Kelimeler zihnimizi şekillendirebilir mi?

“Dilsel görelilik” terimi, çoğu insanın kabul ettiği “dilin insan düşüncesinden doğduğu ve bu düşünceleri ifade ettiği, düşünceye geri dönüş yapabildiği ve karşılığında düşünceyi etkilediği” fikrini ifade eder. Eğer bu böyleyse, farklı kelimeler ya da farklı gramer yapıları, farklı dilleri konuşanlarda farklı düşünme yollarını “şekillendirebilir” mi?

Abone ol

Guillaume Thierry

Öğrencilik yıllarınızda ya da daha sonraki yaşamınızda, hedeflerinize giden yolda ilerlerken tükenmeye başlayabileceğinden endişe duydunuz mu hiç? Şayet böyleyse, yalnızca bunun anlamını karşılayacak olan bir kelime var olsaydı, bu duyguyu başkalarına aktarmak daha kolay olmaz mıydı? Almancada (böyle bir kelime) mevcut. Bir insanın, fırsatların tükeniyormuş gibi görünmesine eşlik eden panik hissine ‘Torschlusspanik’ adı veriliyor.

Almanca, bir ‘süper kelime’ ya da bileşik kelime oluşturmak için birbirine bağlanan ve çoğunlukla iki, üç veya daha fazla kelimeden oluşan zengin bir terimler koleksiyonu barındırır. Bileşik kelimeler daima güçlüdür; zira parçalarının toplamından (çok) daha fazlasını ifade ederler. Örneğin, Torschlusspanik sözcüğü, kelimelerin tam anlamlarıyla ‘kapı’ – ‘kapanış’ ve ‘panik’ kelimelerinden türetilmiştir.

TOPLAM, PARÇALARDAN DAHA FAZLASINI İFADE EDER

Bir tren istasyonuna biraz geç kaldığınızda treninizin kapılarının henüz açık olduğunu görürseniz, tren kapılarının kapanmak üzere olduğu anda duyulan ‘bip’ sesinin yol açtığı somut bir Torschlusspanik biçimini yaşamış olabilirsiniz. Öte yandan, bu bileşik Almanca sözcük, kelimelerin tam karşılıklarından daha fazla anlam taşıyor. Daha soyut bir anlam uyandırıyor ve zaman geçtikçe git gide artan bir biçimde hayatın sunduğu fırsatların kapısının kapandığı hissine atıfta bulunuyor.

İngilizcede de çok sayıda bileşik kelime bulunur. Bazıları “denizatı”, “kelebek”* ya da “balıkçı yaka”** gibi somut kelimeleri birleştirir. Diğerleriyse “geri plan” ya da “her ne olursa olsun” gibi daha soyut ifadelerdir. Elbette İngiliz dilindeki bileşik kelimeler de Almanca ya da Fransızcada olduğu gibi ‘süper kelimedir’; çünkü barındırdıkları anlamlar, çoğunlukla parçalarının anlamından farklıdır. Bir ‘denizatı’ at değildir, ‘kelebek’ sinek değildir ve kaplumbağalar ‘balıkçı yaka’ giymezler...

Bileşik kelimelerin dikkat çekici bir özelliği, en azından kelimeyi oluşturan parçalarının kelimesi kelimesine çevrilmesi durumunda, bir dilden diğerine anlamlı bir çeviri yapılamamasıdır. Kim Fransızcada bir “sayfa taşıyıcı”nın –‘porte-feuille’ (fr.)- bir ‘cüzdan’, ya da bir “boğaz desteği”nin – ‘soutien-gorge’ (fr.)- bir sütyen olduğunu düşünebilir ki?

KELİMELER ZİHNİ BİÇİMLENDİRİR Mİ?

Bu durum, kelimeler bir dilden başka bir dile kolayca çevrilemediğinde ne olacağı sorusunu aklımıza getiriyor. Mesela, anadili Almanca olan birisi, İngiliz dilinde Torschlusspanik’in bir karşılığını ifade etmeye çalıştığında ne olur? Haliyle, başka bir ifadeye başvurur; yani, dinleyen kişilere ne söylemeye çalıştığını anlatabilmek için örneklemeler yoluyla bir anlatı oluşturur.

Diğer yandan, bu davranış yeni ve daha büyük bir soruyu önümüze getirir: Başka bir dilde çevrilemeyen kelimelere sahip olan insanlar, farklı kavramları kullanabilir mi? Mesela, tercüme edilememesiyle nam salan ve güzel bir Galce kelime olan ‘hiraeth’ örneğini irdeleyelim. ‘Hiraeth’, varlıklarından dolayı minnettarlık duyarken, bir şey veya birisini kaybetmenin acı-tatlı anısıyla bağlantılı bir duyguyu aktarmak için kullanılır.

‘Hiraeth’ nostalji değildir; acı, hüsran, melankoli veya pişmanlık da değildir. Ve hayır, Google çevirisinin size aktardığı üzere ‘sıla hasreti’ de değildir; çünkü ‘hiraeth’in aktardığı bir diğer his, insanın birisine evlenme teklif edip reddedildiği durumdaki hissi de içerir ve bunun sıla hasretiyle hiçbir ilgisi yoktur.

FARKLI KELİMELER, FARKLI ZİHİNLER

Galce’de, bu kendine mahsus hissi aktarmak için bir kelimenin var olması, dil-düşünce ilişkileri hakkındaki temel bir soruyu gündeme getiriyor. Antik Yunan’da Herodot (M.Ö. 450) gibi filozoflarca sorulan bu soru, geçen yüzyılın ortalarında Edward Sapir ve öğrencisi Benjamin Lee Whorf’un yarattığı ivmeyle yeniden gündeme taşındı ve “dilsel görelilik hipotezi” adıyla tanınır hale geldi.

“Dilsel görelilik” terimi, çoğu insanın kabul ettiği “dilin insan düşüncesinden doğduğu ve bu düşünceleri ifade ettiği, düşünceye geri dönüş yapabildiği ve karşılığında düşünceyi etkilediği” fikrini ifade eder. Eğer bu böyleyse, farklı kelimeler ya da farklı gramer yapıları, farklı dilleri konuşanlarda farklı düşünme yollarını “şekillendirebilir” mi? Gayet sezgisel olan bu fikir, son zamanlarda izlediğimiz bilim-kurgu filmi Arrival’da (Geliş) kışkırtıcı bir biçimde gündeme getirilerek, popüler kültürde büyük bir başarı kazandı.

Fikir her ne kadar sezgisel olsa da, kimi dillerde kelime çeşitliliğinin düzeyi hakkında abartılı iddialar öne sürüyor. Abartılar, bazı tanınmış dilbilimcileri “Büyük Eskimo Kelime Dağarcığı Aldatması” gibi hiciv içerikli denemeler yazmaya yöneltti; bu denemelerde (dilbilimci) Geoff Pullum, Eskimoların kara atıfta bulunmak için kullandığı kelimelerin sayısı hakkında türetilen fantezileri eleştiriyordu. Öte yandan, Eskimolarda kar için kullanılan kelime sayısı gerçekte ne olursa olsun, Pullum’ın yayınladığı kitapçık, önemli bir soruya değinmiyordu: Eskimoların kar algısına ilişkin ne biliyoruz?

Her ne kadar dilsel görelilik hipotezi hakkındaki eleştiriler zehir zemberek olsa da, farklı dilleri konuşan insanlar arasında farklar bulunduğuna ilişkin bilimsel kanıtlar arayan deneysel araştırmalar, istikrarlı bir hızla artmaya başladı. Örnek olarak, Lancaster Üniversitesi’nde görevli Panos Athanasopoulos, renk kategorilerini ayırt etmek için özel sözcüklere sahip olmanın, renk kontrastlarını fark etme becerisiyle eşgüdümlü olduğuna dair çarpıcı gözlemler yaptı. Bu sebeple, açık ve koyu mavi (‘galazio’ ve ‘ble’) için farklı temel renk terimlerine sahip olan Yunanca konuşanların, aynı temel terimi kullanan ve bu renkleri tanımlamak amacıyla en temel “mavi” sözcüğünü kullanan İngilizce konuşanlardan farklı olarak, renge uygun düşen mavi tonlarını dikkate alma eğilimi taşıdıklarını belirtiyor.

İTİRAZLAR DA VAR

Diğer yandan, Harvard Üniversitesi’nde görevli Steven Pinker da dahil olmak üzere bazı bilim insanları, bu tür etkilerin önemsiz ve konuyla alakasız olduğunu savunarak bu iddiayı dışlıyorlar; zira deneye katılan kişiler renkler konusunda karar verirken dili zihinlerinde kullanabilir; bu nedenle davranışları dilden yüzeysel biçimde etkilenirken, herkes dünyayı aynı biçimde görür.

Bu tartışmada ilerleyebilmek için algıyı daha doğrudan ölçerek, insan beynine, tercihen dile zihinsel erişimden hemen önceki küçük bir zaman dilimi içinde daha yakından bakmamız gerektiğine inanıyorum. Sinirbilimsel yöntemler ile Sapir ve Whorf’un sezgilerine dayanan ve yıllar önce ortaya koydukları inanılmaz derecede öngörülü bulguları sayesinde bu artık mümkün.

Hâl böyleyken, evet, hoşunuza gitse de gitmese de farklı kelimelere sahip olmak, farklı biçimde yapılanmış zihinlere sahip olmak manasına gelebilir. Buna karşın, dünyadaki her zihnin eşsiz ve farklı olduğu düşünüldüğünde, bu tam olarak ezber bozucu bir fikir değildir.

* İngilizce “butterfly” sözcüğü “kelebek” anlamına gelir. Bileşik kelimeyi oluşturan ilk sözcük olan ‘butter’ “tereyağı/katı yağ”, ‘fly’ ise “sinek” anlamına gelir.

** İngilizce “turtleneck” sözcüğünü oluşturan ilk kelime olan ‘turtle’ “kaplumbağa”, ‘neck’ ise “boyun” anlamına gelir.

Yazının aslı The Conversation sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)