Katalonya'da sınıf, hegemonya ve bağımsızlık

Katalan solunun büyük çoğunluğu değişime kapalı gözüküyor. Bu kritik zamanda egemenlik yanlısı olmayan Katalonya solunun da pasif bir rol üstlenmesine sebep oluyor.

Abone ol

Brais Fernandez*, Marc Casanovas**

Geleneksel solun referandumu desteklememek adına alışıldık ‘aklın yolu bir’ argümanlarından ilki, süreci burjuvazinin yürütüyor olmasıydı. Bu bütünüyle yanlış ve bu yanlış anlaşılma iki sebepten kaynaklanıyor olabilir. Biri köyü niyetlilik, diğeriyse kavramsal bir kargaşa olabilir. Bu argümanın yanlış olduğunu göstermek, deneysel olarak da mümkün. Büyük Katalan burjuvazisi sürekli olarak ‘sürece’ karşı çıktı ve durumu ‘sorumsuzluk’ olarak nitelendirdi. İddiaları genelde iş dünyasında istikrarsızlık yaratacağı yönündeydi. Google’dan Katalan işveren Foment del Treball’ın açıklamalarını aratarak bunu görmek mümkün. Cehalet, daha burjuvaziyi tanımlarken başlıyor. İspanya solu bu konsepti son 40 yıldır sadece ya Katalonya’yı tartışırken kullandı ya da ilerici ve ‘milli’ burjuva Suarez ile 1978’de yaptıkları ittifakı meşru kılmak için.

‘Burjuva’ Marksizm tarafından ele alınan klasik bir ekonomik konsepttir ve yönetici sınıfı üretim araçları üzerindeki mülkiyet sahipliği yoluyla tanımlar. Belirttiğimiz gibi, bu toplumsal elitler sürecin karşısında tavır aldı: Foro Puente Aéreo, Foment del Treball, elitist Circulo Ecuestre, Circulo de Economía ya da International Comisión Trilateral gibi kurumlar sıkça bağımsızlık karşıtı olduklarını dile getirdiler. Foment del Treball’ın bazı kısımları İspanyol devlet burjuvazisi ile ilişkilerini geliştirmek ve imtiyazlarını arttırmak umuduyla süreci desteklemiş olsalar da José Manuel Lara (Planeta), Isidre Fainé (CaixaBank), Josep Lluís Bonet (Freixenet) ve Josep Oliu (Banco Sabadell) sürece karşı çıktılar. Ayrıca, popüler hareketlerin dinamiklerine bakınca, sürecin pek çok küçük ve orta ölçekli girişim ve işletmeden destek aldığı görülebilir. Örneğin PIMEC, Cecot ve Ticaret Odası.

KATALAN ELİTLERİ KÂR PEŞİNDELER

Ancak hiçbir koşulda, bu aktörler süreci yönetmedi. Ezeli faydacılıklarına sadık kalarak süreç ilerledikçe kendi çıkarları yönünde pozisyon almayı sürdürdüler. Arthur Mas’ın, melankolik bir bakışla Colegi d’Economistes de Catalunya karşısında bizzat kabul ettiği üzere, “Bu ülkenin seçkinleri tarihin akışını değiştirmeye çalışmamalı. Onun yerine bu basit harekete yön vermeye yönelmeliler. Frenleme ya da durdurma yoluyla değil, buradan iyi bir şey çıkmasını sağlayarak…”

Sosyal ya da politik değişim hedefleyen her oluşumun ilk hedefi, egemen sınıfın bu grupları için ‘iyi bir şey çıkmamasını sağlamak’, rejim krizine yön verilmesini engellemek, elitler arasındaki pastanın yeniden dağıtımına talip olmak, çelişkilerini deşifre etmek olmalı.

Şu anda Avrupa’da gerçekleşen bu en büyük toplumsal hareketi kenardan izlemek, bahane olarak da Katalan burjuvasının kendi çıkarları doğrultusunda ona ‘yön vereceğini’ öne sürmekse kabul edilemez bir görüş. Aksine, tam da bu sebeple bu hareket desteklenmeli ve politik liderlerine meydan okuyarak doğru aktörlerin bir araya gelmesi sağlanmalı. Katalonya’daki "de facto 155" (1978 tarihli Anayasa’nın 155. Maddesi. Bölgesel yönetimlerin merkezi yönetimle anlaşmazlığa düşmesi halinde bölgesel yönetimlerin yetkilerini iptal ediyor) ve devletin bütünündeki demokratik gerileme bağlamında, egemenlik süreci çökerse hepimizin çökeceğine ilişkin yorumsal bir yaklaşım olduğunun anlaşılamadığı görülüyor: Kısacası, gerçekliğin iyi bir hikâyeyi bozmasına izin vermemek gerekiyor.

Peki sürece kim önderlik edecek? Diğer bir deyişle, Katalanların dalgalı bağımsızlık yolculuğunda geminin kaptanı kim olacak? Açık ki Katalan politik kesimlerinin bir bölümü (kuşkusuz istenmeyen öğelerle dolu ve toplumda radikal bir dönüşüm yaratma hevesi taşımıyorlar) Katalan burjuvazisinin (ekonomik programlarına desteği sürdürseler de) politik taleplerini temsil etmekten uzaklar. Ancak devletin bir bölümü üzerindeki kontrolü vasıtasıyla ve bağımsızlık sürecine uyum sağlama kabiliyetiyle bu süreci yönetmeye de talipler.

Burada mesele bir kez daha, yaşanmakta olan sosyal hareketlenmenin toplumsal ve ekonomik baskıya hizmet edecek bir araca dönüşmemesini sağlamak. Zor olan kısım, Katalan bağımsızlık yanlıları ile egemenlik yanlısı sol arasında nasıl bir ortak zemin bulunabileceğini keşfetmek; aynı zamanda devletin yeni bir hegemonya yaratabilecek aktörlerini de işin içine katmak. 1 Ekim Referandumu, yeterli politik istek olursa bir Katalonya Cumhuriyeti’nin ve anayasal süreçlerinin mümkün olabileceğini gösterdi.

SÜRECİN BİRÇOK BİLEŞENİ VAR

Katalan bağımsızlık sürecini homojen bir bakışla (süreci tek bir güç idare ediyormuşçasına) okuma yönündeki eğilimi görmek, içindeki çelişkileri keşfetmek açısından da ilginç oldu. Ulusal ölçekte destek gören süreçte, “homojenlik” iddiası asıl güçlüklerin önünde duran hayali bir olgu. Ulusal olan tüm sınıfsal çelişkiler, ‘popüler’ olanın içinde eritilmeye çalışılıyor. Bu süreç ulusal-popüler bir proje olarak hayata geçtiğinde ve devlet baskısıyla çatışmaya girdiğinde ilk çatlaklar ortaya çıkmaya başlıyor ve bu çatlaklar ulusal-popüler süreci yöneten seçkinleri de aşıyor.

Bu, bizi bağımsızlık sürecinin toplumsal tabanını tanımlamaya itiyor. Sanıyoruz ki hiç kimse Katalonya’da iki milyon tane burjuva ya da politikacı olduğunu iddia etmeyecektir. (Katalonya’nın 2016 nüfusu 7 milyon 523 bin kişidir.) Baskın olan bileşenin ‘orta-sınıf’ olduğu doğrudur. (‘Orta sınıf’ terimi, Marksist bir tanım yerine, yani üretim araçlarına sahip olma durumu yerine, kendini tanımlarken bileşenlerinin çeşitliliğinin ve çeşitli sınıfsal beklentilerine atfen kullanılmıştır.) Ve klasik anlamda işçi sınıfının bu resimde eksik olduğu da doğru. Ancak şunu görmek gerekir ki karşımızda çok-sınıflı bir hareket mevcut ve bünyesinde, işçileri, küçük esnafı, hükümet çalışanlarını, politikacıları, profesyonelleri, küçük ve orta ölçekli şirket sahiplerini barındırıyor. Ancak bu grupların bağımsızlık mücadelesiyle ilişkileri, sahip oldukları ekonomik statü üzerinden değil, daha ziyade ulusal-popüler bağlamda bir ‘bağımsız Katalonya’ isteği üzerinden kuruluyor.

Bu durum, elbette çelişkilerle dolu bir program anlamına geliyor. Sürecin bir bölümü Güney İsviçre’yi model alan bir bağımsız Katalonya çiziyor gibi gözüküyor. Popüler olan örnek ise Akdeniz’de bulunan bir İsveç tasarımı. Pazarın yetkin ve duyarlı bir devlet tarafından kontrol edildiği (ki bu İspanyol ilericilerinin sosyal tabanında da paylaşılan bir hayaldir) bir sistem. Küçük ama kayda değer bir gruptaysa (en azından İspanya’nın kalanı ve Avrupa ile kıyaslandığında kayda değer sayıda insan için) bu süreçten anti-kapitalist bir sonuç doğması yönünde bir kararlılık var. Sonuç olarak bağımsız bir Katalonya perspektifini birbirine bağlayan tutkal, bünyesinde farklı projeler barındırıyor. Bu çok mu garip görünüyor? Neoliberalizmin işçi hareketlerini yendiği günlerden bugüne, tüm politik ve sosyal kitle hareketleri bu sorunu yaşamıyor mu? Bizi sürekli olarak sınırlayan şey iktidar perspektifi ve dönüştürücü bir projesi olan güçlü bir işçi sınıfının bu tip hareketlerdeki eksikliği değil mi?

Şüphesiz, var olan koşullar bu bağımsızlık hareketini sosyal açıdan devrimci bir hareket olarak tanımlamaktan alıkoyuyor; çünkü kapitalizmin özünü sorgulamıyor: Özel mülkü kısıtlayarak ortak mülkiyeti öne çıkarmak veya üretim ve mülkiyet ilişkileri konusunda bir sorgulama yok.

15 MAYIS HAREKETİ’NİN PASİF POZİSYONU

Peki 15M (15 Mayıs Hareketi / İspanya’daki ‘Podemos’ adlı solcu halk hareketinin öncüsü olan oluşum) bunu mu yaptı? İş yerleri işgal edilirken, işçi sınıfı ve çıkarları, o harekette baş aktörler miydi? 15M’nin sosyal olarak daha karmaşık bir program sahibi olduğu doğru. Ama bu ancak zaman içerisinde oluştu. Bugün Katalonya bağımsızlık mücadelesine şüpheyle bakanlar, o zaman da 15M’ye şüpheyle bakmışlardı ve işçi sınıfının eksikliği nedeniyle soldan olmamakla itham etmişlerdi. İşçi sınıfının rolüne dair bu anlayış, Laclau’nun Kaustsky ve İkinci Enternasyonel’e yönelik “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” adlı yazısında yer alan haklı eleştirisinde görülüyor:

“Sözde radikal pozisyonu, her ittifakı ve orta yol bulmayı reddedişi, kökten tutucu stratejisinin temelinde yatıyordu. Kendi radikalliği politik inisiyatifler gerektirmeyen bir sürece bel bağladığı için, sadece beklemeye ve sessizliğe mahkûmdu. Propaganda ve organizasyon partinin iki temel -hatta tek- hedefiydi. Propagandanın amacı sosyalist harekete yeni katmanlar katmak suretiyle daha geniş bir ‘halk iradesi’ yaratmaktı ama asıl işçi sınıfının kimliğini pekiştirmekti. Organizasyona gelince, bu da ön cephelerde daha geniş siyasi katılım yaratan bir genişleme anlamına gelmiyordu. Kendisine odaklanmış ve ayrışmış işçilerden oluşan bir gettoyu inşa etmekti. Hareketin böyle kurumsallaştırılması, kapitalizmin nihai krizinin burjuvanın kendi içinden geleceği, işçi sınıfının ise doğru zamanda müdahalesine hiçe yakın hazırlıklı olacağı perspektifine tam uyuyordu. 1881’den beri Kautsky şöyle diyordu: ‘Görevimiz bir devrim organize etmek değil, devrim için kendimizi organize etmek, devrimi gerçekleştirmek değil, ondan fayda sağlamak.’’

İşçi sınıfının yokluğunun (azlığının), bağımsızlık sürecinde bariz bir engel olduğu doğru. Bunu reddetmek, hareketin şu an onu bir arada tutan popülist çok sınıflı karakteri adına özür dilemek olur. Ama tartışmayı daha stratejik bir seviyeye çekmek istiyorsak, ‘zamanı geçmiş sosyalizm’e sıkışmak ve boş sloganlara takılı kalmak istemiyorsak, tartışmanın yönünü değiştirmeliyiz ve politikanın sadece yapısal faktörlerle değil ama politik temsilcilerle kurulduğunu düşünmeye başlamalıyız.

Solun önemli bir kısmının bağımsızlık mücadelesine karşı tavrı iki şekilde pre-hegemonik (söz hakkını öncelikle kendinde görüyor). Bir taraftan Katalan solunun büyük çoğunluğu ya da en azından liderlik fonksiyonu bulunan önemli bir bölümü, Ada Colau ve Komünler Hareketi’ni durağan, değişime ve gelişime kapalı görüyorlar. Bu kritik zamanda egemenlik yanlısı olmayan Katalonya solu da pasif bir rol üstleniyor; hareketin liderliğine soyunmadığı gibi sürecin içinde oluşabilecek yeni sosyal gruplara da yolu açmıyor. Tuhaf bir tutum takınarak, bağımsızlık seçeneğinin gücünü kaybetmesini bekliyor, umuyor ve kalan sağları saflarına katma stratejisi izleyerek, daha olası bir yeni anayasal düzeni İspanyol devlet elitiyle müzakere etmeyi umuyorlar.

‘Komünler’ Hareketi’nin pasifliği, kuşkusuz CUP’nin (Halk Birliği Adaylığı Partisi) etkisizliğine eklenebilir. CUP dürüst radikalliklerine rağmen sol ile bağımsızlık hareketi arasında önemli bir bağlantı rolü oynamayı üstlenmedi ve Barcelona’daki şehir konseyinde sekretarya işleri üstlenmeyi tercih ederek, Komünleri (İspanya’yla birlik) yanlılarına karşı savaşa sürükleyecek riskli bir politik ittifaka uzak durdu.

İSPANYOL SOLU STATÜKOYU KORUMA YANLISI

İspanyol solundaysa bağımsızlık hareketini gülünç bulma yönünde bir eğilim var. Bunu sanki ciddi bir şey değil de elitler arasında basit bir oyun gibi görüp, Lenin’in sıklıkla atıfta bulunulan fikri olan “yönetenler arasındaki bölünmeler, her sosyal dönüşümün ön koşuludur” fikrini tamamen yanlış anladılar. (Lenin’in bu eski düşüncesi, aslında her güncel politik çatışma için geçerlidir.) ‘Ön-koşul’, tek başına yeterli olmayan ama başlangıç için gerekli olan bir koşul anlamına gelir. Özgürleştirici politikaların, sınıfsal çıkarların arasından sıyrılabileceği bir ayrışmaya yol açar. Bağımsızlık hareketinin gülünç bir hale dönüşmesi de ihtimal dâhilinde ama bu hayattaki her şey için geçerli. Hiçbir şey saf doğru olarak doğmuyor, aktif mücadele ve çatışma ile dönüşüyor. Yalanları yaratan, tepedekilerin her zaman kazanacağını sonsuza dek kabul eden kusurlu öngörüyü yaratan şey, pasifliktir. Gel gelelim aktif bir pozisyon almak da her zaman doğruya ulaşılacağını garantilemiyor. Ama önemli bir ön koşuldur.

Alttan gelenler sağlam politik ve sosyal mücadelelere girişirken de kartlar her zaman yukarıdakiler tarafından dağıtılmış ve bilinç düzeyleri çeşitli ve çelişkili olmuştur. Politik, kültürel, ulusal çelişkilerden arınmış, pür ve saf bir sosyal mücadele arayanlar bu dünyada var olmayan bir şey arıyorlar. Yalnızca sosyalist gerçekçiliğin kâbusu olan ikonik hayalperestlikte mümkün olabilir bu. Hep yolu gözlenen ve hep eksik kalan işçi sınıfı yalnızca politik mücadele içinde, iş yerinin içinde ve ötesinde, diğer sınıflarla temas ederek, gerçek politik süreçler içinde taleplerini şekillendirerek ve buradan hareketle kriz içindeki bir toplumda çıkarlarının güç merkezini kurarak var olabilir. Çünkü politik bir obje olarak işçi sınıfı bu şekilde var olmuş değildir; elimizde olan şey iş gücü olarak adlandırdığımız, toplumun çeşitli kesimlerinde mevcut, kendisinin özgürlükçü politikalar için bir güç oluşturduğunun bilincinde olmayan bir kitledir.

Garzon ya da Podemos gibi aktörlerin tavırlarının farklı olduğu doğru. Podemos’un referandumu savunduğunu kabul etmek gerekiyor. IU (Birleşik Sol Parti) ise mevcut tabloda ne olduğu anlaşılamayan soyut bir ‘federal devlet’ bahsi haricinde bir şey önermeyi başaramadı. Gel gelelim Podemos tarafından önerilen Katalan anlaşması henüz gerçekleşmemiş bir koşul üzerine kurulmuş durumda. Podemos’un seçimleri net çoğunluk ile kazanması ve PSOE (İspanya Sosyalist İşçi Partisi-Ulusalcı, sağcı bir politika izlemektedir) ile kurulacak bir koalisyon hükümeti, gerçekçi olursak, referandumun tamamen yok sayılması anlamına gelecektir. Bunun bir noktada gerçekleşeceğine inanmak imkânsız değil; ancak kısa zamanda gerçekleşeceğine inanmak zor. Zira “kademeli” stratejilerin büyük trajedisi budur: Siyasal tarihi, anlaşmazlıkların olmadığı, doğrusal ve monoton bir olgu biçiminde düşünmek. Katalan süreci ve 1 Ekim, seçimi yürüten güçlerin birikimi açısından pasif bir strateji içinde can sıkıcı parantezler üretmek yerine, devletin siyasi alanını oluşturan farklı süreçleri ifade etmek ve 1 Ekim’i PP hükümetinin (İspanya’da iktidardaki sağcı Halk Partisi) çöküşünü hızlandıracak ve 1978’de kurulan rejimi nihayet tarihe gömecek olan, İspanyol devletinin topraklarında ve dökülen vadi duvarlarının altında kurucu süreçlerin ilerlemesini teşvik edecek bir politik süreci hızlandıracak bir katalizör olarak düşünülüyordu.

KOŞULLAR DEĞİŞMEDEN SONUCA ULAŞMAK MÜMKÜN DEĞİL

Her kriz koşullarla ilgilidir. Katalan referandumunun tetiklediği rejim krizi de sonsuza kadar sürmeyecek ve bağımsızlık hareketi, (eğer bu kadar sebep varken zaten tamamen ortadan kalkmazsa) başka bir şans yakalayamayabilir. Sürecin şu anki liderlik eliyle bir sonuca ulaşabilmesi mümkün görünmüyor. İsyankâr bir itaatsizlik Katalan politik sınıfının anlayamayacağı bir kararlılık seviyesi gerektiriyor ve Katalan solu ile İspanyol solu da anayasal demokrasi bağlamında süreçten faydalanmak konusunda isteksiz görünüyor.

Belki de bağımsızlık sürecinin bir hipotez olarak trajik biçimdeki çöküşü, potansiyel olarak hem Katalonya’daki Ada Colau için hem de İspanya’daki muadili için işlevsel olur. Belki de Josep Maria Antentas’ın sözleriyle, Katalan bağımsızlığının ileri safhaları radikal demokrasi alameti olmayacak, çünkü: “bağımsızlık hareketinin zorluğu geleneksel yönetim ve kurumsal normalleşme içine hapsolmuş bir organizasyona işaret etmesidir. Yukarıdan gelen kurumsal bir krize cevap olarak daha beğenilesi bir politik güç ile çıkış yolu gösteriyor. Olumlu ama sınırlı, geleneksel parti sistemini değiştiren, geç dönem neoliberal solun bir önceki aşamadan daha fazla ağırlık kazandığı, yeni bir sistem öneriyor.’’

Hâlâ bir şeylerin değişebileceği kritik anlar yaşanıyor. Belki PP’nin ve Diktatör Franko sonrası devlet organlarının baskısı, çoğunluğu pasifist uykularından uyandırır. Çünkü yeni fırsatlar doğuyor ve solun yaptığı tek şey ebedi kehaneti olan ‘hayır yapamayız’ı tekrarlamaktan ibaret.

Geçtiğimiz haftalarda devletle mücadele seviyesinde ve nüfusun kitlesel ve âni tepkisinde, kurumsallaşmış sivil toplum açısından normalin ötesine geçen, kendi kendine örgütlenme süreçleri ve mücadele yöntemlerinin unsurları konusunda nitel bir sıçrama yaşandı: 3 Ekim’de işçi hareketi toplumsal bir genel grev çağrısında bulundu. İskele çalışanları askerlerin teknelerini bağlamayı reddetti, öğrenciler trafiği bloke etti ve üniversite binalarını işgal etti, farklı platformlar dayanışma eylemlerinde bulundu. Tüm İspanya devletinde de dayanışma gösterileri ve protestolar gerçekleşti.

Katalan halkının (kendi geleceği hususunda) karar verme hakkının savunulması fikrinin emek dünyasına ve toplumsal hareketlere yerleştirildiği ölçüde, bu hareketlerin toplumsal bir gündemi oluşacak ve şimdiye kadar olmasa da nüfusun geniş kesimlerinin “kurucu” bir güce sahip olması söz konusu olacaktır. Bu koşul, güçler arasında yeni bir denge kurmak için hayatidir. “Junts Pel Si” (Evet için Birlik) neoliberal ajandaya meydan okuyan ve devlet genelinde solu bağımsızlık mücadelesiyle ortaya çıkan enerjiye sahip çıkmaya zorlayan, stratejik ittifakların kurulduğu yeni bir politik çizgi. İspanya ve Katalonya arasındaki sorun, ancak emekçiler ve diğer halk kesimleri Gramsci’nin tabiriyle “büyük politikanın faal aktörleri olurlarsa” ve bir çıkış yolu önerirlerse çözülebilir.

*Brais Fernandez, Podemos’un Madrid örgütünden kapitalizm karşıtı bir eylemcidir.

**Marc Casanovas, Barselona’daki Antikapitalist hareketten bir eylemcidir.

Yazının aslı Internationalviewpoint sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: İdil Karşıt)