‘Krizler’ devleti sarsarken ‘8 Haziran koalisyonu’nda yol ayrımı

7 Haziran 2015 seçimlerinden hemen sonra zımnen kurulan, kısa süre içinde de alenileşerek bugüne gelen ‘ittifak’; içeride ekonomik darboğaz ve uluslararası alanda mecburi yeni arayışlarla karakterize olan dönemin koşullarında bir yol ayrımına gelmiş gibi görünüyor. Yüzeydeki ideolojik-hukuki anlaşmazlıklar, ittifak halindeki sınıfsal-bürokratik güçlerin ‘toplam kriz’ karşısında bir çıkar ve görüş ayrılığına da işaret ediyor olmalı.

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

Erdoğan ile Bahçeli arasında 'af' eksenli beyanatlarla başlayan ve bir süredir Bahçeli ile AKP’nin çeşitli figürleri arasında ‘sert atışmalar’ olarak seyreden tartışma, bugün en üst düzeyde yaşanan restleşmeyle yeni bir boyuta girmiş gibi görünüyor.

Türkiye sağ siyasetinin geleneksel iki büyük kolunun, İslamcılık ve Türkçü milliyetçiliğin temsilcileri olarak Erdoğan ve Bahçeli ile partileri, çok geniş bir sahada ‘ideolojik sürtünme’ yaşamadan davranabiliyorlardı. Başta Kürtler olmak üzere Türkiye'deki farklı etnik ve dini topluluklar konusunda inkara varan otoriter bir yaklaşım; toplumsal yaşamın düzenlenmesinde milliyetçi muhafazakar ilkelerin benimsenmesi; batılı tipte bir liberal demokrasiye hayli mesafeli ve özünde devletçi idare anlayışı; lider kültü ve elbette işçi sınıfının her türlü politik örgütlenmesine karşı egemen sınıflar yanlısı bir tutum... Bunlar, aynı dinci-milliyetçi-mukaddesatçı havuzdan evrimleşen İslamcı ve ülkücü siyasetin kolaylıkla birlikte davranabildiği temel alanlar oldu.

Ancak bu ‘mayınsız’ alan, bir süredir üç farklı başlık altında test edilir olmuştu: Yerel seçimlerde ittifak sorunu, af konusu ve bunlara yakın zamanda eklenen ‘Andımız’ meselesi… Birbiriyle kesin olarak bağlantılı olan bu başlıklar, iktidar blokundaki iki fraksiyonunun siyasal-ideolojik konularda olduğu kadar, güncel meselelere ilişkin de farklılaşmasına; o bloku oluşturan sınıfsal-bürokratik güçler arasında bir çıkar ve görüş ayrılığına da işaret ediyor olmalı. Dolayısıyla, bugün ‘infilak’ noktasına gelen huzursuzluğun, güçlü bir ‘ideolojik’ kabuk taşımakla birlikte, esasen devlete hakim olan ekonomik ve siyasi egemenler koalisyonunun bir yol ayrımı olarak değerlendirilmesi de mümkündür.

BÜYÜK ORTAK TIKANMAYI AŞMAYA ÇALIŞIRKEN...

Büyük ortağın ulusal ve uluslararası konularda ‘yeni arayışları’nın, özellikle ekonomik tablonun derinleştirdiği tıkanmayı aşma çabasının tetiklediği bir ‘farklılaşma’; kılıçların şakırtısının duyulduğu ‘sahne’ önünde ideolojik-siyasal farklılıklar üzerinden ifade ediliyor olabilir.

Sözgelimi, bir tür hukuk tartışması olarak af konusu, İslam fıkıhı ve şeri hükümlerle yıkanmış bir 'adalet' anlayışına sahip olan daha 'yeşil' AKP ile faşist doktrinin devlet ve hukuk algısından beslenen daha 'kahverengi' MHP açısından sadece yapısal bir ayrışmadır. Her ikisi de "devlete karşı işlenen suçlar" gibi bir kavrama, yani devleti önceleyen bir bakış açısına sahip; ama mesele af konusuna gelince, İslam hukukuna daha yatkın olan AKP/Erdoğan 'bireye karşı işlenen suçları bireyin bağışlayacağı' esasına dayalı dinsel bir pozisyona geçiyor. İslam hukukundaki 'kısas' hükümlerini de içeren bir bakış açısıdır bu özünde... Bahçeli ve MHP ise faşizmin devlet ve hukuk mimarisine daha yatkın olarak, "asıl devlete karşı işlenen suçlar affedilemez" noktasında. İki sağ otoriter ideolojinin yapısal farklılığını ortaya çıkaran ilginç bir başlık oldu bu böylelikle.

‘Andımız’ etrafındaki tartışmanın da böyle bir yanı var. Irkçı, buduncu bir milliyetçiliğin, Sur, Cizre operasyonları, Afrin harekatı gibi askeri operasyonlarda sahadaki temel figürlerden biri olarak görünmesi rahatsızlık yaratmazken, ‘Andımız’daki milliyetçi ifadelerin bizzat Erdoğan tarafından ‘ırkçılık’ olarak mahkûm edilmesi şaşırtıcı bulunmamalı. Kendisini var eden ‘neoliberal’ koşulların bir ürünü olarak, kimi zaman birbirine tamamen zıt tutum ve unsurları bir araya getirebilme esnekliğine sahip olan büyük ortak; askeri sahada işlevsel bulduğu ve rahatsızlık duymadığı söylem ve sembolleri, gündelik yaşamın kendisi açısından bazı ‘stratejik’ noktalarında istemiyor. Danıştay kararını, bir hayli ilerleme kaydettiği yeni devlet mimarisi açısından riskli buluyor ve daha büyük riskleri içeren bir restleşmenin konusu yapmaktan çekinmiyor. ‘Andımız’ kararıyla başlayabilecek olası bir ‘geri dönüş’ dalgasını tehdit olarak algılıyor.

SANDIK: RESTLEŞMENİN VE UZLAŞMANIN ZEMİNİ

Hepsinden önce başlamış gibi görünen yerel seçim ittifakı konusundaki anlaşmazlık da, bu yapısal farklılıklarla ifade edilen güncel ayrışmanın hem uyarı sireni hem de bir tür ‘savaş meydanı’… Birbirlerine en çok ihtiyaç duydukları/duyacakları nokta olarak ‘sandık’, restleşmenin olduğu kadar uzlaşmanın da en güçlü zemini. Nitekim, biri kendisini iktidara taşıyan ‘yerel yönetim’ etkisini büyükşehirlerden başlayarak kaybetmek; diğeri de yerel yönetimlerden büyük oranda tasfiye olmak riskiyle karşı karşıya kalabilir.

‘Büyük ortak’, hem ekonomik zorlukların hem de uluslararası mevcut ve olası yeni pozisyonların çalkantılı denizinde, kendi o sınırsız ‘esnekliğinin’ pragmatizmiyle davranmak istiyor ve sandık desteğine çok büyük ihtiyaç duyduğu halde, o esnekliğini ve 16 yıllık ajandasını zorlama noktasına gelen küçük ortağını feda etmeyi göze alacak şekilde bir çıkış yolu arıyor.

Bu, artık sonuna gelinmiş ve önlenemez bir yol ayrımı mıdır; taraflar birbirlerinden kesin olarak ve geri dönüşsüz kopmuşlar mıdır? Yoksa her iki taraf da birbirlerine olan mecburiyeti silah olarak kullanırken başlayan restleşme, tahammül sınırlarıyla birlikte niyeti de aşan bir kopma noktasına gelmiştir de onarılabilir mi? Yanıtını çok kısa süre içerisinde alacağımız bu sorular, esasen 2015’te kurulan yeni devlet ve iktidar koalisyonunun yaşadığı krizi göstermektedir.

Tüm yazılarını göster