Kıyıdakiler

Adaleti kutsal kılan ortak bir değer olması, hukuk sistemini adil kılan ise kurgu dışı olmasıdır. Diğer bir deyişle toplumların ortak değerlerinden doğan, gerçekçi bir hukuk sistemi adil olabilir, ancak yargıçların kurguyla arasına mesafe koymadığı yargılamaların sonsuz bir döngüye girmesi, bir kalem israfı ve içtihat yığını olmaktan öteye gitmeyecektir.

Abone ol

Seda Alçınar*

‘Hukuk istisnalardan besleniyor; istisnasız hukuk battaldır’! İstisna halini, hukukun kendini askıya alma yoluyla, canlıyı bünyesine kattığı özgün yapı olarak betimleyen Agamben’in bu hoşnutsuz tespiti yargıyı tek başına yargı olmaktan çıkarıyor. Siyasi iktidarın belirli numaralarla isimlendirdiği salonlara, ‘demokrasi ile mutlakiyet arasındaki o muğlak alan’a işaret ediyor. Numaraların sembol olmanın ötesine taşındığı bu dört sandalyeli mekanlarda kural ve istisna yer değiştiriyor. Suçlama yoluyla ‘normal düzenin’ dışına itilenlerin ‘hizaya’ sokulduğu ve yargı süjelerinden birinin adı verilerek bir mühürle ‘içeride’ tutulduğu paradoksal bir düzen.

Egemenin norma aykırılık tanımının muğlaklığı, yasayı bilmemenin mazeret olmaması karşısında neyi ifade eder? Diğer bir deyişle devletin tehdit olarak betimlediği ve fakat nesnel hiçbir kriteri karşılamayan ‘aykırılığın’ sıradan insanların sıradan faaliyetlerini içermesi, suçu gündelik hayatın bir parçası haline getirir mi? Suç ‘normal düzenin’ dışındaki bir alan değilse norma aykırılık olarak ifade edilen nedir? İstisna halinin “içe aktarmak, içeride tutmak” şeklinde tasvir ettiği karşıtlık, siyasal iktidarın, hükmedebilmek için suça sıkıca sarılması anlamına gelir mi? Devlet, varlığını büyük ölçüde suça mı bağlamıştır? Suç, devlet ve hegemonyanın en işlevsel aygıtlarından biri midir?

Modern demokrasilerde bir sebepten suçlananların, siyasal baskıdan bir zırhla korunduğu, hukukun koruması altında adli bir güvenceye sahip olduğu varsayılır. Yasama ve yürütmenin en uzak mesafesinin yargıyla aralarındaki mesafe olmasından doğan güvence, yargılama faaliyetini belirsizlikten ama aynı zamanda salt normatif olmaktan da çıkarır. Çünkü norm ya da kural, onu ortadan kaldıran bir neden olmadıkça var olamamıştır, bu da normun doğuşunu tartışmalı haline getirir. O halde süje, norm ve olağandışılık kendi içinde uyuma ulaşmadıkça yargılamanın hukukiliğinden bahsedilemez. Suçlanan kişinin normalleştirilmesi olarak planlanan yargılama faaliyeti norma aykırılığın tanımını da bizzat üstlendiğinde, siyasal iktidar ve yargı gücünün ayrışmadığını görürüz. Oysa Hobbes, yasayı yapanın otorite olduğunu, hakikat olmadığını işaret ederek norm ile suçlama faaliyetinin çeliştiğini de söylüyor olabilir. Öyleyse yasayı yapanın gerçeklerden kopuk ve bu sebeple de ideal olmayan bir düzen kurduğunu, bu düzen içinde kalan yargılamanın norma indirgenmesinin sakıncalı olduğunu belirtmek gerekir.

Suçun yeniden üretimi yasayla değil, bir ölçüde kültürel ya da siyasal gelişmelere bağlandığında kriterleri belirsiz ve her gün yeniden üretilen bir “tehdidin” muhakemesi yapılırken siyasal iktidarın en azından yargılama aşamasından el çekmesi beklenir. İsmi sayılarla müsemma dört sandalyeli salonlar kriterlere karşılık bulmaya, yani “içe aktarmaya” başladığında, demokrasi ile mutlakiyet arasında muğlak bir alan bulmak da güçleşir, çünkü bir ara geçişe dahi izin verilmesi olasılık dışıdır. Üstelik binalardan ibaret olmayan adliyeler arasında sebebi olmayan bir üstünlük oluşturup yetki alanını keyfî biçimde genişleterek, savunmanın alanı rahatlıkla daraltılabilmektedir. Teritoryal kelepçeleme olarak ifade edebileceğimiz bu münhasır olma hali yargılamaları kısır, içbükey ve kırılgan hale getirir. Savunmayı, mobius şeridinde paten yapmak gibi, izleyeni eğlendiren ama kayanı sonsuz bir döngüye hapseden bir çıkmaza sokar. Bu çıkmaz, beyhude umutlar sunan yine başka numaralarla isimlendirilmiş kilitli kapıların da olduğu, imkân ile imkansızlığın yarıştığı bir çıkmazdır. İşte 37 numaralı kapının, bu çıkmazın başlangıcı ve aslında sonu olduğunu söylemek hiç zor değildir. Sembolik yargılamaların sahicilikten en uzak biçimde ve bir o kadar pervasız yapıldığı meş’um yerdir orası. Kiremitleri, boyası ve tahta kürsüsü, gerçek bir muhakeme salonu izlenimi verse de orayı bir özel kalem, irtibat bürosu ya da tam yetkiyle donatılmış bir şube olarak görmek mümkün. Eğer 37 numaralı kapıdan bir defa girmişseniz lekelenmeden çıkmanıza imkân yoktur. Bu seçilmiş ve özel kapı sizi hukuk düzeninin sağladığı tüm haklardan yoksun bırakan filtresinden geçirecek, içeride soluğunuz kesilene kadar bağırsanız da sesiniz duyulmayacak ve nihayetinde bir intihal metni tutuşturulacaktır elinize.

Bugün belki teninizin rengi tek başına yargılanma nedeniniz olmuyor; ama ten rengi kadar kişisel olan bir nedeni savunmak zorunda kaldığınızda hukukun evrimsiz bir nesne olduğu düşüncesinden kurtulamıyorsunuz. Kitab-ı Mukaddes’in (12:4-6) numaralı bölümünde Galatyalılar’ın, savaşı kaybetmeleri nedeniyle nehri geçerek kurtulmaya çalışan Efraimileri ayırt etmek için onlara “şibbolet” sözcüğünü söylettiği ve “sibbolet” diyenleri Ürdün Nehri kıyısında katlettiği hikâye anlatılır. Üstelik ilk bakışta kim olduğu anlaşılmayan kişiye “Efraimi misin” diye sorulduğunda hayır yanıtını verirse yapılan bu testle ortaya çıkan şey, o dilde (ş) harfinin olmamasından dolayı kişinin kimliğini açık eden bir farklılıktır sadece. Kırk binden fazla Efraimi’nin katledildiğini anlatan hikâyenin en sarsıcı yanı ise Kitap’ta anlatıldığı bölümün adının “Yargıçlar” olması. Bugün bir grubun diğerlerinden farklı olduğunu anlatmak için kullanılan shibboleth sözcüğünün, damgalama ve ötekileştirmenin jenerik adı olması ve anlatıldığı bölüm birlikte düşünüldüğünde, yargılama faaliyetinin suçlananı damgalamak ve ötekileştirmek üzerine inşa edilmiş olmasının tesadüf olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Babil’den günümüze, gücün kime ne söylettiğinin ve direnenlerin dillerinde hangi harflerinin olmadığının hep değiştiği ama kıyıdakilerin hep öldüğü bu gelenek, egemen ve hukuk ilişkisini dolaysız ve çarpıcı biçimde anlatıyor.

Yargıçlar! Onlar numarasız üniformalarıyla sahadaki mevkileri belirsiz oyuncular gibiler. Şibbolet yargısı büyük ölçüde onların eseri. Siyasi iktidarın sunduğu çelik yelek ve sonsuz pervasızlık, kaleyi terk etmeye varan özgüvene neden olmamalı. Yargıç olmanın meslek değil bir görev olduğunu ama bu görevin, hukuk bilgisinin devlete emanet edilmesi olmadığını anlamak için özel bir aydınlanmaya ihtiyaç olmadığı muhakkak. Kutsal kitapları yazıya dökenlerin dikkate değer birer filozof oldukları düşünüldüğünde açıp okumak ve adaletle ilgili neler söylendiğine bakmakta fayda var. İncil’de geçen “Başkasını yargılamayın ki siz de yargılanmayasınız. Çünkü nasıl yargılarsanız öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız” (Matta:7) ifadeleri önemli. Hakikat ve yargı üzerine söylenmiş bu sözler yargıçları çok ilgilendiriyor. 37 numaralı salondaki yargılamaların tekerrür etmesi fikri dahi son derece rahatsız edici; ancak kaleyi terk ettiren cesaretin bu ihtimali hiç düşündürmüyor olması kadar korkunç değil. Hannah Arendt’in İncil’deki yargılamaya dair bu ifadelerle ilgili yorumu şöyle: “Yargılamaktan kaçınmanın ardında özgür bir failin varlığından duyulan şüphe gizlidir; yaptığından sorumlu ya da onu üstlenmekle yükümlü tek bir kişinin bulunmadığı şüphesi böylece doğar”. Yargıçların, özgür bir yargılamanın faili olmadığı şüphesini de akla getiriyor bu yorum; dolayısıyla yaptığı yargılamadan sorumlu olup olmamayı hiç düşünmemiş bir yargıcın adil olma ihtimaline ilişkin derin kuşkuyu da.

Adaleti kutsal kılan ortak bir değer olması, hukuk sistemini adil kılan ise kurgu dışı olmasıdır. Diğer bir deyişle toplumların ortak değerlerinden doğan, gerçekçi bir hukuk sistemi adil olabilir, ancak yargıçların kurguyla arasına mesafe koymadığı yargılamaların sonsuz bir döngüye girmesi, bir kalem israfı ve içtihat yığını olmaktan öteye gitmeyecektir. Zaman adliyenin lehine çevrilmeli, birikim, adli açmazları onarmalıdır. Yargıçlar toprağa attıkları her tohumun bir gün büyüyeceğini bilmeli, zehirli otlar yok edilmelidir. Yargılama, dört sandalyeli salonların uğultulu boşluğundaki kurgu ve deneme faaliyeti olmaktan kurtarılmalı, bu sonsuz ve evrimsiz dev durdurulmalıdır. Kıyıya vuranlar ve yargılayanların ortak yazgısı ‘şibbolet’in, bilinen ilk manası olan başak ve bolluğu hatırlatması düşündüğümüzden daha kolay.

*Avukat