Komet: Resimlerde yaşamın izdüşümü olmasını istiyorum

Komet, 80. yaş gününü Dirimart’ta 12 Aralık’a kadar devam edecek bir resim sergisi ile kutluyor. Komet ile hayatını ve eserlerini konuştuk.

Abone ol

Sırma Zaimoğlu

DUVAR - Türkiye sanatının nev-i şahsına münhasır kişiliklerinden Komet, 80. yaş gününü Dirimart’ta 12 Aralık’a kadar devam edecek bir resim sergisi ile kutladı. Sergide Komet’in resmine dair tüm ayrıntılar gözlemlenebiliyor; espasa, pentüre ve dengeye verdiği önem, gündelik hayatının rutin imgeleri, bu imgeleri görme biçimi…

Çağdaşlarının aksine sıklıkla orta sınıfı resmine dahil eden Komet, toplumcu gerçekçi resmi kendi yaşantısından yeniden şekillendiriyor. Burada artık işçi ve köylüler yok. Burada sanatçının kendi dünyası var. Sabah selam verdiği komşusu, galeride konuştuğu koleksiyoneri, akşam zilini çalan apartman görevlisi var. Üstelik bu imgeler tutarlı ve kurallı olmak durumunda da değiller. Resme, resmin oturmaya en yakın haline, Komet’in deyimiyle “tamlığa” hizmet ediyorlar. Yeni üretimleri dışında Alto Modern çalışmalarını da sergiye dahil eden Komet, bizlere altını çize çize tamlığı aradığını vurguluyor.

Komet’i bir ekolle, bir etiketle ya da çeşitli genellemelerle tanımlamak çok da başarılı bir sonuç doğurmayacaktır. Kendisinin dünyası hep büyülü ancak daima gelişmekte olan yakalanamaz bir lokomotif gibi. Kelimelerle oynamayı seviyor, muhalif olmaya bayılıyor. Onu anlamak, daha doğrusu yakalamak bu nedenle oldukça zor.

Komet'le sanatının en güncel ve en yüce haline tanıklık ettiğimiz resim sergisi vesilesiyle konuştuk... 

Komet

Resimlerinizi okumaya nereden başlamalı? Çünkü fantastik deniyor olmuyor, grotesk deniyor olmuyor… Resminizin nasıl tanımlanmasını istersiniz? Düşsel resimler denilebilir mi?

 Aslında bazen grotesk havaları olabilir. Ben gerçekçi bir sanatçıyım, ressamım. Sanatçı olarak da yaptıklarım var, o ayrı. Düş, gerçekten daha gerçek bir şeydir. Gerçekliğimizi ortaya koyan bir şeydir.

Peki bunun bilinçaltıyla bağı var mı?

Ferit Edgü serginin katalog* yazısında bu soruna güzel bir cevap veriyor. Ben düşleri, herhangi bir şeyi resmetmiyorum. Bir şeyler bir şeylere benziyor. Fala bakar gibi resim yapıyorum yani... Biraz içinde komiklik olsun, romantiklik olsun. Anlatabiliyor muyum? Onlar da kendi karakterimden gelme şeyler.

Resim ile çağdaş sanatı her fırsatta ayırıyorsunuz, bu ayrımı nerede temellendiriyorsunuz? Pentürle güçlü bir ilişkiniz var mı mesela öncelikle? Çağdaş sanata resmi dahil etmemenizin nedeni bu mu?

Çağdaş sanat nedir?

Çağdaş sanat melez bir sanat. Bu zaman kadar gelmiş bütün referansları kendine dahil eden ama bunu kullanırken onunla beraber yeni bir şey söyleyebilen bir sanat biçimi…

Yeni, en çabuk eskiyen şeydir. Mesela bir çatal bile bir beş yüz sene sonra kıymet kazanıyor. Eski… Onun için ben de eskidikçe kıymet kazanıyorum. İyi sanat zamana da dayanır.

Sırma Zaimoğlu ve Komet 

Burada değeri belirleyen bir anlamda da metot değil mi?

Hayır, metot yok. Benim rakibim Piero della Francesca, Bruegel… Onlar mühim, çok büyük. Mağara devrini ilk al, bugünlere kadar gel. Greco-Romain resim; Doğu resmi, Batı resmi. İyisi duruyor. Her zaman iyisi var bu işin. Kötüsü de var.

'YÜZYILLARDAN SÜZÜLÜP GELEN ŞEYLER VAR'

Ama bazen kötüsü de duruyor.

Durmaz kötüsü.

Durmaz mı?

Yüzyıllardan süzülüp gelen şeyler var. Kötüsünü hemen görüyorsun zaten müzelerde. İyiler hemen belli oluyor. Picasso’nun da her resmi iyi değil. Yahut Rembrandt’ın da her resmi aynı değildir. Çok büyük ustalar var. Velázquez var. Bunlara özeniyorum, tabii ki yani; bir Piero della Francesca var… Bir Pierre Bonnard var mesela, hakiki ressam.

'MAX ERNST BENİ ETKİLEYECEK SEVİYEDE DEĞİL'

Artam'da hakkınızda çıkan Kıymet Giray imzalı bir yazı var; notlar aldım o yazıdan. Doğru/yanlış olarak cevaplamanızı rica edeceğim. Giray demiş ki "Max Ernst en sevdiği ressamdır". Ve diyor ki, en çok etkilendiğiniz eser de "Ernst’in Yağmurdan Sonra Avrupalı" işiymiş.

Böyle bir şey söylemedim hayatım boyunca. Max Ernst beni etkileyecek seviyede değil. Sürrealistlerin ressamlarından çok yazarları iyidir. Yani sürrealist pek beğendiğim ressam yok.

Yine yazılardan devam edecek olursak; Panik Grubu’na katılmanızla beraber o dönemki happeninglerden etkileniyor ve fantastik resim yapmaya başlıyorsunuz. Bu doğru mu?

Ben fantastik iş yapmam. Fantastik resim hiç yapmadım. Böyle saçma sapan deforme olur figürler; burun, çene, ağız yüz uzar, fantastik onlara denir yani. Böcekler möcekler... Hikaye gerçekten uzaklaşır. Ayrıca Panik grubuna katılmadım ben, ama panikçiler en yakın arkadaşlarım oldu. Beraber birçok sergilerimiz oldu. Onların bütün aktivitelerine katıldım. Uzun yıllar aynı galeride çalıştık. Yine ayrıca stuationist olarak hiçbir etiketi kabul etmiyorum.

Mitolojik işler yaptınız mı hiç? Bir başyapıtınız olduğu yazıyor; Kentaur adında. Bu iş Anadolu, Yunan ve Mezopotamya mitlerinden etkilenerek çıkmış. Biraz bahseder misiniz?

Öyle bir şey yok ki! Ne demek Kentaur onu da bilmiyorum. Ne ilgisi var? Metot yok. Kurumsal ya da kuramsal bir şey bulamazsın bende. Ama bütün sanat tarihini iyi bildiğimi zannediyorum, eski ve yeni. Hepsinin mirasçısıyım yani. Bütün kültürün de mirasçısıyız bildiğimiz kadarıyla. Bu arada da görsel kültürü çok iyi bildiğimi düşünüyorum.

İyi bir pentürde sizin için vurucu olan üç şeyi söyler misiniz? Bu olmazsa olmaz, bu yüzden iyi bir resimdir diyebileceğiniz?

Öyle bir şey yok. Morandi hayatı boyunca tahtadan natürmort modelleri koyuyor. Hepsi aynı şey neredeyse. Bir resim oluyor. Bir sanat eseri oluyor. Bir tamlık yani. O tamlığı yakalamanın bir ton değişik yolu var. Boş bir tuval; bembeyaz, bir tamlıktır. En ufak bir şey onu bozuyor. Sonra o tamlığı yakalamaya çalışıyorsun.

'BEN UÇARI KALPLİ BİR İNSANIM...'

Peki sanat üretiminin samimiyetinde bohem şart mıdır?

Yok, öyle bir şart yok. Ama ben bohem yaşadım. Ona özendim. O romantik çünkü. Ben uçarı kalpli bir insanım, meraklı…. Karakter meselesi.

Romantik demişken bir süre aynı evi paylaştığınız Mübin Orhon’dan bahsetmesek olmaz diye düşünüyorum. Biraz anlatır mısınız, nasıldı ilk Paris yıllarınız?

Mübin iki defa geldi Türkiye’ye. Birinde babası ölünce gelmişti. O zaman Çiçek Pasajı’nın üstünde edebiyatçılar lokali vardı. Bir gün oraya gittim. Baktım, Edip Cansever ve Selahattin Hilâv oturuyorlar. Yanlarında birisi var, bir bey. Beni çağırdılar. Öyle tanıştık. Sonra beni çok sevdi, hep beraber olduk o aralar. Uzun müddet. Beni her tarafa götürdü, bütün ailesini tanıdım. Kaptan abisi, ablası vardı. Beraber çok içtik. Beni de sevdi.

Bir de babasının ölümünden sonra, askerlik için gelmişti. Sen necisin diyorlar, kırk iki yaşında... Ressamım, diyor. Bize savaş resimleri yap, diyorlar. Devasa kâğıtları hazırlatıyorlar.

Mohaç Meydan Muharebesi, diyor resmine. Askeriyeden sonra onlar tuvale yapıştırıldı. Melda Kaptan, İlhan Koman’ın karısı, terzidir. Modacıydı. Nişantaşı’nda yeri vardı. Orada sergi açıldı onlarla. Sonra taklitleri çıktı, güya o zamanlar yapmış. Başka resim yapmadı o sırada. O dönem atölyesini, her şeyini yitirdi. Her şey gitmiş, dağılmış, yağmalanmış… Bir yer bulana kadar bende de kalabilir diye haber gönderdi. (Paris’ten bahsediyor) Gidince Mübin’de kaldım. Bir yatak, küçük bir yatak var köşede. En kötü zamanlarını yaşıyor, dışarı çıkmıyor. Bir masa var, guajlar yapıyor. Birkaç tuval var köşede. Bazen galericiler gelip bir şeyler alıyor, o guajlardan filan. Öyle bir yaşam... Sonra bakanlıklarda çalışan dünya tatlısı bir kadını tanıdı, Marie France. Yüksek memur. Onunla beraber olmaya başladılar. Kış çok sert. Mübin’e de biraz can geldi, tuval de yapmaya başladı. Sonra bir yere taşındılar; bir kat ev, bir kat atölye olan. Üst katından bir Amerikalı ayrıldı, Mübin orayı bana ayarladı. Ben de oraya gittim. Daha sonra oraya Nazım Hikmet’in oğlu Mehmet, karısı Münevver Hanım da taşındı. Sonra Sinan Bıçakçı taşındı. Uzun yıllar oralarda kaldık. Mübin tabii ki beni etkiledi.

İlk ne zaman “Ben neredeyim, benim sanatım nerede duruyor, ben kimim?” dediniz?

1971’de gittim, 1941 doğumluyum. Otuz yaşında gitmişim. Zaten kendimizi ressam olarak görüyorduk. Ama ben avangart çalışmalar da yapan birisiydim. Orada da devam ettim bunlara. Burslu gittiğimiz için okula da yazılmak lazımdı. Orada Güzel Sanatlar’a misafir öğrenci olarak yazıldık. Hâlâ 68 havası vardı orada… Yaptığım şeyleri hocalar da çok beğendi. Yavaş yavaş figüratif resim de yapmaya başladım. Onlar beğendiğinde çeşitli salonlarda sergiledik. Burs bitti, bir kadınla beraber yaşıyordum Isabelle diye. Burada çok ideallerimiz vardı. Mehmet’ler filan dönmüşlerdi. Ben de biraz geç olarak döndüm, baktım hiç kimse yüzümüze bakmıyor. O sırada ben de resimle yaşayabilecek duruma gelmiştim. Isabelle’e tembih ettim, gelme diye. Geri döndüm Paris’e. Biraz da borcumuz vardı devlete. Enflasyon dolayısıyla daha kolayca ödedik borcumuzu.

Sonra dediniz ki tamam, ben burada iyiyim…

Çünkü orada önemli sergilere katılmaya başlamıştım, galerilerde sergiler açmıştım. Türkiye’deki ilk sergimi de Maçka Sanat Galerisi’nde açtım. Şimdi gençler on sekiz yaşında açıyorlar. Biz resim satmayı falan düşünmüyorduk tabii. Benim ilk kişisel sergim 1974’te Rouen kentinde oldu.

Sizin resminizi tarif etsem zaman ve mekândan sıyrılmış, gündelik hayat figürlerini tiyatral sahneler gibi sunan resimler olarak yorumlarım. Ama figürlerin bazılarına bakıyorum, orta sınıf aydın kadınlar, bürokratlar, kodamanlar… Bildiğimiz formlar, sürprizli değiller. Bazıları o kadar net ki...

Tabii, yaşadığım şeyler yani. Figürlerde tiyatral bir hava var tabii ki. Hayat da öyle değil mi biraz? Resimlerde yaşamın izdüşümü olmasını istiyorum. Kendi yaşadığıma göre yapıyorum. Bir de abartıya kaçmak istemiyorum. Bazen hafiften kaçsam da…

Geçtiğimiz günlerde bir bey bir resmimi getirdi. Maçka Sanat Galerisi döneminden. Bu resim ondaymış, vaktiyle oradan almış. Koleksiyoncu. Resimde hayaletler var, bazı yerler gri gibi ama renkli. Burada bir hikaye var işte. Resimdeki çocuk kravatlı mesela. Niye köylü resmi yapmadı, dediler yıllarca. Sosyalist olacaklar ya bunlar. Kendileri köylü bir de. O zaman köy romanı yazılıyor. Ona karşı şehre karşı bir savaş var. Köylü resmi yapmadığım için bile eleştirildim.

Toplumcu gerçekçi diyoruz…

Güya…

Neden herkesin ifade yöntemi aynı olmalı? Bu istek niye? Ama o zamanın da hiti o...

Evet. Mesela bizim komünistler Kafka’yı bile iteklerlerdi. Selahattin Hilâv’ın çok güzel bir yazısı vardı. Zihin Kuşları’nın girişinde, Leyla Erbil’in. Dün elime geçti kitap. Şöyle bir göz gezdirdim. O çok iyi anlatıyor. Zihin Kuşları’nın önsözü… Çok iyi açıklıyor bazı şeyleri.

Şiirle de güçlü bir ilişkiniz var. Resimlerinizde şiirlerinizdeki gibi alegoriye başvuruyor musunuz?

Bütün resimlerimde yok. Ancak bazı figürlerde olabilir.

'FELSEFECİ OLMAK İSTERDİM...'

Tek bir meşgale bulmak zorunda olsaydınız hangi disiplini seçerdiniz? Şiiri mi seçerdiniz, resmi mi seçerdiniz? Farklı metotlarla, çağdaş sanatla mı ilgilenirdiniz?

Çok iyi şairler var. Çağdaş sanatçı da olmak istemezdim. Yorucu. İyi ressamlar var. Onu da olmak istemezdim. Felsefeci olmak isterdim. Bir Felsefe öğretmeni olacak şekilde. Tabii önemli felsefeciler var ama ben de düşünmek isterdim. Bakkal olmak isterdim, ne bileyim? Keyfime göre bir şeyler yapmak isterdim, yorulmadan… Bu esnada da okumak. Tabii iyi resmi de seviyorum ben. İyi resimlerle dolu bir müzede yönetici olup onların içinde yaşamak da isterdim. Ama resimler benim beğendiğim resimler olacak.

Sergiye dönecek olursak, resimlerin bir kısmı Alto Modern çalışmalar olarak adlandırılmış. Kökeni nedir?

2000’in başında başladım o tip çalışmalara. 2004’te Berlin’de bir sergi açtım. 2005’te Dirimart’ta açtım. Mesela beyaz üstüne beyaz, o ilk yaptıklarımdandır. Bilhassa beyazlarda az önce de bahsettim; her şey tamdır. Beyaz en kirlenebilir şey. Belli bir mantığı kıran bir resim. Ama mantığı kırdığı zaman o da bir mantığın içine giriyor. O tip resimler vardı… Şöyle hicivli bir yazı yazmıştım: “Bu çalışmalarda şeylerin şeylerle olan kırılgan münasebetlerinin espasın entegrasyonunu yoksadığını görüyoruz. Böylece şeylerin şeylerle özgür ve ödünsüz diyaloğu bizi fenomenolojik, dolayısıyla var olmuş olanın çoklu birlikteliğini sorgulayan bir alana götürüyor. Soru sordurmadan kendi kendileriyle, kendi kendilikleriyle var olmayı gerçekleştiren form ve oluşlar, bize kendilerini kabul ettirebilmek için beklenmedik gösterilerde bulunuyorlar. Bunun daha radikal ve somut olarak ortaya çıkması için klasik yağlı boya, tuval medyumu kullanılıyor. Modern ötesi reprezentatif gösteri geri çekilerek Alto Modern bir epistem öngörülüyor. Cazip bir anti yerleştirme, bizi yeni bir varlık entitesiyle karşı karşıya bırakıyor. Endişesiz bir “Dasein” durumu içinde ışıklı bir ruhla yıkanmak için ortada hiçbir mazeretiniz kalmıyor.” Tabii biraz dalga geçiyorum burada yazarlarla.

Bu bir olaydan tanıdık geliyor… Bir dergiye bir profesör yazı yolluyordu…

Sokal, biliyorum, Türkçeye de çevrildi. Alan Sokal. Bu bütün dünyada böyle işte. Bir jargon var, onları kullanarak… Türkiye’de de var öyle eleştirmenler. İlla her serginin bir ismi olacak. Bazen, ne isim koyalım, diye soranlar oluyor.

Sergiye isim vermemeniz çok tutarlıydı… Bir açıklama bile yaptınız…

Bir şeye dayanak olursa eğer, kullan hakikaten. Ama onun üzerine yazı yazanlar da yazıyorlar da yazıyorlar. Bazen hiçbir şeyin üzerine de bir sürü şey yazılabilir yani...

Resimlerde sıklıkla orta sınıf figürler görüyorum. Ve kadınlar çoğunlukla. Bunların özel bir yeri var mı?

Kapitalistler yok mu? Bazen oluyor, onlar da oluyor.

Çeşitli insanlar ama çoğu aslında bilindik, gündelik figürler…

Tabii. Çeşitli insanlar, karşılaştığımız insanlar.

Normalde bir resmi çıkarmanız ne kadar sürüyor?

Belli olmuyor işte. Daha önceden karar vermediğim için.

Son olarak size beş kelime vereceğim, karşılığında kısa cevaplar bekliyorum. Sonra da sizden beş kelime rica edeceğim. 

Melankoli?

Şarkı ismi.

Rakursi?

Severim.

Nihilizm?

O kadar ileri gitmem.

 Dantel?

Ay!

Post-Truth?

İnsan ötesi mi oluyor, ne oluyor bu?

Hakikat ötesi çağ?

Aman uzak dursun.

Sizden beş kelime istiyorum son olarak.

Ah, oh, eh, of, tüh tüh.

“…Gerçeküstücülük bilinçaltına verdiği önemli yer dolayısıyla; şiirde, öyküde, hatta o pek ilgilenmedikleri romanda; özellikle sinema ve resimde düşler dünyasına büyük yer verir. Chirico’nun metafizik resimleri, Dali’nin Magritte’in gerçekliğin mantığını altüst eden tabloları…çoğu kez düş sözcüğüyle açıklanmıştır. Oysa, düşün geniş anlamında değil, en dar anlamında (yani uykuda görülen rüyanın) kendine özgü bir mekanı ve dili vardır. Bu ressamların hiçbirinde göremeyiz bunu. Komet’in resimlerinden söz ederken eleştirmenlerin düşten bahsetmeleri, bu eski alışkanlıktan olsa gerek…” 

Ferit Edgü

Galeri Nev İstanbul “Komet’in Resimlerinin Önünde ve Ardında” Sergisi Katalog Metninden, 2000.