Kristeva ve Arendt: Yaşamdan çıkan teori

Julia Kristeva’nın “Hannah Arendt ‘Yaşam Bir Anlatıdır’” adlı, İletişim Yayınları tarafından, Necdet Dümelli çevirisi ile basılan kitabı, bize Arendt düşüncesine bir kere daha yakından bakma fırsatı tanırken, metin, Kristeva’nın Arendt’i anlama çabası ile de dikkat çekiyor. Yazar düşünürün fikirlerinin uğrak noktalarını okura sunarken, onun “anlatıya” dönüşen yaşamına da işaret ediyor

Abone ol

DUVAR - Günümüz dünyasını anlamak açısından, sıklıkla çalışmalarına başvurduğumuz isimlerden birisi de Hannah Arendt. Bize kötülüğün ‘sapkınlar’, ‘deliler’ tarafından değil 'sıradanlar' tarafından yapıldığını gösteren, nedenlerini sorgulatan, insanın düşünmeyi bıraktığında ve eleştirel mesafeyi koruyamadığında, hukukun, siyasetin, otoriteler tarafından kötülüğün alelade uygulandığı, şiddetin kaçınılmaz olduğu bir dünyaya nasıl hizmet edebileceğini hatırlatan bir isim. Marksizm, liberalizm ve modernizm eleştirisi hâlâ güncelliğini koruyan, insanın çevresine ve dünyaya yabancılaşmasını ayrıntılı bir biçimde dillendiren Arendt, Nazizme direnen bir aydın olmanın sorumluluğuyla ve yaşam odaklı bakışıyla sadece eserlerini verdiği dönemde değil bizim şimdimizde de hayatı ve siyaseti anlamlandırma çabamızda önemli bir yerde duruyor.

'YAŞAM BİR ANLATIDIR' 

Julia Kristeva’nın “Hannah Arendt ‘Yaşam Bir Anlatıdır’” adlı, İletişim Yayınları tarafından, Necdet Dümelli çevirisi ile basılan kitabı, bize Arendt düşüncesine bir kere daha yakından bakma fırsatı tanırken, metin, Kristeva’nın Arendt’i anlama çabası ile de dikkat çekiyor. Yazar düşünürün fikirlerinin uğrak noktalarını okura sunarken, onun “anlatıya” dönüşen yaşamına da işaret ediyor. Çünkü ona göre; “Arendt kendi yolundan ilerledi ve belki de ‘güzel biçimde yetişmiş’ bir kadın ve Yahudi olarak yaşadığı siyasete felsefesi açısından bakarsak, bahsedilen yaşam felsefesini gerçekleştiren ve kanun hâline getiren tek filozof oldu.”

Kristeva, düşünmeyi yaşamla özdeşleştiren Arendt’in bir şekilde felsefesini de pratiğe geçirdiğini düşünüyor. Yazara göre Arendt, “yaşamı bizatihi açıklanması gereken” bir kavram olarak görüyordu bu nedenle onun düşüncesinin merkezinde genellikle bu konu yer alıyordu. Ve o düşüncesini kendi yaşamıyla eyleme geçiriyordu. Kristeva, Arendt düşüncesini yorumlarken, yazarın her zaman aşina olduğumuz kavramlarına odaklanmaktan çok birebir düşüncenin yaşamla kesiştiği yönlerini öne çıkarıyor bana kalırsa. Yazarın “etkilenim” alanlarına yoğunlaşarak Arendtçi eleştirilere farklı bir açıyla yaklaşmaya çabalıyor. Onun Heidegger, Nietzsche, Kant, Aristo gibi filozofların düşüncelerini nasıl parçalayarak kendi fikrine ve yaşama eylemine ulaştığı konusunda bir harita çıkarıyor. Böylece aslında dünya düşüncesinin iki önemli ismi, Kristeva ve Arendt bir metinde buluşmuş ve bize üzerine düşünebileceğimiz, yeni sorular oluşturabileceğimiz bir kitapla seslenmiş oluyor.

Hannah Arendt, Yaşam Bir Anlatıdır, çev: Necdet Dümenli, 80 syf., İletişim Yayınları, 2018.

'RADİKAL KÖTÜ'

Kristeva, Arendt’in “radikal kötü” (Kantçı anlamda) kavramını ele alırken, onun yaşamı tahrip eden noktasına dair önemli bir tespit yaptığını düşünüyor. Çünkü “radikal kötü” insanı gereksizleştirirken, kendisini de gereksizleştiriyor. Böylece hayata dair anlam ortadan kalkıyor ve en büyük tehlike belki de burada başlıyor. Arendt şöyle söylüyor: “Radikal kötülüğün, içindeki tüm insanları eşit oranda gereksizleştiği bir sistemle bağlantılı olarak ortaya çıkmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu sistemin manipülatörleri, tüm ötekilerinkilere olduğu kadar kendi gereksizliklerine de inanırlar ve totaliter katiller gittikçe tehlikeli hâle gelirler, çünkü kendilerinin ölü mü yoksa diri mi olduklarını, hiç yaşamamış ya da doğmamış mı olduklarını umursamazlar…”

Bunun anlamı yaşama yabancılaşmaktır, yaşama yabancılaşan için kendisi dâhil başka bir canlının anlamı olmaz çünkü ‘radikal kötü’ hayatta ama ölü bir varlık hâline gelmiştir. Bir bakıma kopmadır bu dünyaya dair olandan, iyiye doğru olandan uzaklaşma. Çünkü kendi anlamını kaybeden için “başkanın” değeri hiçe karşılık gelir. Yine Arendt’e göre: “Günümüzde her yerde nüfusun ve yersiz yurtsuzların sayısı sayısının artmasıyla birlikte, dünyamızı yararcı kavramlarla tasarlamaya devam ettiğimiz sürece, insan kitleleri durmadan gereksiz hâle gelmektedir…”

Buradaki ‘gereksiz hâle gelme’ sistemin bir anlamda ‘atık’ olarak gördüğü insanların varlığını hiçleştirmesi, yaşamını değersizleştirmesi anlamına gelir belki de. Çünkü bu durumdan sorumlu olanlar için bir süre sonra yük durumuna gelen bu insanlar, kurtulmaları gereken, “gereksizler” olarak görülürler. “Radikal kötü”, “ölü ya da diri olduğunun” farkında olmayan olduğu için yaşamın, barışın, huzurun bir değeri yoktur çünkü hayatın farkında olmayan için yaşamın kendisi, üzerinde oynayabileceği bir nesne durumundadır. Kristeva Arendt’in “İnsanlık Durumu” (2013), adlı metninde bu tehdidin farkına vardığını ve bunun için ateşli bir müdafaa inşa ettiğini belirtiyor.

'UNUTMA TEHLİKESİ'

Arendt modern kültürde krizi “unutulma tehlikesi” olarak görüyor. Onun bu anlamda önemsediği şey ise Kristeva’nın ayrıntılı bir biçimde değindiği “anlatı” kavramı. Anlatı önemli çünkü bir şekilde bellekle ve tanıklıkla ilişkileniyor. Bu anlamda Arendt Antik Yunan polisini politik bir mekân olarak kişiyi anlatıyla ölümsüz kılabildiğine dikkat çekiyor. Poliste kendisini ifşa eden kişi yani anlatıcı bir şekilde ‘kim’i’ ortaya çıkarma çabası içerisine giriyor. Bunun anlamı kişinin kim olduğuna dair sorunun yanıtıyla da ilişkileniyor sanıyorum. Ancak burada iş anlatandan çok izleyiciye düşüyor çünkü anlatılanı taşıma sorumluluğu ona yani tanığa ait. Kristeva bu durumu şöyle anlatıyor: “Belleği anlatı aracıyla eylemek, görmek, hatırlamak, tamamlamak: Bu Arendt’te tam anlamıyla politik bir anlatı inşa eden kim’in açığa çıkarılmasının en kestirme yolu olarak görülür.” Tanık anlatısını dinlediği özneyi devam ettirerek onu bir şekilde ölümsüz kıldığında, unutulmanın da önüne geçilmiş oluyor ve bu politik bir eylem anlamı kazanıyor. Bu durumu bugün kendimiz açısından düşündüğümüzde, dünyanın felaketlerine karşı bulunduğumuz izleyici konumunun anlamını hatırlattığını söyleyebiliriz, bazen dayanılmaz olsa da, kaçmak, duymamak, bilmemek istesek de, bir şey yapamamanın çaresizliği ile kıvransak da, tanık olduklarımız, unutturmayacaklarımız anlamına gelebilir ve bize belleğe sahip çıkma sorumluluğu yükleyebilir. Çünkü Kristeva’nın da işaret ettiği gibi: “anlatı sayesinde, ‘ilk’in kendisi parçalarına ayrılır, anlatıların sonsuzluğu içerisindeki ‘yabancılıklara’ dağılır.”

ŞİİR YAZMAK BARBARLIK MI?

Julia Kristeva

“20. Yüzyılı Anlatmak” adlı yazısında Kristeva, Arendt’in daha çok ‘tema-anlatı’larla ilgilendiğine dikkat çekiyor. Çünkü ona göre Arendt, “bir tarihsel eylemin tanıklık yönünü metaforik olarak ifade eden ya da yoğunlaştıran kısa anlatı sekansları”nı önemsiyordu. Bu bağlamda benim dikkatimi çeken Arendt’in Kafka yorumu oldu. Arendt, Kafka’nın gerçekçi karakterlere yer vermek yerine ‘modeller’ sunduğundan bahsediyor. Çünkü deneyimden çok bir düşüncenin izini sürüyoruz Kafka metinlerinde ve bu anlamda Kafka Arendt için bir yazar olmaktan çok düşünür statüsünde değerlendiriliyor. Bu konuda Arendt’e katılmak gerek çünkü Kafka’nın bürokrasiyi, kurumları, otoriteleri sorgulayan karakterleri aslında dünya içerisinde tek tek bireylikleri “model” alıyor. Onlara kazandırdığı gerçeküstü boyut örneğin, Gregor Samsa’yı düşündüğümüzde, gerçekleri kıran bir yerde durmasına karşın, insanın kendi öznelliğini kaybettiği, bedeni bile başkasının gözetiminde ve kendisine ait olmayan bir nesneye dönüşümünü temsil ediyor belki de. Bu nedenle Kafka’da modern dünyanın eleştirisini de görebiliyoruz. Onun metinleri böylece modern dünyada insanın konumunu karakterleriyle sunarak, bir düşünceyi de temsil ediyor. Ayrıca Arendt’in Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” cümlesinin tersine şiiri önemsediğini görüyoruz çünkü ona göre: “Şiirin anlatıda konumlanmasını da içeren ve imgesel olarak adlandırdığımız şey, dehşeti düşünen tek şeydir.”

BAĞIŞLAMA VE VAAT

Kitapta Kristeva, Arendt’in ‘ne’ olmaktan çok ‘kim’ olmak üzerinde durduğundan bahsediyor ve yazarın düşüncesi çerçevesinde konuyu ele alıyor. Bununla birlikte ‘bağışlama’ ve ‘vaat’ kavramları üzerinde de duruyor. Özellikle günümüzde mağdurun tarafından ‘bağışlama’ konusunun ne kadar önemli olduğu düşünülürse, Arendt’in bu konudaki fikirlerine bakmak gerek. Çünkü Arendt ‘radikal kötü’ bağışlanabilir mi, bağışlanan özne için bağışlanmak ‘yeniden doğmak’ gibi bir anlam ifade eder mi gibi sorulara yanıt arıyor. Suçun değil de suçlunun bağışlandığına dikkat çekerken, habersiz bir şekilde ortak olunanın bağışlanmasının anlamını da sorgulatıyor. Kristeva’nın da üzerinde durduğu gibi, Arendt düşüncesinin merkezinde “yaşam” yer aldığı için aslında bir bakıma suç ve ceza konusuna da yazarın bu açıdan yaklaştığı ve yaşamın bir şekilde devamını esas aldığı söylenebilir. Yazar, ‘vaat’ kavramını ele alırken onun ‘geleceğin belirsizliği’ konusunda dengeyi sağladığına inanıyor. Bağışlama ve vaat bir arada düşünülüyor çünkü biri diğerinin varlığını belirleyebiliyor.

Arendt düşüncesi dünyanın gidişatı göz önüne alındığında, yaşamımızın nasıl ilerleyeceği konusundaki tartışmaları devam ettiren bir yerde duruyor. Otoritelerin yaşamı hiçleştiren, hukuku yok sayan tavırları, dünyanın tüm canlılarının yaşamını garanti altına alabilecek bir sözleşmenin çok uzağında olmamız, yazarın eleştirisinin güncelliğini korumasına sebep oluyor. Kristeva’nın “Hannah Arent ‘Yaşam Bir Anlatıdır’” adlı metni hem Arendt düşüncesine onun yorumuyla tekrar göz atmak hem de dünyaya ve yaşama dair öngörülerimizi arttırmak açısından önemli bir metin benim fikrimce. ‘Küçük’ bir metin ancak daha iyi kavrayabilmek için özellikle yazarın “İnsanlık Durumu” (İletişim Yayınları, 2013), adlı metni ile birlikte okunabilir, bunun yanı sıra Aristoteles’in “Nikomakhos’a Etik” (Bilgesu, 2017) adlı metni de ek okuma olarak önerilebilir.

Arendt’i ve Kristeva’yı bir araya getiren ve bize yaşamdan çıkan bir anlatı sunan bu kitap, hem günümüz siyaset felsefesi ile ilgilenenlerin hem de Arendt takipçilerinin dikkatinden kaçmayacaktır diye düşünüyorum.