Kumaş atölyesinden Suriye savaşına

Ercüment Akdeniz’in romanını “Suriyeliler literatürü” içerisinde ayrıştıran bir başka unsur ise sadece betimleyip-yorumlayan değil, hem karakterleri hem de diliyle değiştiren bir sorumluluk üstlenmesinde. Bu bağlamda Hicran karakteri, En Güzel Şarkı’nın ‘11. Tezi’. Söz ve eylem arasındaki birliğin temsilinin bir kadına düşmesinin kurmaca bir tercihten öte hayatın gerçekliğinin dayattığını, Suriyeli kadınların Türkiye’deki dünyasına girerken anlıyoruz.

Abone ol

Fulya Alikoç

DUVAR - Suriye, her gün yeni bir aktörün, yeni bir değişkenin girmesiyle paylaşım süreci bir türlü tamamlanamayan ülke; Suriye Savaşı, son yedi yıldır, gönyesi kayık bir terazi misali güçlerin bir türlü dengeye oturmadığı, realpolitiğin bitmek tükenmeyen gündemi. Arap Coğrafyasının baharlı baharsız tarihinde ve güncelinde tuttuğu önemli yer oranında kitapçı raflarında da yer tutuyor. Ve Suriyeliler, savaşın sıcak dehşetinin ya da uzun erimli sosyal tahribatının yerinden edip göç yollarına koyduğu insanlar, sadece iki ülke arasındaki sınırı değil, akademi içi ya da dışı literatürün sınırlarını da zorluyor. Hükümetin ‘saha’ya koyduğu yasaklara rağmen vazgeçmeyen araştırmacılar, eğreti de olsa yerleşikliği aşikarlaşan Suriyelilerin, zaten kendi içindeki birçok doku uyuşmazlığını çözememiş Türkiye’deki uyum imkanlarını sorguluyor. Türkiye’de üretilen yazının muhtevası ana hatlarıyla bunlar.

ANLATININ KİMLİĞİ

Öte yandan, özellikle de AB’nin kapılarına dayanmalarından bu yana krizli bir gündem teşkil eden Suriyeli göçmenler ülkelerinden uzakta bir hayat kurarken, mülteci yayıncılar ve yazarlar kendi yazınını da oluşturmaya başladı ya da göçmenlerin Avrupa’ya taşıdıkları hikayelerin başlangıç noktasına çekilen gazeteciler, araştırmacılar ve yazarlar oldu. Henüz çok az bir kısmı Türkçe’de. Çoğunda “kimlik”, “statü”, “göç”, “vatandaşlık” gibi kavramların çerçevesinden bir “insanlık dramı” anlatısını okumak mümkün oldu. Ancak, nasıl ki “sosyal politika” “mülteci krizi”ni çözmekte biçare kaldıysa, hümanist bir gerçekçilik üzerine kurulu bu anlatılar da betimleyici güçlerini aşıp değiştirici bir aşamaya taşıyamadı.

Tüm bu “Suriyeliler literatürü” bütünü içerisinde Ercüment Akdeniz’in En Güzel Şarkı’sının alametifarikası da burada, değişen-değiştiren öznelerin kendi gündelik dünyalarından yerkürenin geri kalan parçaları istikametine doğru genişleyen değişme ve değiştirme anlatısını sınıfsal bir toplum analizine dayandırmasında. Parçaların kendi arasında, parçaların bütünle arasındaki diyalektik bağıntıları sözün dünyasında da kurabilmesinde. Ve insanın varoluşunu yaşadığı coğrafyaya, konuştuğu dile, inandığı dine sabitlemeyen, koşulların şekillendiriciliğini kavrayan materyalizminde.

SOSYALİST GERÇEKÇİ EKSEN

Akdeniz’in ilk romanının başarısında bu sosyalist gerçekçi eksen kadar araştırmacı-gazeteci olarak biriktirdiğinin de büyük payı olduğu muhakkak. Daha savaşın üçüncü yılında yayınlanan Mülteci İşçiler (Evrensel Basım Yayın, 2014) Suriye’den göçün Türkiye durağının alelade bir durak olmadığını tam da mültecilerin –Akdeniz özellikle ‘mülteci’ kavramını tercih ediyor– gündelik hayatının içerisinden, çalıştığı atölyeden, tıkıştırıldığı bodrum katından, ciğerlerine işleyen bekar odasından, askıda kalan çocukluğundan anlatıyordu. Akdeniz’in bu içeridenliğine aşina olmayanlar, ilk romanı En Güzel Şarkı’da geçen birçok işin (atık toplama, dilencilik-mendil satma, ‘sıpanles’ geri dönüşümü, kumaş atölyesi, sayacılık, vb.) emek süreçlerinin tüm detaylarına hakimiyetine şaşkın bir hayranlık duyacaktır.

En Güzel Şarkı, Ercüment Akdeniz, 176 syf., Kor Yayınları, 2018.

DÜNYANIN SURİYELİ GÖÇMEN POLİTİKASI

İlk kitabından iki yıl sonra yayımladığı Sığınamayanlar’da (Evrensel Basım Yayın, 2016) gözlemlenen ise başka bir içeridenliktir. Bu sefer, ölçeği büyütüp, dünyanın Suriye ve göçmen politikasına makro bir mercek tutan Akdeniz, yazdığı her satırda Suriyelilerin içerisinden emperyalistlere öfke kusmaktadır. Yukarıda alınan kararların, aşağıda yaşayanların gündeliğini nasıl belirlediğini yalın, keskin ve inkar edilemez bir gerçeklik olarak sunar. Mikro-makro arasında kurduğu bu ilişkinin geliştirilmiş bir biçimi En Güzel Şarkı’nın kurgusunun temel kolonlarından birini oluşturuyor adeta. Akdeniz, küçük, gündelik hikayelerden daha büyük ve zamana yayılmış olgulara pencereler açıyor. Kumaş atölyesinde çalışırken Suriye Savaşı’na, Halepli çocukların sokak oyunlarından Arap Baharı’na, işyerinde okunan bir gazete haberinden savaşın tarihi, doğayı, bilimi/bilgeliği ve sanatı yıkıcı karakterine açılan pencereler, tam da gerektiği kadar “açık” kalıyor. Böylece öncesinde bizi içine çektiği küçük, gündelik süregiden hikaye ayazda kalıp soğumuyor.

(Bunun tek istisnası, 10 Ekim Katliamı ve kitabın ortağı ressam Günay Karakuş'un hikayesi –ki bu hikayede biraz daha üşüyeceğiz sanırım.) Bu parça-bütün, soyut-somut arasında zamanlaması iyi ayarlanmış geçişler aynı zamanda, savaş, katliam, ayaklanma gibi büyük olayların özünde yatan sınıf çelişkisi ve mücadelesi ekseninin sürekli bir hatırlatıcısı olma işlevi görüyor. Türkiye okuru için soyut olan her şey ya bir atölyede ya metrobüste ya da bir bodrum katında somutlanıyor.

Akdeniz’in romanını “Suriyeliler literatürü” içerisinde ayrıştıran bir başka unsur ise sadece betimleyip-yorumlayan değil, hem karakterleri hem de diliyle değiştiren bir sorumluluk üstlenmesinde. Bu bağlamda Hicran karakteri, En Güzel Şarkı’nın ‘11. Tezi’. Söz ve eylem arasındaki birliğin temsilinin bir kadına düşmesinin kurmaca bir tercihten öte hayatın gerçekliğinin dayattığını, Suriyeli kadınların Türkiye’deki dünyasına girerken anlıyoruz. Akdeniz, ataerkinin erkek bir yazara mümkün kıldığı ölçüde kadınların iç dünyasına dair tahayyüllerini derinleştirme çabasından kaçınmıyor. Ne yazık ki buradaki kısıtlar yazarın özel çabasıyla aşabileceği öznel kısıtlardan ziyade, toplumsal gelişime bağlı bir nesnellikte.

Tüm bunları asgari bir okuryazarlığı olan herkesin okuyabileceği yalınlıkta bir dille yapabilmesi, toplam bir Türkçe edebiyat birikiminden birçok şey almaya açık olduğu gibi, ona katacağı şeyler olduğunun da bir işareti. Günümüz işçi romanının ve giderek sosyalist gerçekçiliğinin yeni estetiğini bütünlüklü olarak konuşabildiğimiz günler geldiğinde, Ercüment Akdeniz’i ve sunduğunu bu katkıyı anacağımız kesin.