Kasırga’da Vurgun: Bu rüzgar bize yetmez!

‘Kasırga’da Vurgun’, bize vurgunu gösteren ama kasırgayı pek göstermeyen, bir fırtına beklerken sadece bir esinti hissettiren vasat bir aksiyon filmi. Bizce türün sadece koşulsuz meraklılarına salık verilebilir!

Abone ol

DUVAR - Özellikle beyazperdede, bir süredir dinlenme döneminde olan, doğal afet konulu (kısaca felaket filmleri diyebiliriz!) filmlerin sonuncusu ‘Kasırga’da Vurgun’ bu hafta sinema salonlarımıza uğruyor. Büyük bir depremi konu alan ilk filmden ( Earthquake,1974) beri felaket olaylarını, zaman zaman eşeleyen Hollywood sineması, artık tek başına büyük bir afetin yeterli olmadığını düşünmüş olacak ki, bu tür filmlere ikinci bir öykü katarak (bu filmde bir soygun) senaryoyu zenginleştirmeye çalışıyor. Ancak bu filmdeki soygun hikayesi çok sıradan, mantık sınırlarını zorlayan aksiyon sahneleri sıralayan ve başarısız oyunculuklar barındıran bir bölüm olarak kalıyor. Bir de bunun üstüne, filmin asıl görsel bombası olan fırtına sahneleri de oldukça yetersiz kalınca, bir kez daha vasat, tatsız tuzsuz ve en fazla televizyon filmi düzeyinde bir yapım izliyoruz.

Will ve Breeze Rutledge çocukluklarında tanık oldukları ve babalarının ölümüyle sonuçlanan bir kasırgayla hayatları değişmiş iki kardeştir. Will bu acı olaydan sonra meteorolog olmayı seçmiştir ve yaşadığı bölgede oluşabilecek kasırgaların izini sürmektedir. Kardeşi ise kendi yolunu tam çizememiştir ve bazı teknik arıza işleriyle uğraşmaktadır. Çok yakında gelebilecek büyük bir fırtına ihbarı üzerine şehirdeki bütün insanlar tahliye edilir ve bunu fırsat bilen bir grup soyguncu, içeriden bazı insanların da yardımıyla Federal bankayı soymaya kalkışır. Onlara tek karşı duran, kadın ajan Casey, Rutledge kardeşlerden yardım ister.

FIRTINA DA BİR KARAKTERDİR!

‘Kasırga’da Vurgun’daki soygun hikayesinden önce, filmin asıl beklentisini oluşturan kasırga olayına yakından bakmamızda yarar var. Bu tür filmlerin en ilgi çekici yanı, kuşkusuz günümüzün teknolojik olanaklarıyla, giderek daha etkileyici ve dolayısıyla giderek daha korkutucu olabilen deprem, kasırga, sel gibi doğal afetleri beyaz perdede yaratabilmesidir. Hatta bu doğal afetlerin bazen arasına sızan ‘uzaylıların istilası’ filmlerini de bu türün içine katabiliriz. Bu tür filmleri hatırladığımızda aklımıza gelen ilk isimlerden biri kuşkusuz yönetmen Roland Emmerich olur. Emmerich, 90’lı senelerin ortalarından başlayarak, ‘İndependence day’ (1996), ‘The day after tomorrow’ (2004), ‘2012’ (2012) gibi filmlerle önümüze türlü türlü dünyanın sonu hikayeleri sunmuş, inceden çevreci bir tutum takınarak ama son tahlilde Amerikalıların milliyetçilik duygularını titreten ve kutsal aile kavramını kullanan, görsel gücü yüksek ve görkemli filmler yaratmıştı.

Bizim ise, ‘Kasırga’da Vurgun’ filmini izlediğimizde, aradan epeyce bir zaman geçtiği halde, aklımıza gelen ilk film, daha çok, Jan de Bont’un 1996 yılında çektiği ‘Twister’ filmi oluyor. ‘Twister’ filmi o zamana kadar hiç değinilmemiş bir doğal afete yani hortumlara el atıyor ve bunu (özellikle o dönemde) hiç kullanılmamış görsel efektler yardımıyla seyirciyi heyecanlandıracak ve zaman zaman o fırtınanın içinde olduğumuzu hissettirecek derecede güçlü sekanslar barındırıyordu.

Bütün bu görsel güce rağmen, o dönemde bazı seyirciler filmin ana öğesinin (yani fırtınanın) başarılı olmasına rağmen, buna eşlik eden fırtına avcılarının hikayesinin beklendik bir şekilde akması, basit bir mizah taşıması ve finalin hiçbir sürpriz içermemesi açısından filmin çok başarılı olmadığını düşünmüşlerdi. Fakat filme bir bütün olarak baktığımızda, kabul etmemiz gerekir ki, film asıl görevini yerine getiriyor, yani bütün bu zayıflıkları süpüren, nefes alan, ürküten ve seyirciyi gerçekten afallatan hortum sekansları sunuyor ve seyirciye o zamana kadar yaşamadığı bir deneyimi tattırıyordu. Filmdeki hortum, ana karakterlerinden biri haline geliyor, diğer karakterlerin bu hortum avında, bu ölümle dansında çok ciddi bir gücü, dengeleyici bir unsuru temsil ediyordu.

‘Kasırga’da vurgun’da ise, filmin biri başında ve biri sonunda olmak üzere sadece iki tane, büyük ölçekte çekilmiş kasırga sahnesi bulunuyor. Özel efektlerin boca edildiği bu sekanslarda bir hortum, veya benzeri bir figür yerine devasa toz bulutlarından başka pek bir şey görmüyoruz. Diğer fırtına sekanslarının ise stüdyoda, mekanik efektlerle çekildiğini göz önüne alırsak, filmdeki kasırga sahnelerinin heyecan açısından tatmin ettiğini ve etkilediğini söylemek biraz zor. Büyük ölçekteki kasırga görüntüleri üzerine, yine özel efektlerle, Mumya filminden fırlamış gibi korkutucu yüz figürleri koymak bile işin rengini pek değiştirmiyor.

FİLMDEKİ KARAKTERLER BİLDİĞİMİZ GİBİ…

Filmde bize tanıtılan ana karakterler ve soyguna kadar olan sekanslar da bildik şablonlara dayanıyor ve klasik bir reçeteden çıkmış gibi duruyor: iki kardeşin geçmişlerinde babalarını kaybetmeleri, ikisinin hayatlarını değiştiren bu afete karşı mücadele etmeleri, içten içe birbirlerini suçlamaları…ve tabii sonra filmdeki önemli olayda, düşmanlara karşı birlik olmaları...

Bu kadar beklendik bir giriş bölümünden sonra soygun sekansı başlıyor ve burada durum biraz düzeliyor. Çünkü bu soygun sekansı çok orijinal ve çok özel kurulmamış olsa da belli bir dinamizm ve kimin olayın içinde olduğuna, kimin olmadığına dair ufak sürprizler barındırıyor. Ancak bu ufak yükselmeden sonra fırtınanın içinde ve dışında arabalı takip sahneleri, silahlı çatışmalar ve dövüş sahneleri sergilenmeye başlanıyor. Ne kahramanların selle boğuşmaları, ne başkahramanın ileri teknoloji ürünü aracı, ne de iki kardeşin arasındaki yakınlaşma ilgimizi ayakta tutmaya yetiyor! Bir de tek tek sayamayacağımız kadar ‘bu kadar da olmaz!’ diyeceğimiz, mantık sınırlarını zorlayan sahneler var ki, bunlar filmin gerçekçi dokusuyla uyuşmuyor. Bu sahneler belki bir James Bond filminde kabul edilebilirdi ama burada bizi rahatsız ettiği kesin!

Filmin oyunculuklarında da bizce ciddi bir düzey eksikliği mevcut... Başkarakter Will’i oynayan Toby Kebbell, minimum bir oyunculuk sergiliyor ve boş bakışlarıyla, böyle bir filmin kahramanına gereken ne karizmayı ne duyarlılığını sergileyebiliyor. Filme biraz güzel kadın kontenjanından girmiş, ajan Casey oynayan Maggie Grace ise aksiyon sahnelerinde görevini yapıyor ama o kadar… Çok özel bir performans görmüyoruz. Kötü adam Parkins’i canlandıran Ralph Ineson ise, karakterinin gerçekten kötü olduğunu göstermek için fazla abartılı oynuyor. Hem mimiklerinden, hem konuşmasından, her defasında adeta kötülük fışkırıyor.

Sonuç olarak ‘Kasırga’da Vurgun’, bize vurgunu gösteren ama kasırgayı pek göstermeyen, bir fırtına beklerken sadece bir esinti hissettiren vasat bir aksiyon filmi. Bizce türün sadece koşulsuz meraklılarına salık verilebilir!

Yönetmen: Rob Cohen

Oyuncular: Toby Kebbell, Maggie Grace, Ryan Kwanten, Ralph Ineson, Melissa Bolona, Ben Cross, Jamie Andrew Cutier…

Ülke: ABD