Latin Amerika sinemacıları sokağa indi!

Latin Amerika’da Sinema ve Toplumsal Değişim kitabının hikmeti gerçeğin yaşandığı sırada, onu deforme etmeden ve bir politik bilinç doğrultusunda, yeni bir estetik ve finansal yapı ile birlikte, bir sanat dalı olan sinema aracılığıyla seyirciye ulaştırmaya çalışan sinemacıların kişisel anlatımlarına yer vermesidir. İnsan hakkı ihlallerinin yaşandığı, yerel kültürün içinden çıkarak sosyalist bir dünya yaratma amacının güdüldüğü bir dönemde, sinemanın sanatsal yönünü es geçmeden bir üretim yapmanın ve tarihe gerek kuramsal gerekse de teorik anlamda bir miras bırakmanın önemi büyük.

Abone ol

“Yenidünyanın keşfi” adı verilen sömürgeleştirilmeye müsait bakir alanlar bulma çabası, Güney (Latin) Amerika’nın tarihini değiştirdi. Bugüne değin, oranın geçmişi yenenler tarafından anlatılsa da, adına resmî tarih denilen bu yorumlayış biçiminin aslı astarı olmadığı aşikar. En azından son yüz yıl, bunun en nesnel kanıtı.

ABD’nin I. Dünya Savaşı sonrası artan gücü, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile arşa ulaşınca, özgürlük ve bağımsızlık bayrağını daha yukarı kaldırmaya niyetli olan Latin Amerika ülkeleri yurttaşları peş peşe gelen askeri darbelerle işkencede, darağacında, “kör” kurşunlarla can verdi. Birçoğu cezaevlerine atıldı, akıl, ruh ve beden sağlığını yitirdi. Kaçmayı başaranlar sürgünde ömür çürüttü. 20. yüzyılın ortasından başlayarak darbe görmeyen Latin Amerika ülkesi hemen hemen kalmadı. Özellikle 60’lı yıllar ile hareketlenmeye başlayan gençlik, asker namluları ile sindirilmeye çalışıldı ve pek çoğu can verdi. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi… Her ne hikmetse bugün yaptığı/yaptırdığı askeri darbelerin arkasında duran –durmak zorunda kalan- ABD, 60’lı ve 70’li yıllarda yaptırdığı darbeleri hiçbir zaman kabul etmedi. Her daim kendinden bağımsız olduğunu iddia etti durdu ve hep bir yanılsama yaratmanın gayretinde oldu.

YENİ GERÇEKÇİLİK AKIMI

II. Dünya Savaşı henüz devam ederken, dünya sineması yepyeni bir akım ile tanıştı. Bir grup İtalyan sinemacı, Sovyet gerçekçilerinin izini takip ederek kamerayı sokağa indirdi ve bambaşka bir estetik yarattı. Gerçeği olduğu gibi kayda alıp, günlük olayları basit bir hikâye üzerinden yalın bir biçimle anlatmaya meyleden İtalyanların bu sinema anlayışı çok geçmeden isimlendirildi: Yeni Gerçekçilik. Bu akım, Sovyet gerçekçilerinin aksine, mahvolmuş bir dünyanın kayda alınmasını ve ulusal sinema anlayışının doğuşunu müjdeledi. İlerleyen tarihlerde dünyanın hemen her yerinde sahiplenilen ve bölgesel/ulusal sinemanın ilk örneklerini muştulayan bu akımın Latin Amerika’daki örneklerine odaklanan Latin Amerika’da Sinema ve Toplumsal Değişim kitabı Dipnot Yayınları’ndan çıktı. Julianne Burton’un, 60’lı yıllarla birlikte üretim yapmaya başlayan sinemacılar ile yaptığı röportajlardan ve sanatçıların kendi anlatımlarından oluşan kitabın çevirisi Faik Onur Acar’a ait.

Kitap üç ana başlığa ayrılıyor: İlki belgesel sinemacıların konu olduğu birinci bölüm. Bu bölümde, Latin Amerikalı belgesel sinemacıların üretimlerini kuramsal, finansal ve estetik bağlamda dile getirilmelerini takip ederken, kendileriyle yüzleşmelerini, özeleştirel tavırlarını ve yaptıkları sinemayı Marksizm üzerinden yorumlayışlarını görüyoruz. Kolombiya, Peru, Nikaragua, Brezilya ve Uruguay gibi ülke sinemacılarının röportajlarından oluşan bölümde Arjantinli belgesel sinemacı Fernando Birri’nin sözleri, Latin Amerika belgesel sinemasının niyetini açıkça ortaya koyuyor. Birri, sinemayı ikiye ayırarak değerlendiriyor: “İlki hayali bir gerçeklik yaratır; ikincisi ise var olan gerçeklik ile yüzleşir ve onu değiştirmeye, analiz etmeye, eleştirmeye, yargılamaya ve son olarak onu film haline getirmeye çalışır. İkinci durumda çalışmanın kalıcılığı yalnızca zamanda ve mekânda yani tarih ve coğrafya ile sınanabilir. Geçen yirmi yıl içerisinde tüm Latin Amerika’ya yayılan ve dönüşen Yeni Latin Amerika Sineması Hareketi, yıllar önce ulusal kimliğimizi gerçekleştirmek değil, yeniden gerçekleştirmek yani yorumlamak ve dönüştürmek için onu açığa çıkarmaya ve onunla iletişime geçmeye karar veren bizleri haklı çıkardı.”

Latin Amerika’da Sinema ve Toplumsal Değişim, Julianne Burton, çeviri: Faik Onur Acar, 400 syf., Dipnot Yayınları, 2019.

DİYALEKTİĞİN ÖNEMİ

İkinci bölüm kurmaca film yapan yönetmenlerin röportajlarından ve anlatımlarından oluşuyor. Bu bölümün en dikkat çeken ismi Sinema Novo hareketinin kuramcısı ve uygulayıcısı Glauber Rocha. Rocha, sinemanın gerek iletişim, gerek de insan uygarlığını ve toplumu öğrenmek için önemli bir araç olduğunu söylerken, eğitim, politik propaganda, şiirsel ve felsefi amaçlar için de kullanılabileceğini dile getiriyor. Ancak bunu iddia ederken, diyalektiğin önemine vurgu yapıyor Rocha. Avrupalıların politik film bağlamında yüzeysel eserler ürettiklerini ve gerçekliği deforme ettiklerini söylerken, konunun devrimci olmasının filmi politik yapmadığını da ekliyor. “Marksizmin büyük katkısı tam olarak diyalektik düşüncenin gelişme ve kullanılma olanaklarını açığa çıkarmasıdır. Bu, sanatlarda elzemdir çünkü sanat ancak diyalektik yöntemin sürekli ve kesin olarak kullanılması yoluyla gelişebilir.” Yine bu bölümün bir başka dikkat çeken ismi Kübalı yönetmen Tomâs Gutiêrrez Alea, Godard’ın politik film bağlamında Latin Amerikalı sinemacılar üzerindeki hakkını şu sözlerle teslim ediyor: “Onun amacı, açıkça, gerçeklikte devrim yapmadan önce sinema alanında devrim yapmaktı… onun çabaları oldukça yapıcı bir güç meydana getiriyordu. Çünkü Godard, bir ölçüde, bizim, devrimci sürecin öncülerinden ziyade bir dereceye kadar inşa edenleri olduğumuzu görmemizi, bu gerçekliği sorgulamamızı sağlamakta başarılıydı.”

Üçüncü bölüm ise sinemanın farklı disiplinlerinden gelen sanatçıların röportajlarından oluşuyor. Bunun içinde yapımcılar da var, oyuncular da… Hatta Latin Amerikalı eleştirmenler de var.

'ÜÇÜNCÜ DÜNYA SİNEMASI' HALA YAŞIYOR!

Bu kitabın hikmeti, gerçeğin yaşandığı sırada, onu deforme etmeden ve bir politik bilinç doğrultusunda, yeni bir estetik ve finansal yapı ile birlikte, bir sanat dalı olan sinema aracılığıyla seyirciye ulaştırmaya çalışan sinemacıların kişisel anlatımlarına yer vermesidir. İnsan hakkı ihlallerinin yaşandığı, yerel kültürün içinden çıkarak sosyalist bir dünya yaratma amacının güdüldüğü bir dönemde, sinemanın sanatsal yönünü es geçmeden bir üretim yapmanın ve tarihe gerek kuramsal gerekse de teorik anlamda bir miras bırakmanın önemi büyük. Adına “Üçüncü Dünya Sineması” da denen bu sinema türü dünyanın çeşitli bölgelerinde hala devam ediyor. Hala kolektif üretim yolları aranıp, olmayan paralar yaratılıp, filmler çekiliyor ve bir perdeye yansıtılıp gösteriliyor. Bugün, “bağımsız sinemamız” devlet fonuna muhtaç durumda kalmışken, bu kitabın önemi daha da büyük.