Kırık bir keman ve yıkık dökük hatıralar

Akira Mizubayashi'nin 'Can Kırığı' romanı Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Yazar kitapta Japonya-Çin Savaşı’nın yaşandığı döneme ve sonrasına dair kurguladığı hikâyeyle buluşturuyor okuru.

Abone ol

1930’larda, İkinci Dünya Savaşı’nın iki önemli provası yapılmıştı: Bunlardan biri Avrupa’daydı; 1936-1939 arası gerçekleşen İspanya İç Savaşı’nda faşist liderler kendilerini ve ordularını sınamış, diktatör Francisco Franco tarih sahnesine çıkmıştı.

İkinci prova ise Asya’daydı; 1937-1945 arası devam eden Japonya-Çin Savaşı, Nanking Muharebesi adıyla anılan ve Japonya ordusunun yaptığı soykırımla anılmış, ardından İkinci Dünya Savaşı’na taşınan şiddet sarmalı uzun yıllar sürmüştü.

Asya’daki bu prova, Japonya İmparatorluk Kuvvetleri’ni Nazilerin muadili hâline getirirken bugün hâlâ doğru düzgün hesaplaşılamamış pek çok acı bıraktı geride: Savaş sırasında kaybedilenler, işkencelerden geçirilenler, cinsel saldırılara uğrayanlar, Japonya’nın Nanking ve pek çok yerde kurduğu toplama kamplarında gerçekleştirdiği soykırımlar…

Japonya-Çin Savaşı’nda, Japonya İmparatorluk Kuvvetleri’nin gerçekleştirdiği katliamlar ve ürettiği şiddet dalgası belgesellere konu oldu, bazı filmlerde ve romanlarda işlendi. Özellikle kimi Japon yazarlar bu minvalde kendilerince ve imkânlar dâhilinde bir hesaplaşmaya girişti. Akira Mizubayashi, 'Can Kırığı' adlı romanında, Japonya-Çin Savaşı’nın en kanlı günlerinin yaşandığı döneme ve sonrasına dair kurguladığı bir hikâyeyle buluşturuyor okuru.

'ZAMANIN LOŞ MERDİVENLERİ'

Mizubayashi, 1938’de Tokyo’da başlatıyor hikâyeyi. Klasik müziğe gönül vermiş dört amatör müzisyen çıkıyor karşımıza: İngilizce profesörü Japon Yu ve üç Çinli öğrenci, sürekli prova yapıyor ve insanlığa mal olmuş eserler üzerinden, o dönem Çinli ve Japon siyasetçilerin bir türlü beceremediği iki ülke halkları arasında bir dostluk kurmayı başarıyor. Savaş döneminin şiddet dili, tevatürlerle hareket etme ve düşmanlaştırma politikaları, Yu ve arkadaşlarının başına çorap örüyor: Provayı basan Japon askerler, dört müzisyeni tutukluyor ve Yu’nun ince işçilik eseri kemanını kırıyor. Bu olup bitenlerin bir başka tanığı daha var: O anda bir dolapta saklanan ve babasını o gün son kez gören Yu’nun on bir yaşındaki oğlu Rei. Mizubayashi, romanı bu noktadan sonra günümüze de taşıyor ve Rei’nin, babasının hatırası kırık kemanla savaştan miras kalan acıyı ve yası yaşamak durumunda kalışını resmediyor.

Rei’nin “zamanın loş merdivenlerinden indiği” bir sürecin romanı 'Can Kırığı'. Bu sürecin başlangıçtaki en güzel ve heyecanlı tarafı, Rei’nin babası Yu’nun ve üç Çinli arkadaşının, 1930’ların sonunda yaşanan tüm acıların ve şiddetin müzik aracılığıyla üstesinden gelebileceğini düşünerek bir grup kurması ve provalara başlaması. Rei, küçük bir çocuk olarak bu dönemin tanığı.

Can Kırığı, Akira Mizubayashi, Çevirmen: Aysel Bora, 172 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2021.

“Çıldırmış bir dünyadaki şiddet karşısında korkunç bir melankoliye kapılan Schubert’in yalnızlığı”ndan esinlenen ve bu ruh hâliyle ürettiği eserleri seslendiren grup, müziğin iyileştirici tarafına yoğunlaşırken Yu, “melankoli bir tür direniştir” diyerek bestecinin içinde bulunduğu durumla kendilerininki arasında bir bağ kuruyor: “Aklın kaybolduğu ve bireyselliği yok etme şeytanının sürüklediği bir dünyada, insan nasıl aklı başında kalabilir? Schubert bizimle birlikte, şimdi ve burada. O bizim çağdaşımız. Ben bunu derinden hissediyorum.”

Yu’nun kurduğu bu ilintiyle grup, 1938’in Tokyosu’nda insanları ayrıştıran ve savaş naraları atıp Çin’e saldıran milliyetçilerin varlığı nedeniyle daha da önem kazanıyor. Başka bir deyişle şiddet ortamında hümanizmi, sanatı, incelikleri ve vicdanı ön plana çıkarıyor Yu ve arkadaşları. Rei bunun da yakın bir tanığı.

Grubun bu çalışmaları, “majesteleri imparatora” itaat etmeyen ve “fikirlerini” desteklemeyen herkesi “vatan haini” diye yaftalayan Japon askerlerinin provayı basarak Yu ve arkadaşlarını tutuklamasıyla sekteye uğruyor: O an orada bulunanlar, savaşın ve milliyetçiliğin şiddetiyle yüzleşirken Yu’nun kırılan kemanı ise bu nobranlığın ve Rei’nin yaşamında açılan yeni sayfanın simgesi hâline geliyor.

'ÇOCUKLUĞUN DONMUŞ UZAMI'

Yetim kalıp babasının bir arkadaşı tarafından evlat edinildikten sonra Jacques Maillard ismini alan Rei’nin geçmişe dönerek hatıralarını canlandırma çabası, Mizubayashi’nin romanda kotardığı ikinci kırılma noktası.

1938’den yıllar sonra, yetmiş altı yaşındayken geçmişine ve anılarına sahip çıkmaya çalışan Rei’nin, benliğini yeniden kurmaya çalışmasına ve yaşadığı travmanın ruhunda açtığı gediklere tanık oluyor okur. 1938’de babasını tutuklayan askerler arasında yer alan ve ona kırık kemanı veren Japon teğmenin torunuyla karşılaşmasına da… Bu noktadan itibaren Mizubayashi, romanı hatırlama ve yas çizgisine oturturken Rei’nin “zamanın fosillerinden kurtularak sarsılmasıyla” yüzleştiriyor bizleri.

Bahsi geçen sarsıntıyı yoğunlaştıran şeylerin başında, Rei’nin on bir yaşından itibaren Fransa’da bulunması ve isminin değişmesi geliyor. Bu farklılıklar ona, 1938’de yaşadıklarını ve babasını unutturmuyor elbette ama geçmişiyle bugünü arasında kopukluklar doğuruyor. Teğmenin torunuyla konuşması ise seneler sonra Japonya’ya giden ve kendini ülkesinde Fransız bir misafir gibi hisseden Rei’ye bu kopukluğu gidermede yardım ediyor. 1938’de babasını Rei’den koparan müzik, onu teğmenin torunu keman virtüözü Midori’yle yıllar sonra bir araya getiriyor. Yıllar sonra yetenekli bir lutiye olan Rei, babasının grubunda yer alan üç Çinli müzisyenden Yu Jian’la tesadüfen iletişime geçince ortak anılar, acılar ve yaslar buluşuyor; hepsinin aklına vicdanın can çekiştiği, ifade ve düşünce özgürlüğünün öldürüldüğü dönemler geliyor.

Babasından kalan kemanı tamir etmeye ömrünü harcaması ise Rei’nin geçmişindeki kırık dökük hatıraların bir bölümünü düzeltme ya da “çocukluğunun donmuş uzamından” kurtulma çabası olarak karşımıza çıkıyor.

Travma ve acılarını biraz olsun hafifletmek ve bölük pörçük hatıralarını yaşatmak için zamanının çoğunu babasının kemanını onarıp enstrüman yapımına ayıran Rei, hayatını altüst eden katliamların ve şiddetin nedenlerini sorgularken benliğindeki eksik parçaları tamamlamaya çalışıyor. Bu gayreti, babası ve onunla birlikte yaşamdan koparılanlar için bir saygı duruşuna ve sessiz bir ağıta dönüşüyor.

Mizubayashi; Yu’nun başına gelenler, oğlu Rei’nin bunlara tanık olması, ardından yaşadığı acı ve tuttuğu yas bağlamında, 1930’ların sonunda Japonya’ya hâkim olan nobranlığı ve sonrasındaki travmaları romanlaştırmış. Köklerinden koparılan, acılarla ve bitmek tükenmek bilmez bir yasla yaşamak durumunda kalan Rei, Japonya-Çin Savaşı’nın mağdurlarının ağır yükünü sırtlanan ve babasının anısını ayakta tutmaya çalışan bir karakter olarak ete kemiğe bürünüyor 'Can Kırığı'nda. Daha doğrusu, benzer acıları yaşamak zorunda kalanları temsil eden bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Mizubayashi de romanı ve yarattığı karakterler aracılığıyla yakın geçmişle bir hesaplaşmaya girişiyor.