme adına bir hareket tarzı deneyebilir ve bu teması ve ortamı derinleştirmek adına yeni imkanlar yaratabilir.

APÊ MUSA 100 YAŞINDA ETKİNLİĞİ

2020 yılına yayılacak Musa Anter 100 Yaşında etkinliğinin küratörlüğünü üstlendiniz. Salgın bazı etkinliklerin gerçekleşmesini engelledi. Programda olan hangi etkinlikleri gerçekleştirdiniz, hangileri ertelendi?

Önce biraz bu etkinliklerden ne umduğumuzu ifade edeyim. 2020 Apê Musa’nın 100. doğum yılıydı ve birtakım etkinliklerle hatırlanmak, kutlanmak istendi yıl boyunca. Ancak Covid-19, her şey gibi bu etkinliklerin yapılmasına da engel oldu. Etkinliklerin sanatsal kısmını ben yapacağım kısmet olursa. Türkiye’de ve dışarıda beş ayrı kente yapılacak ve içinde yüze yakın sanatçının olduğu sergiler planlamıştık. Ayrıca bu sergilerin basit birer anma sergileri ya da dokümanter sergiler olmasını istemedik. İçinde belge özelliği taşıyan, gazeteci Ruhi Karadağ’ın arşivinden çıkan Musa Anter’e ait çok özel fotoğrafların da olduğu bir bölüm var. Ancak sergiler bunun üzerine kurulmuyor. Evet, bir anma sergisi ama sanatsal açıdan da iyi sergi olmasını istiyoruz. Yani tam da gerçeğin ortadan kaybolduğu bir zamanda gerçeğin peşinde olmak nasıl bir düşüncedir diye sorarak işe başladık aslında. Musa Anter, Uğur Mumcu, Hrant Dink gibi birincil etik kaygısı gerçekleri ortaya çıkarmak olan ve özgür düşünceyi her koşulda savunan tutumun sanatsal imgedeki yerini merak ediyoruz. Sanatsal tahayyüllün gerçekle kesiştiği noktalar üzerine bir sergi olacağını umuyoruz. Diyeceksin ki gerçekten kaçmak için sanat var zaten, şimdi bir daha mı gerçeğe döneceğiz? Ben de evet diyorum, gerçeklerden kaçamazsınız…

Şimdi soruya dönersek eğer, daha hiçbir etkinlik yapamadık. Biliyorsun, bu işler ciddi organizasyon ve destek isteyen işler. İşler kötüye gitti bizim açımızdan ama dünya farklı mı bizden? Bir pandeminin ötesinde etkinlikler için sanatçılar dışında ve bir iki sergi mekanı dışında hiç kimse destek vermedi bize. Destek konusunda çok kötü deneyimler yaşadık yani, bunları da bir tarafa yazdık, bu da böyle biline. Şaka bir yana, bazı sergileri şimdilik iptal ettik ama Mayıs ve Eylül’de yeni bir kazaya uğramazsak iki güzel sergimiz var. Hatta sana bir sürprizim var, sergi ismini senin yıllar önce çıkardığın bir kitaptan, 'İnatçı Bir Bahar'dan aşırdık, “Bitmeyen Bahar” yaptık.