Kemal Varol’un yeni romanı ‘Babamın Bağlaması’ndan tadımlık bir bölüm

Kemal Varol’un bugünden itibaren kitapçılardaki yerini alan ‘Babamın Bağlaması’ adlı yeni romanından tadımlık bir bölüm yayınlıyoruz...

Abone ol

ATEŞLER


 
 “Yalnız bırakma beni bu paragrafın başında.”
Didem Madak

Kemal Varol

Bacakları süt beyazı kara bir tayın peşinden koşuyordum. Sararmış çimenler ıslaktı. Tayın incecik bacakları çamur içindeydi. Sabahın kör aydınlığında bir o yana bir bu yana zıplıyordu. Elimde eski bir yular, onu yakalamaya çalışıyordum ama tayı zapt etmek olanaksızdı. Sağa sola koşturmaktan kan ter içinde kalmıştım. Kapı zili çalıyordu. Babamın bana geldiği geceki gibi kararsız bir zil belirli aralıklarla çalıp susuyordu. Yerimden doğrulamıyordum. Tayın peşini bırakmak, elimdeki yuları fırlatıp kapıya yönelmek, gelenin kim olduğuna bakmam gerekiyordu ama ateşler içinde yanıyordum. Aldığım sakinleştirici ve ağrı kesiciler, gece gece arka arkaya içtiğim içkiler, hiç geçmeyen öksürüğüme ve şiddetli baş ağrıma rağmen yerimden doğrulup kapıya kadar gidebilirim sanıyordum ama yapamıyordum.

Ayaklarımın birini kanepeden aşağı bırakıyordum ama diğer ayağım olduğu gibi yerinde duruyordu. Dişlerim takırdaya takırdaya titriyordum üstelik. Mavi polar battaniye beni ısıtmaya yetmiyordu. Üşüyordum. İçeri gidip yüklükten kalın bir yorgan getirmek istiyordum ama buna da mecalim yoktu. Başım deli gibi zonkluyordu. Birileri arka arkaya kafama balyoz indiriyordu sanki. Kapı zili çalmaya devam ediyordu.  “Bu bir rüya!” diyordum, “babamın bana geldiği gecenin rüyası.”

Öksürüğüm hiç kesilmiyordu. Mutfağa gidip bir bardak su bile alamıyordum. Elimde o sabırsız tayın yuları ıslak çimenlerde öylece koşturuyordum. Uzanıp çimenlerin ıslaklığını doyunca yalamak istiyordum. Her seferinde dilimi yerlerde gezdirirken dudaklarımın kupkuru olduğunu fark ediyordum. Sultan Suyu akmaya devam ediyordu.

Babamın Bağlaması, Kemal Varol, Everest Yayınları, 202 syf., 2022.

Annem, “kendine iyi bakmıyorsun,” diyordu. Arada bir gözlerimi zorlukla açtığımda onu görüyordum. Oradaydı. Karşımdaki duvarda, bir çerçevenin içinde donmuş halde bana bakıyordu. Bir eli dizinde, diğer eli kalbindeydi annemin. Kulağıma neşeyle çalan davul gırnata sesleri geliyordu. Düğün vardı köyde. Tepede bir eve küçük bir bayrak asmışlardı. Uzun, ince, kuru ağaçtan bir direğe asılmıştı bayrak. Kapkara yüzlü davulcu daha fazla bahşiş almak için davuluyla birlikte yerlerde yuvarlanıyordu. Gırnatacı yanaklarını şişire şişire davulcuya eşlik ediyordu. Erkekler meydanda halay çekiyordu. Kadınlar ellerindeki kepçelerle dövme bakır kazanlarda et pişiriyordu. Acıya acıya bana da uzatıyorlardı etlerden. Yiyemiyordum. Altı yaşındaydım. Üstüme başıma yeni elbiseler almıştı annem. Günün ortasında üstümdekileri çamura bulamıştım. Babam yılda bir kez beni görmeye gelirdi. Ama o yıl nedense gelmemişti. Annem evleniyordu. 
 [….]

Babamın elinden tutmuş çarşı pazar geziyorduk. Arkanya çarşısı insan kaynıyordu. Korkuyordum. Babamın ellerine sıkı sıkıya yapışmıştım. Kaybolurum diye korkuyordum. Babam gülümsüyordu. Diğer elinde üç telli bağlaması vardı. Bana üst baş alacaktık. Ertesi yıl da giyebileyim diye bana bol gelen bir takım elbise, yelek ve bir çift parlak kundura. Vazifesini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla gülümseyerek bakıyordu bana. İşimiz bitince beni alıp bir berbere götürüyordu. Orada omuzumdaki doğum lekesinden öpüyordu.

Her tarafımda dolaşan bir sızı vardı. Neren ağrıyorsa canın oradadır derlerdi. Canımın nerde olduğunu bilmiyordum. Aylın boynumdan öpmeye başlardı. Burnunu boynuma gömer, kokumu içine çeker, diliyle boynumda gezerdi. Gecenin sonunda yüzüstü uzanıp parmağının omzumdaki doğum lekemde gezinmesini beklerdim. “Az sevilmişsin,” derdi sırtımdan öperken, “bu yüzden doymuyorsun.” Yeniden kucağıma alırdım onu.

Nefes nefese kalırdık o daracık evde. Sırtı, içinden incecik nehirler, çaylar, dereler akan bir vadiyi andırırdı bana. Saçlarını sıkıca kavrayıp onun vadisinde kara tayımı arardım. At kişnemeleri, ağaç hışırtıları, kıyıya vuran dalgaların sesi gelirdi kulağıma onunla sevişirken. Bu sesleri duyduğumu söyleyince gülerdi bana. Uzanıp birbirimizin terini silerdik. Aylın burnunu yeniden boynuma uzatırdı. Öylece uyuyup kalırdı yanımda. Birkaç kere seslenmeye, onu yeniden yanıma çağırmaya çalıştım ama gelmedi Aylın. Bacaklarını birbirine dolayıp tekli koltukta öylece oturmaya devam etti. “Bu bir rüya değil mi?” diye sordum yeniden. “Kara tay yok, annem yok, babam yok, sen yoksun gerçekte.” Cevap vermiyordu.

 [….]
Nefesimi tutuyordum. Nefes aldıkça ciğerlerime bir şey batıyordu. Ciğerlerimde bir hırıltı dolaşıyordu ama çıkış yolu bulamıyordu. “Çok içtim,” diyordum kendi kendime, “ondan böyle oldu.” Sonra korka korka yeniden nefes almaya çalışıyordum. Ciğerlerime bıçaklar inip kalkıyordu. Boğazımda korkunç bir ağrı vardı. Yutkundukça daha beter ağrıyordu. Dilim yara bere içindeydi. “Çok içtiğin için bu halde değilsin, bu kez sahiden hastasın!” diyordu Aylın.

Gözlerimi açamıyordum. Güç bela araladığım kirpiklerimin arasından Aylın’ı görüyordum. Biraz kilo almıştı ama hâlâ çok güzeldi. Gözlerinin etrafındaki kaz ayaklarını ve hafifçe aşağı sarkan gıdısı hariç yüzünü tam olarak göremiyordum. Nedense maske takmıştı. Karşımdaki koltukta oturmuş bana bakıyordu ve habire yüz üstü yatmamı istiyordu. Ama ben hiçbir yerde ve pozisyonda yatamıyordum. Yatılı okul yıllarımda da değişmemişti bu huyum. Gece boyu boş yatakların birini bırakıp diğerine geçerdim. Uyku tutmazdı yine de. Bedih Hoca’nın lojmanına giderdim. O beni dinler, anlardı. Bazı geceler ders çalıştırırdı. Babam yılda bir kez okula gelmeyi bırakmıştı. Annem birkaç yıla kalmadan öldü zaten. Üvey babamı da bir daha görmedim. Bedih Hoca sayesinde sımsıkı tutundum hayata ve derslerime. Günün birinde de İstanbul’un yolunu tuttum. Uzak yollar gittim.

Ama hemen önümdeki sehpada duran, yarısını babamın içtiği su bardağına bile uzanamıyordum artık. Sırtım ve eklemlerimdeki ağrılar geçmek bilmiyordu. Sağa yatıyor, çok geçmeden sola dönüyor, sırtüstü veya yüzükoyun yatmayı deniyordum ama hiçbiri kâr etmiyordu. Yatağım Hint fakirlerinin çivili yatağını andırıyordu. Her tarafımda çiviler. Bir türlü rahat edemiyordum. Kirpiklerimi zorlayarak gözümde bulanıklaşan saate bakmaya çalışıyordum ama ona bile takatim yoktu.

Aylın, geride terlik sesleri bırakarak mutfağa gidiyordu bazen. Döndüğünde sigara kokuyordu. Ağzımı güçlükle açıp “sen de mi sigaraya başladın?” diye soruyordum ama cevap vermiyordu. Tekli koltukta bağdaş kurarak dirseklerini dizlerine koyuyor ve bana bakıyordu. “Kapı çalıyor,” diyordum, “madem bu bir rüya değil, zahmet olmazsa kapıya bakabilir misin?”

Konuşmuyordu Aylın. Gelip bana sarılmıyordu. Kapıyı açmıyordu. Beni duymuyordu. Yıllar sonra karşıma çıkmıştı ama tekli koltukta öylece karşımda duruyordu. Ayaklanmaya çalışsam da nafile. Elimi kaldırmaya çalışıyordum ama onu bile başaramıyordum. Sigara paketini arıyordum ama bulamıyordum. Bu haldeyken bile canım sigara çekiyordu. Yastığım sırılsıklamdı. Elimde o eski yular hâlâ o süt beyazı, ince bacaklı tayı yakalamaya çalışıyordum. Yatılı okul bahçesinde, Aylın’la tanıştığımız festival alanında, Aylın’ın İstanbul’daki evinden baktığım vadide, Gayrettepe’de günlerce dövüldüğüm hücrelerde izini sürüyordum tayın. Yoktu. Hepten kaybolmuştu.

Hâlâ kapı çalınıyordu. Mecburen kanepede doğrulup kendimi yere yuvarladım. Düştüğüm yerden kalkarım sanıyordum ama yapamadım. Halının üzerinde yüzükoyun yatıyordum. Gözlerim çalan kapıdaydı ama hareket edemiyordum. Gövdemi tanıyamıyordum. Hiçbir yerime söz geçiremiyordum. Burnum halıda, zorlukla nefes alıyordum. Yerde Yıldız’ın saç teli vardı. Temizlikçi kadının ben yokken çalıştırdığı temizlik süpürgesi bu inatçı saç telini orada unutmuştu. Yıldız’ın saçını alıp dışarı atmaya çalışıyordum ama yapamıyordum. “Allah belanı versin orospu çocuğu,” diyordu yine Yıldız. Sonra o da kayboluyordu gözden. 
Hareketlenmeye çalıştım. Biraz güç bulup ayağa kalkmak istedim.

Birkaç gün önce babamın oturduğu tekli kanepenin önündeki tütün kırıntıları çarptı gözüme. Tabakasını açıp sigara sararken şalvarına dökülen tütün parçalarını avuçlayıp kül tabağına koymuştu güya ama birazını farkında olmadan yere dökmüştü galiba. Burnumu babamdan kalan bu kırıntılara doğru uzattım. Ama tütünün kokusu hepten gitmişti. Olduğum yerde alnımı halıya koydum. Tüm vücudumu saran ateş kulaklarımdan dışarı çıkmaya çalışıyordu sanki. Başım ağrıyordu. Kulaklarımdaki sesler bir türlü geçmek bilmiyordu. Bir ses “hoşça kal Halise” diye sesleniyordu. Kul Yakup “babacan” diyordu bana. “Yıldız, “orospu çocuğu!” diyordu. Menuş Kadın, “getirdin mi babanı!” diyordu. Yaşlı balıkçı sahilde hâlâ aynı şarkıyı söylüyordu. Annem, elindeki beyaz toprağı kokluyordu. Arada bir konuşup yeniden sessizliğe gömülen Aylın yine ortalıkta görünmüyordu. Tanımadığım insanlar arabama el kaldırıyordu.

Dirseklerimden yardım alarak sürüne sürüne ancak koridora kadar ilerledim ama ilerlediğimi sanırken çok fazla mesafe kat edemediğimi görüyordum. Öksürük yakamı bırakmıyordu. Kafamdaki şiddetli ağrı geçmek bilmiyordu. Soluklanınca tatlı bir uyku bastırıyor, yeniden duyduğum kapı sesiyle tekrar sürünüyordum.

Üst kattaki komşum bir odadan diğerine geçiyordu. Bazen asansör sesi geliyordu dışarıdan. Bir yerden bir çeşme ya da sifon sesi geliyordu. Durup sesleri dinledim bir süre. Bir bebek ağlaması duydum. Çok geçmeden kesildi ses. Yan komşum mutfak musluğunu açtı. Sular akıp gitti sonra. Yeniden sürünmeye başladım. Kan ter içinde kalmıştım. Bir sifon sesi daha duydum. Asansör yeniden hareket etti. Kapıdaki gitti diye düşündüm ama zil yeniden çaldı.

Biraz soluklanıp ayağa kalktım nihayet. Duvarlara tutunarak kapıya ulaşmaya çalıştım. Etrafımdaki her şey dönüyordu. Duvarlar her an yıkılacak, vestiyer üzerime devrilecek gibiydi. Başım dönüyordu. Beni uykumdan eden sese nihayet varmıştım. Babam olamazdı artık. Yıldız olamazdı. Kimsem kalmamıştı dünya üzerinde. Hayatımın bir gayesi kalmamıştı babamın ölümüyle. Hatta bana kalırsa artık ben de yaşamıyordum. Yaşadığını sandığım, oradan oraya koşturan, araba süren, taziye dileklerini kabul eden, yol giden, hep susan, sigara içen gövdem şimdi yatağında boylu boyunca uzanıyordu. Kapıdaki isteyen, tutunan, eksik kalan yanımdı belki de.

Ciğerlerimde bir şeyler vardı sanki ama ne kadar öksürürsem öksüreyim bir türlü rahatlayamıyordum. Elimi zar zor kapı koluna uzattım ama kapı kolunu tuttuğumu sanırken elim boşlukta sallanıp duruyordu. Kapıya yaklaştığımı sandıkça daha da uzaklaşıyordum. Hiçbir şeyi tutacak halim yoktu. Boşlukta kayıyordum. Elimle kapıya vurup dışarıda beni merak eden her kimse ona bir işaret vermek, kapının arkasında, evde olduğumu, iyi olmadığımı belli etmek istedim ama onu da yapamadım. Elim göğsümde bir süre kapıya bakıp durdum. Sonunda nasıl olduğunu anlamadan işaret parmağımla kapı kolunu indirmemle kendimi bir anda yerde buldum.

Çoktandır yağlanmadığı için cızırdaya cızırdaya açılan, arkasına yığıldığım kapıdan simsiyah babet çoraplarıyla biri girdi içeri. Daha doğrusu kapı önünde çıkarılmış bir ayakkabıdan fırlayan ayaklarını gördüm. Kapıyı itti ama kapı arkasına yığıldığım için bir türlü içeriye giremedi. Kendimi zorlukla geriye çektim bu kez. Kapı rahatlayınca, nihayet bir adım attı. Ayakları çok güzeldi. Dantel babet çoraplarının içindeki ayak parmaklarında kıpkırmızı bir oje seçiliyordu. Yüzümü buz gibi zemine koyup öylece onun ayaklarına baktım. Başımı yukarı kaldırıp gelenin kim olduğuna bakmak için çok çabaladım ama başaramadım. Soğuk zemin beni içine çekiyordu.

Babamın sesi geliyordu kulaklarıma. “Yusuf,” diye sesleniyordu o incecik sesiyle: “Yusuf uyan sabah oldu!” Oysa zifiri bir karanlık vardı dışarıda. Gün doğmamıştı henüz. Ama babam takatsiz, yorgun ve içli sesiyle bana seslenmeye devam ediyordu. Kara tayın peşinde ormana kaçtığımı öğrenen annem bütün gün adımı çağırmıştı o günlerde. Adımı duyuyordum ama annemin çağrısına cevap vermek istemiyordum.

Acı çeksin istiyordum. Beni bulamasın. Başıma bir şey gelmiş zannetsin. Pişman olsun. Kahrolsun. Düğünü kana bulansın. Elindeki o güzel kokulu beyaz toprağı koklayıp koklayıp ölsün. “Sendeki bu öfke sebepsiz değil,”diyordu yeniden Aylın. Bir ağacın kovuğuna saklanmış annemin adımı çağırmasını dinliyordum boyuna. Soğuktu ve üşüyordum. “Yusuuffff” diye bağırıyordu annemle babam.

Ne yazık, anne babalar sonunda ölüyordu ve bir daha hiç kimse insanın adını o kadar güzel ve içten çağırmıyordu.