Kim yaşadı ki kendi yüzyılını?

Arkadaş Z. Özger Şiir Ödüllü kitap 'Geceyle İşlenen' çıktı. Kitap, şiir okuruna gelecek vaat eden bir şairi haber veriyor.

Abone ol

DUVAR - Türkçenin yazı dili olarak işlenmesi, geliştirilmesi yerleştirilmesi için sorumluluk alan ve bu yönüyle de Cumhuriyetin “altın nesli” diyebileceğimiz kuşağın içinde olan birkaç isimden biri de Melih Cevdet Anday’dır. Şairdir, romancıdır, denemecidir, oyun yazarıdır… Gezi, öykü; yani kısaca edebiyat alanındaki bütün türlerde üreten bir isim olmuştur. Bu biraz da onun Türkçe yazı dilinin işlenmesi, geliştirilmesi, yerleştirilmesi için aldığı sorumluluğun sonucudur. Cumhuriyetin kalemi, Türkçenin Melih Cevdet Anday’ıdır kısaca. Türkçenin inşasında aldığı görevi yazdığı sürece her şeyden üstün tutmuştur.

Melih Cevdet Anday

On dört yıl önce 28 Kasım’da yaşamını yitiren Melih Cevdet Anday 1915’te Çanakkale’de doğmuştur. İlk şiiri 21 yaşındayken Varlık dergisinde yayımlanan “Ukde”dir. “Ukde”, onun uzun şiir yolculuğunun başlangıcı olarak geçer edebiyat tarihine.

Bir gün ışığa döner yaprak,

Üzümler kızarır kütükte,

Elbette diner bu sağanak,

Kaybolur içimdeki ukde.

Sandalımı bırakmıyor su,

Silinip dönüp baktığım iz,

Çoktandır kaybettiğim arzu,

Boşuna çırpındığım deniz.

Dudağımı ıslatan zemzem,

Testisinde çökmesin dibe,

Rüzgârla dağılacak madem,

Bu yolu kapayan eksibe.

Bir gün ışığa döner yaprak,

Üzümler kızarır kütükte,

Elbette diner bu sağanak

Kaybolur içimdeki ukde.

Şiirle olan yolculuğu 2002’de 28 Kasım’da, modern Türkçe şiir okurları için ölümsüz şairler arasına girmiş biri olarak sona erer.  Melih Cevdet Anday’ın şairliğinden söz ederken şiir yelpazesi günlük dilden Yunan mitolojisine kadar açılan bir şairden de söz ederiz. Garip dalgasıyla gelen şiir anlayışının üç isminden biri olur. Melih Cevdet Anday’la birlikte Orhan veli ve Oktay Rifat’tan oluşan Garip aslında biraz da Nâzım Hikmet’in çıkışından ve “Putları Yıkıyoruz” kampanyasından esinlenerek gelişen dönemin baskın şiir anlayışına başkaldırıdır; Yahya Kemal’e, hececilere, vezincilere itirazdır.

Açıkçası amacına da ulaşmış, hem Yahya Kemal’in geç Osmanlıcılığının şiir sultasını, hem de hayatta karşılığı olmayan avara kasnak durumundaki hececi vezinci şiir anlayışını eskitmiştir. Tabii aynı dönemde, Garip dalgası yükselirken şiire dinamizm katan, şiir ortamına enerjilerini yükleyen ilk kuşak toplumcu şairlerin deneyimini de unutmamak gerekir.

Garip dönemi kısa sürse ve gençliğinin ilk yıllarında kalsa da bu süreçteki şiirleri grubun diğer şairleri gibi büyük ölçüde günlük hayattan ve dilden beslenir. “Fotoğraf” başlıklı şiiri, Melih Cevdet Anday’ın Garip dalgasındaki yerini gösteren tipik bir örnektir. Ayrıca Garip anlayışının günlük hayatla kurduğu şiirsel bağını; dilsel ve imgesel örgüsünü de yansıtır:

Dört kişi parkta çektirmişiz,

Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...

Anlaşılan sonbahar

Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli

Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...

Babası daha ölmemiş Oktay'ın,

Ben bıyıksızım,

Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış.

Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;

Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?

Oysa hayattayız hepimiz.

.

Garip aslında daha Orhan Veli yaşarken sona gelmiştir. Ölmeden önce Orhan Veli de Garip’le ilgili gelişmelerden pek memnun değildir. O da şiirini başka bir yönde değiştirmeyi istemektedir. Melih Cevdet Anday, Garip dönemi şiirlerini “Rahatı Kaçan Ağaç” (1946) adıyla kitaplaştırır. Orhan Veli’nin erken ölümünden sonra da Melih Cevdet Anday ‘Garip’ anlayışını tamamen terk etmez.

Ellili yılların ortalarında bile Garip anlayışına büyük ölçüde bağlı göründüğü şiirler yayımlar. “Telgrafhane” (Yeditepe, 1952) ve “Yanyana” (Yeditepe, 1956) adıyla yayımlanan kitaplarında yer alan şiirleri Garip anlayışının etkisi altındadır. Özellikle Yaprak dergisinde çıkan ve daha sonra “Telgrafhane” kitabında “Hazineler İçindesin” başlıklı bölümde yer alan şiirlerinde, Garip’in biçim ve içerik anlayışına bağlılığını hala sürdürdüğü gözlemlenir. “Medeniyet” başlıklı şiiri de bunlardan biridir:

Şu haline bak da utan

Ne okuma bilirsin ne sayı

Ne üstünde var ne başında

Ne midende ne kursağında

Bari gel de görgünü arttır

Medeniyet öğren ayı.

Yemek masası nedir, peçete nedir,

Çatal bıçak nedir gör!

Giymek şart değil ya,

Ayakkabı gör, gömlek gör,

İngiliz kumaşı gör, naylon çorap gör,

Jartiyer bile görsen faydası var.

Tarak deyip de geçme

Saçını tara da gör

Kafan nasıl işlemeye başlar.

Kanalizasyon gördün mü sen hiç?

Gel de kanalizasyon gör,

Yemek şart değil ya,

Döner kebap gör, su böreği gör,

Ekmek gör be ekmek,

Ne görsen faydası var!

“Telgrafhane” kitabında yer alan “Hiroşima” başlıklı şiir de bunlardan birisi olmasına karşın yine de kitabın “Hazineler İçindesin” ara başlıklı bölümünde yer alan şiirlerden farklılaşır:

Büyükbabam, babam, ben

Küçük oğlan, kız, damat...

Gelişimiz teker tekerdi

Gidişimiz cümbür cemaat.

İkinci Dünya Savaşı sonrasının ortamından ve savaşın kıyımından, yıkımından etkilenen içeriğiyle birlikte, şairin bu dönem şiirlerinde gündelik hayatın kişisel deneyimlerinden çıkıp sınırlarını dünyaya doğru genişlettiğini görürüz. Ünlü “Anı” şiiri de bunun bir örneğidir aslında. Şiir Yeditepe dergisinde 1 Eylül 1953’te yayımlanır. Amerika’da siyasi faaliyetleri nedeniyle idam edilen Rosenbergler’in masumiyetini ölümsüzleştirir, bununla birlikte ünlenir ve şairin unutulmaz şiirleri arasına girer. “Anı”nın şairi olarak Anday’ın Garip’ten henüz kopmamış olmasına karşın başka türlü bir şiir arayışında olduğunu ve yeni eğilimine işaret etmesi bakımından da önemli bir şiirdir.

Bir çift güvercin havalansa

Yanık yanık koksa karanfil

Değil bu anılacak şey değil

Apansız geliyor aklıma

Nerdeyse gün doğacaktı

Herkes gibi kalkacaktınız

Belki daha uykunuz da vardı

Geceniz geliyor aklıma

Sevdiğim çiçek adları gibi

Sevdiğim sokak adları gibi

Bütün sevdiklerimin adları gibi

Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan

Öpüşürken o dalgınlık bundan

Tel örgünün deliğinde buluşan

Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm

Kahramanlıklar okudum tarihte

Çağımıza yakışan vakur, sade

Davranışınız geliyor aklıma

Bir çift güvercin havalansa

Yanık yanık koksa karanfil

Değil, unutulur şey değil

Çaresiz geliyor aklıma.

Garip sonrası Melih Cevdet Anday için yeni olduğu kadar zorlu bir arayış sürecidir. Çünkü daha yeni bir kuşağın, kendisinden önceki tüm şiir anlayışlarını aşan aşındıran bir poetika oluşturduğu bir süreç gelişmektedir. İkinci Yeni dalgası kendisinden öncekileri eskitirken kendisinden sonraki kuşakların hemen hemen tamamını etkileyecek biçimde tüm haşmetiyle yükseliyordur. Gerçek anlamıyla modern Türkçe şiirin inşasını tamamlayan, Nâzım’ın yarım kalan Türkiye’deki şiirsel yürüyüşünü kendi zamanına uygun bir çerçevede gerçekleştiren bir dalgadır yükselen İkinci Yeni dalgası.

O nedenle dışında kalanları da kökten değiştirecek biçimde etkiler. Bir kuşak öncesinden Oktay Rifat, Edip Cansever’in “Yerçekimli Karanfil”de, Cemal Süreya’nın “Üvercinka”da, Turgut Uyar’ın “Tütünler Islak”ta toplayacağı şiirlerin dergilerde yayımlandığı dönemde arka arkaya “Perçemli Sokak” ve “Aşık Merdiveni” kitaplarını çıkarır. Ancak Melih Cevdet Anday bu süreçte gelişmelerden pek etkilenmiş gibi görünmez. Şiirlerinde yeni bir yönelim içinde olduğu ya da arayışa giriştiğine ilişkin belirgin bir tavır görülmez.

Ancak altmışlı yılların henüz başında yayımlanan “Kolları Bağlı Odysseus” (Yeditepe, 1962), Melih Cevdet Anday’ın bundan sonra bambaşka bir şiir anlayışıyla var olacağını göstermektedir. Folklorun ve geleneksel kültürel kaynakların şiirle ilişkisinin gündeme geldiği dönemde o daha gerilere tarihin daha da derinlerine inmeyi yeğler ve “Antik Yunan”a yönelir. Eski Yunan düşüncesi ve mitolojisi başlıca kaynağı haline gelir.

“Kolları Bağlı Odysseus”ta adeta Homeros’un şiirini modern zamana uygun biçimde yeniden yorumlar ve yazar. Aydınlanma düşüncesine bağlılığı, evrenselcilik, hümanizma gibi değerlerin etkisi artık şiirlerine de açık biçimde yansımaktadır. 1970’te yayımlanan “Göçebe Denizin Üstünde” (Cem yayınları) insanın doğayla olan mücadelesinin, modernizmin huzursuzluğunun, uygarlığın geriliminin şiire aktarıldığı yapıtı olarak çıkar okur karşısına.

Aslında bundan sonraki yapıtlarında, Teknenin Ölümü (Sander, 1975) ve sonraki kitaplarıyla ilgili olarak onun şu sözlerini yineleyebiliriz: “Yahya Kemal, ‘Düşünceyi yoğurup duygu haline getirmek’ demişti. Anlamıyor değilim. Ama ben daha ileri gidip, ‘düşüncenin duygusallığı’ndan söz etmek isterdim. Ben belki de duyguculuğa bir tepkiyimdir.” Bu sözlerde dile getirilen düşünce, ona aynı zamanda neden “filozof şair” denildiğini de açıklamaktadır.

Bana kalırsa Melih Cevdet Anday şiirinin bütün evrelerini, devrelerini içerir son yapıtı olarak yayımlanan Yağmurun Altında’ya (Adam, 1995) adını veren şiiri…

“Yaşayamadım yirminci yüzyılı

Kim yaşadı ki kendi yüzyılını

Akarsuyun dilinden sezenimiz yok

Orpheus' tan sonra ben geldim

Giz dönüp baktığımız yerde kaldı.”

Kitabın ilk şiiri de olan “Yağmurun Altında”, Octavio Paz’ın “Şairlerin yaşamöyküsü yoktur; onların yaşamöyküsü yapıtlarıdır” sözüne alttan alta, bunun bazen bir tek şiir bile olabileceğini düşündüren bir gönderme gibidir. “Yağmurun Altında” şiiri şairin, çağının gerilimini kayda geçirip yansıtmasının yanı sıra özellikle betiklerde yer yer yinelediği “yirmi yüzyılı yaşadım” dizesi, adeta bir veda notudur.

ANDAY'IN ÇEVİRİLERİ

Melih Cevdet Anday başka dillerden şairlerin tek tek şiirlerini de Türkçeye çevirmiştir. Bunlar içinde en çok bilineni Edgar Allan Poe’nun “Annabel Lee” şiiridir:

Seneler, seneler evveldi;

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz

İsmi Annabel Lee,

Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten

Sevmekten başka beni.

O çocuk ben çocuk, memleketimiz

O deniz ülkesiydi,

Sevdalı değil karasevdalıydık

Ben ve Annabel Lee;

Göklerde uçan melekler bile

Kıskanırdı bizi.

Bir gün işte bu yüzden göze geldi,

O deniz ülkesinde,

Üşüdü rüzgârından bir bulutun

Güzelim Annabel Lee,

Götürdüler el üstünde

Koyup gittiler beni,

Mezarı ordadır şimdi,

O deniz ülkesinde.

Biz daha bahtiyardık meleklerden

Onlar kıskandı bizi,_

Evet. - Bu yüzden (şahidimdir herkes

Ve o deniz ülkesi)

Bir gece bulutun rüzgârından

Üşüdü gitti Annabel Lee.

Sevdadan yana, kim olursa olsun,

Yaşça başça ileri

Geçemezlerdi bizi,

Ne yedi kat göklerdeki melekler,

Ne deniz dibi cinleri

Hiçbiri ayıramaz beni senden

Güzelim Annabel Lee.

Ay gelip ışır hayalin eşirir

Güzelim Annabel Lee,

Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar

Güzelim Annabel Lee,

Orda gecelerim, uzanır beklerim

Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim

O azgın sahildeki

Yattığın yerde seni.

Yeni çıkan kitaplar

KALABALIKTA BİR ISSIZ ÂLEM

Önümdeki masanın üstünde duran yeni kitaplardan üçü aynı şaire ait. Olgunluk evresinden usturuplu geçip ustalık nişanını hak etmiş ve ancak içindeki şiir ateşi zamanla sönmenin aksine, harlanmış bir şair düşünün. Bakalım aklınıza kimler gelecek ve bakalım bu ismi bulabilecek misiniz? Hiç değilse burada adını yazana kadar düşünün. Biliyorum, aslında şiir okuru için hiç de zor değil kimden söz edildiğini anlamak. O, “tenhada olduğu kadar kalabalıkta da bir âlem, her daim ıssız bir âlem” olmanın şairi dersem… Bu ipucundan sonra artık saklayacak bir sır kalmış olamaz. Değil mi ama?

.

Önümdeki masanın üstünde duran üç yeni kitap, Sina Akyol’un. Mayıs yayınları şairin ikisi yeni, biri de ikinci baskısı yapılan kitaplarını okurla buluşturdu. Sina Akyol’un yeni kitapları; ilk baskısı 2014’te yapılan “Salyangoz İlmi”, ilk baskısı yapılan “Çırıl ve Çıplak” ile “Sütün Huyu”…

İlk kitabı 1980’de yayımlanan Sina Akyol’un şiirini artık bilmeyen şiir okuru yoktur. O nedenle onun şiiriyle ilgili bu kısacık yazıda ne söylense tekrar olur. Ama Sina Akyol ne yazsa tekrar olmuyor.

Bu önemli. Belki de şiirin boşluk yaratmak olduğunu en iyi örnekleyen şair o olduğu için yazdıklarında tekrar söz konusu değil.

Bunları Sina Akyol’un daha önce yayımlanan on bir kitabından biliyoruz zaten. Şimdi son iki kitapla birlikte, on üç kitabın bize söylediğine dikkat edelim. Benim duyduğum şu: Dilde, sözde eksiltmenin bizzat kendisi şiirdir. Şiirin dilinde insan azalarak çoğalır, şiir eksiltilerek derinleşir. Şu kadarını söyleyelim, “Çırıl ve Çıplak”ta da, “Sütün Huyu”nda da bu bilgilerin nasıl şiire dönüştüğünün merakını giderecek kadar şiir var… İyi okumalar

KIRGIN, MUTSUZ AMA  PES ETMEYEN BİR SES

Hıdır Işık’ın özgeçmişinde, 1979 Elazığ doğumlu ve Dersimli olduğu bilgisi paylaşılıyor. Buraya kadar olanı aktaralım. Bundan sonrası için “şairin yaşamöyküsü şiirlerindedir” sözünü anımsatmakla yetinelim. Işık’ın 2015 yılında verilen Attilâ İlhan Şiir Ödülü’nü alan dosyası “-di ve Diriliş Avlusu” Mühür Kitaplığı’ndan yayımlandı. Hıdır Işık, şiir okurlarının yabancısı olmadığı bir isim.

Daha önce iki şiir kitabı yayımlanmış. Özellikle İstanbul dışında yayımlanan dergilerin çoğunda şiirleriyle yer almış, üretken bir şair. Onun kendinden emin olarak şiire çalıştığı anlaşılıyor. Son kitabı “-di ve Diriliş Avlusu”nda yer alan şiirler, bu kanaati güçlendiriyor. Şiirlerinin bıraktığı izlenimle diyebiliriz ki şiir okurlarının ilgisini kazanması için ayrıca Attilâ İlhan ödülüne ihtiyacı yokmuş. Ancak günün koşullarında şairin şiirlerini kitaplaştırmasının zorlukları malum. Öyleyse ödül, Hıdır Işık’ın şiir okuruyla buluşması için bir vesile olmuş mudur? Mümkün, ama o kadar.

Kitabın daha ilk şiirinde, babasının sesinde yaşamın sırrını ararken hayal kırıklığıyla annesinin kucağına düşen, kırgın bir erkek çocuğu konuşmaya başlıyor usul usul…

“babamın sesinde yaşamın sırrını aradım

sukutu hayal düşerken annemin avuçlarına”

.

Sayfalarda ilerledikçe, o kırgın çocuğun sesi mutsuz, ama umutsuzluğa teslim olmamanın helezonik ezgisine dönüşüyor. Dikkat çeken bir şey daha var yeri gelmişken ekleyelim. Işık’ın biraz ağdalı denilmeye müsait bir dili var. Varoluşun sıkıntılarıyla ona işaret eden dil bu yönüyle bir ironi oluşturuyor. Bunun nedeni, arka planda kalmakla birlikte işleyişini sürdüren, çokkültürlülük olabilir…

Kitabın sorunsalına gelince. Öyle ya her kitabın bir sorunu vardır. Kitabın ilk şiirinde okuruyla konuşmaya başlayan erkek çocuk ilerleyen sayfalarda adeta zorlu uğraşını dile getiren bir Sisyphos oluyor. Sisyphos, sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir mitoloji kahramanı. “-di ve Diriliş Avlusu”nun şairi Hıdır Işık da bir yandan hayatın tepelerinden üzerine gelen mutsuzluk kayasını inatla geri yuvarlama uğraşını aktarıyor, yaşadıklarının ruhunda oluşturduğu duygusal tahribatı dile getirerek isyanına ortak ediyor okurunu. Bir yandan yaşamak için direnmekten başka seçenek bırakmayan dünya şartlarını geriletme deneyiminin düşünsel çıkarımını paylaşıyor. Hıdır Işık’ın şiirleri bize, merakla açılmış ve hayretle bakan gözlerin dünyayla teması, yalnızca tanıklık noktasında kalsa bile yaralanmak için yeterli olabileceğini de duyumsatıyor. Yani o meşhur sözü anımsatıyor şair: “Dünyaya gelmek saldırıya uğramaktır”… Buna karşı şair, şiiri dünyanın neden olduğu yaralara şifa olarak öneriyor. “-di ve Diriliş Avlusu”ndan varoluşun kaygılı sesi yükseliyor ve ben bu sesin, şiir okuru için kulak verilmeye değer olduğunu söyleyeceğim son olarak…

TENHA, ÜRKÜTÜCÜ VE TEKİNSİZ

“Geceyle İşlenen”, 1992 doğumlu Meryem Coşkunca’nın, 2016 Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü’nü alan ve Mayıs yayınlarından çıkan kitabı. Arkadaş Z. Özger Ödülü, her yıl genç bir şairin dosyasına veriliyor. Ödüllendirilen dosya Mayıs yayınlarından kitap olarak okurla buluşturuluyor.

Meryem Coşkunca’nın “Geceyle İşlenen”, kitabı “İnilti Lifleri”yle başlıyor. “Ölüm Lifi”, “Unutuş Lifleri”, “Hiçlik Lifi” diğer ara başlıklar. Kitabın adı gibi başlangıçtaki ara başlık da açıkçası ürkütücü geldi bana. Bu ürküntüye neyin yol açtığını düşünüyorum. Kitabın karamsar ya da kötümser olmasıyla ilgili değil. Çünkü bunların herhangi biri baskın bir tutum olarak yansımamış şiirlere. Her iki ifade de şiire uygun, çağrışım yönünden zengin. Ürkütücülüğü nereden geliyor? “Geceyle İşlenen” isminden mi? Olabilir. Çünkü tekin değil. Ürküntüye neden olan bu mu? Sanırım öyle.

.

Her iki ifadede bulduğum tekinsizlik bende ürküntüye neden oluyor. Aslında “İnilti Lifleri” de, kitabın adı ve diğer ara başlıklar gibi, yalnızca tekinsiz bir ifade. Ürküntüyü sanırım ben üretiyorum. Bir de tenhalık var. Bunu da atlamamak gerekir. Sonuç olarak bu kitaptan yansıyan ürküntü, tekinsizlik ve tenhalık şiirin genel olarak çekim gücünü arttırıyor. Belki yalnızca bu bile şiir okurunu, kitabın dilini çözmeye, oluşturduğu temel sorunla ilgilenmeye yönlendirmek açısından etkili olabilir. Bende oldu örneğin. “Geceyle İşlenen” yirmi iki yaşında bir şairin tenha, ürkütücü ve tekinsiz şiirleri…

Gençliğin dili her zaman neden daha saydam, daha akışkandır sorusunun en uygun yanıtı sanırım şiirde. Üstelik gençliğin şiirinde de şiirin gençliğinde de bu dilin saydam ve akışkanlığı iki kat artıyor. “Her yerini ufalayarak, her yerini ıssız bırakıp harflere yenik düşmenin” ancak gençlik için daha kolay anlaşılabilir bir anlamı olabilir. Gençliğin dilinde anlam, ancak anlamın ötelenmesiyle sağlanabiliyor. Şiirin dirliğini ve diriliğini de galiba dilin bu özelliği sağlıyor.

Yanıklarıyla suya fırlatılan ve sönmeyen yangınıyla yazan Meryem Coşkunca’nın kitabı “Geceyle İşlenen”, şiir okuruna gelecek vaat eden bir şairi haber veriyor…

 BİR DİZE

Yalnız cumartesileriniz değil, tüm günleriniz şiirli olsun… Şiir hayatı rüyalandırır… Rüyalanmaksa iyidir… Hatta çok iyidir… Bazen bir tek dize bile yeter yaşamın üstümüze kapanan gerçeğin kapısını açıp çıkıp gitmek için…

“Sual eylen bizden evvel gelene

Kim var imiş, biz burada yoğ iken”

Karacaoğlan