Kentleşememe hatırası: İstanbul'un gizlenen kolera salgını

Mimar Sinan zamanından kalma temiz su kanallarına kanalizasyon bağlanınca 1970’te Sağmalcılar semtinde kolera salgını yaşandı. Mecburen semtteki herkese kolera aşısı yapıldı. İstanbulluların kolerayı unutması içinse Sağmalcılar’ın ismi Bayrampaşa olarak değiştirildi. Oysa kolera korkusu toplumsal hafızaya öylesine işlemişti seneler sonra bile anne babalar, “O taraftan giden minibüse binme” çocuklarını uyarmaya devam etmişlerdi.

Abone ol

İstanbul’daki mahalle çeşmelerinden temiz içme suyu aktığı zamanları hatırlar mısınız? İstanbul’un birçok yerinde bulunan Osmanlı’dan kalma çeşmelerin hepsinden su aktığı zamanlar aslında çok uzak bir geçmişte değildi. "Sebil" adı verilen bu çeşmeler, ‘hızlı kentleşme’ dedikleri ama aslında altyapısız ve düzensiz gelişme olarak özetleyebileceğimiz ‘çarpık kentleşme’ yüzünden işlevlerini kaybetti.

Bugün bir şişe suya ödediğimiz para, Avrupa ile kıyaslandığında aslında gayet ucuz, bu noktada çok da şikayet etme hakkımız yok. Sokağa çıkma yasağını duyunca markete gidip su yerine kola alan bir millet olmamız Avrupalılara tuhaf gelebilir. Çünkü Avrupa’nın çoğu kentinde bir kutu Coca-Cola’nın veya iki litrelik biranın fiyatı bir şişe sudan daha ucuz. Birçok açıdan Avrupa’nın tam tersi durumda olduğumuzu hepimiz biliyoruz. Yine de sebil kavramı, bazı Avrupa ülkelerinde halen mevcut. Örneğin Sofya’da kent meydanlarında ve parklarda belli aralıklarla sürekli içme suyu akan çeşmeler halen bulunuyor. Viyana’da kent merkezindeki evlerde musluktan akan suyun tadı, bizdeki maden sularının gazsız haline benziyor. Çünkü dağlardaki kaynak sular evlerin mutfağına kadar kirlenmeden geliyor. Yunanistan’daki musluk suyu o kadar temiz ki Atina’da bir restorana gidip masaya oturduğunuz anda, garson elinde kocaman bir sürahi dolusu su ve bardaklarla gelip “Yassas” diyerek herkese ikram ediyor ve para da alınmıyor. Bizde ise bu mümkün değil. 6 sene boyunca kanalizasyon akıtılan Kurbağalıdere örneğiyle de kanıtlandığı üzere, ülkemizdeki altyapı sorunu üç beş senelik değil, neredeyse 75 yılını devirmiş bir durumda. Üstelik geçmişte çarpık kentleşme yüzünden yaşanan salgınlar bile bize ders olmamış.

GECEKONDULARLA BÜYÜYEN ŞEHİRLERİMİZ

"Hızlı kentleşme" terimiyle sanki problem aşırı hızla sanayileşmeye geçmekmiş gibi ifade edilse de bugünkü büyük şehirlerimizin çoğu, devletin kentleri planlamasıyla değil, gecekonducuların ‘mahalle’ olma talebiyle büyüdü. 1945 yılı gibi erken bir tarihte gecekondu sorunu TBMM'de sık sık tartışılmaya başlanmıştı bile.

Erken Cumhuriyet döneminin sonu sayabileceğimiz 1945’te Ankara’da sadece 77 mahalle vardı. Gecekondular, devlet binalarıyla kaplanan Ankara’da kentin dış bölgelerinde kalıyordu ve belediyeden hizmet alamıyordu. Bu durumda gecekonducular birleşip bir ‘gecekondu güzelleştirme derneği’ kuruyor, bu dernek belediyeye gidip mahalle olma isteğini beyan ediyordu. Bu dernekler sayesinde 1962’de Ankara’daki mahalle sayısı 187’ye çıkmıştı.

'ELLERİNİ YIKA'… HANGİ SUYLA?

Gecekondulardan bahsettiğimizde, buralarda yaşayan kişilerin köyden yeni gelmiş, eğitimsiz insanlar olduğu düşünülmemeli. 1965 Nüfus Sayımı’na göre Ankara’da yaşayanların yarıdan fazlası, İstanbul’dakilerin yaklaşık yarısı, İzmir’de ise kentteki nüfusun üçte biri gecekonduda yaşıyordu. Bu gecekonduların yüzde 98’inde musluktan akan su, yüzde 90’ında ise elektrik yoktu. Üstelik gecekondu sakinlerinin çoğu memurdu. Yani devlet, kendi memuruna bile insani şartlarda konut sağlamayı başaramamış, onları bile derme çatma gecekondularda yaşamak zorunda bırakmıştı.

Bu aşamada problem, devletin konut üretmeye para ayıramamasında değil, buna uygun bir plan üretememesinde gibi görünüyor. Aynı yıllarda komünist partiler tarafından yönetilen tüm Doğu Bloku ülkeleri, işçinin çalışacağı fabrikayı, yaşayacağı mahalleyle birlikte inşa ederek konut sorununu büyük ölçüde çözmüştü. Bugün halen Balkan ülkelerinde gecekondu mahallesi bulmanız pek kolay değil. Doğu Bloku ülkelerinde fabrikaların köyler arasına kurulması ise köylerdeki yaşam şartlarını iyileştiren bir etken olmuş. Bugün Bulgaristan’daki Türk köylerinde yaşayanların halen topraklarını terk etmemiş olmasının nedeni bu. Kimsenin iş bulmak için büyük kente göç etmesine gerek kalmamış ve her yeni evli çift, ev sahibi olabilmiş. Halbuki bugün bile hâlâ Anadolu’daki bir köy evinin içinde banyo, tuvalet ve mutfak olması ‘lüks’ sayılır. 2020 başında yaşanan Elazığ Depremi sırasında yıkıma uğrayan köyler, bu gerçeği bir kez daha yüzümüze tokat gibi çarpmış durumda. Şimdi bu korona salgını yaşanıyorken oralarda çadır kentlerde yaşayanlara, “Ellerini yıka” desek hakaret gibi algılanır… Hangi suyla? Anadolu’nun çoğu yerindeki şartlar 1960’ların gecekondularından farklı durumda değil…

SANAYİLEŞMEYİ SADECE FABRİKA KURMAK OLARAK ANLAMAK

Gecekondulaşma açısından İstanbul’un gidişatı Ankara’dan biraz daha farklı sonuçlanmış. Erken Cumhuriyet döneminde ülkenin kalkınması için sanayi atılımı yapan Türkiye, başlangıçta devlet girişimi olarak, sonrasında yabancı sermayeden yararlanarak şehir dışında kalan alanlarda fabrikalar kurmaya başladı. 1930’lu yıllarda ülkenin en eski çimento fabrikalarından biri Bakırköy Zeytinburnu’nda, diğeri Kartal Yunus’ta açıldığında bu semtler o zamanlar şehir dışında kalıyordu. Bu fabrikaların çevreye toz yayması, sonradan bu mahallelerde yaşayanların başlıca şikayeti haline gelince şehrin içinde kalan endüstri yapılarının şehir dışına taşınması gerektiği kabul edildi. Ancak fabrikaların şehir dışına taşınması, problemleri çözmedi. Çünkü fabrikalar inşa edilirken bunların konut bölgelerinden yeşil alanlarla ayrılması ve bu sayede endüstriyel kirliliğin etkisinin azaltılması, bir yere bir fabrika açılacaksa bu fabrikada çalışacak işçilerin fabrikaya yakın bir mahalleye yerleştirilmesi ve bu mahallelerin işçi ailelerinin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak sosyal imkanlara sahip olması gibi bütünsel bir kent planlama anlayışıyla hareket edilmemişti. Bu ilkeler sosyalist ülkelerde uygulanıyordu ve ABD’nin en iyi müttefiki olan Türkiye’nin tabii ki sosyalizme alerjisi vardı. Bu alerji öyle bir seviyedeydi ki Demokrat Parti döneminde, ABD’nin gözüne girmek adına İzmir Enternasyonel Fuarı’nda komünist ülkelerin dağıttığı kitapçıklar bile Bakanlar Kurulu kararıyla ‘gururla’ yasaklanıyor, Çekoslovakya standının müdürü hapse atılıp yargılanabiliyordu. Bir çimento fabrikası açmak için Belçika’dan veya Fransa’dan yatırımcı bulabiliyorduk ama bu yatırımcılardan, bu fabrikalarda çalışacak işçiler için konut üretmelerini yani fabrikayı sosyal konutlarıyla birlikte inşa etmeleri talep edemezdik. Kapitalizm böyle bir şey değildi çünkü. Haşa! Komünist miyiz biz? Çimento fabrikası kuracak yabancı şirkete, ‘Şuraya da bir işçi mahallesi inşa et’ denir mi?

OY DEPOSU OLARAK GECEKONDU MAHALLELERİ

25 Ekim 1949’da göreve başlayan İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın dönemin gecekondu mahallelerine yaptığı ziyaretler gazetelerde haber olmuş. 7 Eylül 1950 tarihli Hürriyet gazetesi haberinde, valinin Zeytinburnu, Kazlıçeşme ve Telsiz gecekondu mahallelerinin halkıyla Kazlıçeşme Deri Fabrikası’nda görüştüğü, halkın sokak aydınlatması, okul, hamam, karakol ve tren geçidi gibi talepleri olduğu belirtiliyor. Tansı Şenyapılı, gecekondu mahallelerinin genellikle fabrikalar çevresinde oluştuğuna dikkati çekerek hiçbir altyapı ve üstyapı olmayan yerlere yerleşildiğini, belediyelerin bu yeni yerleşimlere hizmet götürecek bütçesi olmadığını vurgular.

Devletimiz gecekondu sorunu için hiçbir şey yapmamış diyemeyiz. Sosyal Sigortalar Kurumu, 1952 yılında işçi konutları yapımını desteklemeye başlamış. 1952-1983 arasında 200 binin üzerinde işçi konutu yaptıran SSK, yılda ortalama 7 bin birim konut üretmiş. Ancak bunlar konut açığını karşılamakta yetersiz kalmış. İşçi sınıfının yüzde 60 ila 80’inin gecekondularda barınıyor olması durumu değişmemiş.

1953’ten sonra İstanbul ve Ankara’da, kerpiç yerine briket kullanılarak daha sağlam gecekondular yapılmaya başlanmış. 1953-1960 arası süreçte briketle yapılmış gecekondular artınca bu bölgelerde tapusuz bir emlak piyasası oluşmuş. Tapusuz arazi satışının ardından arazinin gerçek sahibi ortaya çıktığında sorunun mahkemede çözülmesi, yıllarca süren davalar sonunda mahkemenin de gecekondu yıkımını durdurmasıyla sonuçlanmış. Yerel yönetimler ve iktidar partisi ise gecekonduları yıkmak yerine bunlara ‘tapu’ sözü vererek bir sonraki seçimi garantilemenin peşinde koşmuş.

KEMAL SUNAL FİLMLERİNDEKİ HİKAYELERİN ÇOĞU GERÇEKTİ

8 Nisan 1956 tarihli Hürriyet gazetesi haberinde gecekondu yapıp satan yeni bir şebeke türediği bildiriliyor. Zeytinburnu’nda iş yapan bu şebeke, ekime ayrılan arazi üzerine gündüz vakti ev yapıp bu evleri satmaktaymış. Anlaşılan artık gecekondu üretimi, ahşap evleri yıkıp yerine apartman inşa etmek gibi yeni bir inşaat sektörü haline gelmiş. 9 Ocak 1958’de Cumhuriyet’te yayınlanan habere göre Başbakan Menderes bir gecekondunun yıkımını durdurdu ve “Hiçbir gecekondunun tüten bacası yıkılmayacaktır” beyanatında bulunmuştu. Kemal Sunal filmlerinde sık sık anlatılan köyden kente yeni göç edip kalacak yer arayan saf Anadolu insanının gecekondu hikayeleri, İstanbul açısından büyük ölçüde gerçekti.

TÜRK USULÜ ÇÖZÜM: HERKES KENDİ MAHALLESİNİ DÜZELTSİN!

Büyük şehirlerdeki gecekondu mahalleleri o kadar artmıştı ki devlet artık belediyelere bütçe ayırmakta zorlanıyordu. Neticede, bugün koronaya karşı milli dayanışma kampanyası başlatılmasıyla halktan para istenmesi örneğinde olduğu gibi, gecekondu mahallelerine Türk usulü bir çözüm bulundu. 1966 yılında devlet, gecekondu bölgelerine yapılacak yol, kaldırım, kanalizasyon, su ve elektrik gibi kamu hizmetleri için yapılan harcamaların tümüne gecekondu sahiplerinin katılımını zorunlu tuttu. Gecekondu Yasası kapsamına alınan bu katılım payının 10 yıl içinde eşit taksitler halinde ödenmesi olanağı getirildi. Kamu topraklarının üzerine gecekondu yapımını önlemek ya da yıktırılacak gecekonduda yaşayanları açıkta bırakmamak için bireylerin özel mülkü haline getirilmesi, gecekondu sorununu çözmek yerine gecekondu yapmayı teşvik eden bir nitelik kazandı.

.

Gecekonducular kendi mahallelerini düzeltme yükünü üstlendilerse de İstanbul Ticaret Odası’nın 1969’da yayınladığı bir rapora göre 1960’ların başında İstanbul’un eski gecekondu yerleşimlerinden biri olan Zeytinburnu’nda evlerin yarısından fazlasının mutfağı yoktu, mutfağı olanların çoğunu da birden fazla aile kullanıyordu. Evlerin yüzde 79’unun banyosu, daha doğrusu ayrı bir yıkanma alanı yoktu. Sadece yüzde 24’ünün içinde tuvaleti vardı. Hemen hiçbir evde musluktan akan su yoktu. Elektrik bağlantısı olan evlerin oranı ise yüzde 25 kadardı ve bunların çoğu şehir hattından kaçak çekilmiş elektrik kullanıyordu. Bunlara rağmen gecekondulardaki yaşamın durumunun köylerdekinden daha iyi olduğunu vurgulayan rapora göre yıkım korkusunun olmadığı durumlarda konut kalitesi düzeltiliyordu.

SAĞMALCILAR’IN İSMİNİ DEĞİŞTİREN SALGIN

1970 yılı sonbaharında İstanbul’un Sağmalcılar semtinde kolera salgını başladı. Mimar Sinan döneminde İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla döşenen su kanallarına, yeni inşa edilen binaların atık su ve tuvalet tesisatları bağlanmıştı! Osmanlı döneminden beri temiz su geçen bu su kanallarına bağlı çeşmelerden su alan bölge halkı, bu yüzden koleraya yakalanmıştı! Oysa İstanbul’daki en son kolera salgını 1890’da gerçekleşmişti. Salgından korunmak için binlerce kişi aşılanmasına rağmen 1500 kişi hastalandı ve 50 kişi yaşamını kaybetti. Kolera salgını Türkiye’deki altyapı sorunları kadar gecekonduların durumunu da gündeme yerleştirdi. Bu dönemde kolera salgını Sağmalcılar semtiyle o kadar özdeşleşmişti ki koleranın izlerini silmek için yine Türk usulü bir çözüm bulundu: Semtin ismi Bayrampaşa olarak değiştirildi!

Bu salgının duyulmaması için tabii ki dönemin basınında büyük sansür uygulanmış. Biz de bu bilgiye ancak İnşaat Mühendisleri Odası’nın hazırladığı bir kitapta denk geldik. Ailemin yaşlılarının çoğu o yıllarda Avrupa’da işçi olarak çalıştıklarından Sağmalcılar’daki kolera salgınını hatırlayamadılar. Arkadaşlarıma sorduğumda hatırlayan birileri çıktı. Bir arkadaşımın annesiyle babası, salgından seneler sonra bile, “O taraftan geçen minibüse binme” diye çocuklarını tembihlemeye devam etmişler! Sanki kolera hava yoluyla bulaşıyormuş gibi…

KORONAYA ÇÖZÜM: KONUT KREDİSİ

Ülkemizin kalıcı problemlere kısa vadeli çözümler üretmek konusundaki eğilimi öylesine ağır basıyor ki gecekondu sorunumuz bugün bile halen çözümlenmiş değil. Son yıllarda kentsel dönüşüme giren gecekondu mahallelerinde yükselen lüks rezidanslar yine dar gelirli çoğunluğun konut sorununu çözmedi.

Halbuki devletimiz, halkın konut sorunu olduğunun o kadar farkında ki koronaya karşı alınacak ekonomik tedbirler açıklanırken, ilk yapılan açıklama konut kredilerinde peşinatın düşürüleceğinin "müjdelenmesiydi"...