Kendi tatlı, işlevi tatlı: Gümüş şeker elekleri

Şeker eleği ile ilgili çalışmalarını sürdürmeye devam eden koleksiyoner Prof. Dr. Hale Okçay ile koleksiyon serüvenini konuştuk. Okçay, "Klasik otomobilden, futbolcu kartlarına, toprak altı objeden tabloya, gazoz kapağından kartpostala, gemi maketinden tropik böceklere kadar her şeyin koleksiyonu yapılabilir" dedi.

Abone ol

İZMİR - Koleksiyonerlerle söyleşi serimize tüm dünyada çok nadir bulunan “şeker elekleri” ile devam ediyoruz. İlkokul çağlarında pul biriktirmeye başlayan Hale Okçay’ın bu tutkusu, yıllar sonra satın aldığı bir objenin “şeker eleği” olduğunu öğrenmesiyle birlikte başka bir yöne evrilmiş.

Şeker eleği ile ilgili çalışmalarını sürdürmeye devam eden ve şimdilerde koleksiyonunu anlattığı bir kitap hazırlığı içinde olan Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümü emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Hale Okçay, 30 yıllık koleksiyon serüvenini Gazete Duvar okurları ile paylaştı.

‘KOLEKSİYONER İÇİN TOPLADIĞI NESNENİN ANLAMLI BİR DEĞERİ OLMALI’

Koleksiyoncu kimdir? Sizce herkes koleksiyoner olabilir mi?

Bireyler çocukluktan itibaren nasıl bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik çevrede yetişiyorsa; kimliği ona göre şekilleniyor ve bu da neyi /neleri biriktirdiğine dair bir altyapı oluşturuyor. Elbette herkesin koleksiyoner olmasını bekleyemeyiz. Koleksiyoneri toplayıcıdan ayıran en önemli olgu, toplayıcının sistematize olmaktan yoksun olması ve aralarında işlevsel bir bağ kuramamasıdır. Oysa koleksiyoner için topladığı nesnenin bütünlük içinde anlamlı bir değeri ve yerinin olması gerekir. Belli bir düzen, tarih, değer, tasnif gibi kriterler koleksiyoncunun el araçlarıdır. Toplayacağı ürün için emek, zaman ve para harcaması; araştırıp bilgilenmesi, bilgilendikçe derinleşmesi koleksiyonculuğun yapı taşlarını oluşturur.

Prof. Dr. Hale Okçay

Dolayısıyla herhangi bir nesnenin değişim değerinin koleksiyon objesi olduktan sonra az ya da çok oranda yükseldiğini koleksiyonerler iyi bilirler. Mesela benim babamdan öğrendiğim ve kızıma aktardığım gibi kuşaklararası bir uğraş olduğundan da söz edilebilir. Özetle, klasik otomobilden, futbolcu kartlarına, toprak altı objeden tabloya, gazoz kapağından kartpostala, gemi maketinden tropik böceklere kadar her şeyin koleksiyonu yapılabilir.

‘KOLEKSİYONCULUK GEÇMİŞİM ÇOCUKLUĞUMA DAYANIYOR’

Sizin koleksiyonerlik hikayenizi nasıl başladı?

Benim koleksiyoncu geçmişim çocukluğuma dayanıyor. Babamın zengin bir “pul” ve “ilk gün zarfları” koleksiyonu vardı. Ben de ilkokul çağımda küçük bir pul defterine, maşamla kendi pullarımı yerleştiriyordum. Bunu yaparken kimi özel terimleri de öğreniyordum. Kartpostal, plastik nikah şekeri kutuları biriktirmek, 1968 yılında ilk kez gördüğüm kağıt peçeteleri biriktirmek koleksiyonculuğumun temellerini atan unsurlardı. Kağıt peçete koleksiyonuma ortaokulda edindiğim pen friendlerle dünyanın birçok yerinden peçete gelmeye başladı. Gençlik dönemimde biraz beklemeye geçtim ve bu koleksiyonu kuzenlerime devrettim. Yıllar sonra bu koleksiyonum daha da artmış olarak bana geri döndü ve hala da devam ediyorum.

Eğitim, iş, evlilik derken biraz durgunlaşan hevesim bir gülabdan ile tekrar başladı, Bugün bir başka ilgi alanım da gülabdan ve opalinler. Çocukluğumda bayramlarda misafire likör ve çikolata ikram edilirdi. Ben o minik likör kadehlerine hayrandım. Evlenirken getirdiğim birkaç likör kadehi, bugün üç yüzü geçkin bir koleksiyonun altyapısını oluşturuyor. Gezdiğim şehirlerden topladığım magnetleri ve bir arkadaşım için toplamaya başladığım, ancak sonra kendiliğinden gelişen kibritlerden oluşan koleksiyonlarımı saymıyorum bile. Onları başka sohbetlerimizde anlatırım.

‘O GÜN BENİM DÖNÜM NOKTAM OLDU’

Peki, sizi gümüş şeker elekleri biriktirmeye iten neydi?

Yaklaşık otuz yıl önce Selçuk’da bir antikacıyı gezerken bir obje dikkatimi çekti: Minik bir kepçe gibi ama delikli gümüş bir obje. Sorduğumda dükkan sahibi, “Bu bir çay süzgecidir” dedi. İlgimi çektiği için satın aldım ve o bir süre öylece kaldı. Enteresan ki; o dönemde Cumhuriyet Gazetesi, Pazar Dergi diye bir ilave çıkarıyordu. Bir pazar günü gazeteyi okurken bir röportaja rastladım. Bir büyükelçi eşinin yaklaşık yirmi kadar bu objelerden koleksiyonu olduğunu ve bunlara “Şeker Eleği” denildiğini öğrendim. O gün benim dönüm noktam oldu; okuyup araştırıp bu yoldan yürüyecektim. Şeker eleği aşkım böyle başladı. Almak, okumak, araştırmak yoğun akademik hayatta çok kolay olmasa da yavaş yavaş bu günlere geldik. Şimdi bu konuda bir kitap hazırlığım sürüyor.

.

‘ŞEKERİN KIRILARAK KULLANILMASI TÜKETİMİ ZORLAŞTIRIYORDU’

Merak edenler için şeker eleklerinin tarihçesini anlatır mısınız?

Şeker kaşığı / eleği terimine ilk kez 1609 yılında Fransa’daki kayıtlarda rastlanıyor. Şekerin endüstri öncesi iri topaklar halinde satılması, kırılarak kullanılması tüketimi zorlaştırıyordu. Avrupa saraylarında ve Aristokrat ailelerin mutfaklarında hayli zor bir durum bu. İşte bu ihtiyaç şekerin kırılarak, tatlı ve meyvelerin, daha sonra pastaların üzerine elenmesi için, minik çukur delikli kepçe formunda araçların üretilmesine yol açıyor. Saraya mutfak ürünü üreten zanaatkarlar sarı ve beyaz altın sonra gümüş ve sonraki dönemlerde gümüş alaşımla bu minik kaşıkları üretiyorlar.

17. yüzyılın sonlarında bu objelerin hem zeytin hem de şeker kaşığı olarak da işlev gördüğünü biliyoruz. 1729’da ilk kez yemek takımı kataloglarında bu şeker kaşığı yer alıyor. Kaşıklardaki yuvarlak form bir zenginlik göstergesi. Krala kaşık yapmak askerlik kadar prestijli bir meslek o dönemde. İngiltere ve Hollanda’da çay çok tüketildiği için bu kaşıklar çay süzmek için de kullanılıyor. 18. yüzyılda en büyük üreticiler Paris, Strasbourg ve Nantes’da bulunuyor. Ardından İsviçre’de imalat başlıyor. Kutulanarak hediye verilmesi o dönemde çok kıymetli sayılıyor. Kaşığın / eleğin süslenmesi çok önemli. Yuvarlak form motifler genellikle floral desenler, dönen desenler, istiridye formu da estetik olarak kabul görüyor. Sap kısmı bezeniyor ve sapın arkasında ürünün kaydı yer alıyor. Mühründe ise ustaya ve ürüne ait bilgiler var. Tabii sapın ucunda aile adı ve armasının olması da kaşığın kimliğini oluşturuyor. Bu da objenin değerini yükseltiyor.

19. yüzyılın sonuna gelindiğinde şeker kaşıklarının işlevi artık yavaşça sona eriyor. Çünkü endüstriyel şeker üretimi yani modern şeker fabrikaları şekeri partikül haline getirip piyasaya sürüyor. Bu elekler aristokratik bir ürün ve sanat ve koleksiyon objesi olarak kültür tarihinde yerini alıyor. Objeler altın çağında 60 ila 120 gram ağırlığında 22–25 cm uzunluğunda üretiliyor. Daha sonraları daha hafif ve daha küçük ürünlere de rastlıyoruz.

.

‘ANTİKA PAZARLARINDAN ALIYORUM’

Türkiye’de az sayıda olan bu objelere siz nasıl erişiyorsunuz?

Benim bir tesadüf sorucu sahip olduğum ilk parçadan bu yana yurt dışına çıktığım her seferde antika pazarlarında dolaştığım zamanlarda rastlıyor ve alıyorum. Türkiye’de, Fransa’dan Osmanlı Sarayı’na geldiğini düşündüğüm çok az sayıda ürünün varlığından haberdarım ancak akıbetinden haberdar değilim. Birkaç tanesini buradan aldım ama çay süzgeci olarak sattılar, ben de sesimi çıkarmadım. Giderek bulunması güç çünkü. Bilen ve koleksiyonu için alım yapanlar, zaten sınırlı üretilmiş objenin dolaşımını ortadan kaldırıyor.

‘HEPSİ GÖZÜMÜN ÖNÜNDE OLSUN İSTİYORUM’

Koleksiyonlarınızı nasıl muhafaza ediyor, bakımlarını nasıl yapıyorsunuz?

Koleksiyonlarımın tümünü evimde muhafaza ediyorum. Hepsi gözümün önünde olsun istiyorum ama fiziki şartlarım buna pek elvermiyor. Opalinlerim, camlarım, şeker eleklerim, çay süzgeçlerim, tabaklarım, horozlarım, tekke şamdanlarım evin muhtelif yerlerinde uslu uslu duruyorlar. Likör kadehlerim ara ara çıkıp sonra yine kutular içinde bekliyorlar. Bakımları ise yalnızca bana ait. Biraz toz hassasiyetim olduğu için camlı dolaplarda tutuyorum. Şeker eleklerim ve diğer gümüş objeler senede iki kere özel bir gümüş cilası ile parlatılıyor. Yoğun çalışma hayatım onlara gereken ihtimamı göstermemi biraz engellese de emeklilik hayatım için iyi bir yoldaş olacağa benziyorlar. Daha geniş bir evim olsaydı, görsel açıdan daha rahat bir sergileme şansım olurdu. Şimdilik bir kısmını uyutup bir kısmını uyandırarak ilerlemeye gayret ediyorum.

‘ÜYELERİMİZİN ÇOK GENİŞ BİR KOLEKSİYON YELPAZESİ VAR’

İzmir’de koleksiyonerlerin biriktirdikleri objeleri paylaşabileceği bir platformda yer alıyor musunuz?

İzmir’de 2000’li yılların başında bir grup koleksiyoncu dostumuz İstanbul’daki Koleksiyon Kulüp’den ilham ve destek alarak İzmir Koleksiyon Kulübü’nü kuruyor. Ben de on yıldır bu kulübün üyesiyim. Her ay toplanarak gerek kulüp üyesi dostlarımız gerekse konuyla ilgili misafirlerimizin sunumlarıyla bilgileniyor, sohbet ediyoruz.

“En son ne buldun” saatimizde son olarak koleksiyonumuza eklediğimiz parçayı üyelerle paylaşıyoruz. Üyelerimizin çok geniş bir koleksiyon yelpazesi var, bu da bizleri çok çeşitli alanlarda bilgi sahibi olmaya sevk ediyor. Ancak İzmir’in nevi şahsına münhasır yapısıyla, gerek obje çeşitliliği ve gerekse sayı olarak üyemiz olmasalar da birçok koleksiyoncuya da ev sahipliği yaptığını bilmekteyiz.

.

‘TÜM KOLEKSİYONLARIMIZI KIZIMA EMANET EDECEĞİZ’

Bir kuşak sonra koleksiyonunuzun sahipsiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını düşünüyor musunuz? Koleksiyonlarınızın akibeti konusunda neler söylemek istersiniz?

Benim ve eşimin koleksiyonları yıllara dayanan bir birikim. Hep hayalimiz, bir mini “Okçay Müzesi” açmaktı. Objelerimizi meraklıları ile paylaşmak, bir kültür transferi sağlamak istiyorduk. Ama bugün geldiğimiz noktada bu hayalimizi gerçekleştirmek neredeyse imkansız görünüyor. Kızım doğduğundan beri koleksiyon kelimesiyle büyüdü. Çocukken kendince koleksiyonlar yaptı ve biz de destekledik. Şu esnada minimalist bir yaşamı tercih etse de; içine bu “merak böceğinin” kaçtığına inanıyoruz. İleride tüm koleksiyonlarımızı ona emanet edeceğiz, umarız korumak ve sürdürmek onun da meşgalesi olacaktır.