Kaşıkçı cinayeti ve 'siyasî oyun'lar

Siyasî güç çekişmesinin aracı haline gelmiş hiçbir şeyden hayır gelmez. Bir insanın kalleşçe, hunharca öldürülmüş oluşuna yalnız fayda sağlama veya çıkarları bozmama açısından yaklaşmanın bu kadar normal karşılanması, hattâ muazzam siyasî-diplomatik taktik başarı olarak görülmesi, cinayetin kendisi gibi kan dondurucu.

Ümit Kıvanç yazar@gazeteduvar.com.tr

Kaşıkçı cinayetinin düpedüz bir insanın hunharca öldürülmesi hadisesi sayılmayacağı baştan belliydi. İşin içinde çok fazla devlet, çok fazla diplomasi, çok fazla hesap kitap var. Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın 2 Ekim günü İstanbul Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na girdikten sonra kaybolması, artık bütünüyle, füme camlı zırhlı siyah arabaların insan onuru üstünde turladığı korumalı âlemde oynanan oyunların konusu.

Cinayeti bir yurttaşın devleti tarafından yabancı ülkede kalleşçe tuzağa düşürülerek alçakça öldürülmesi olarak tarif etmek de pek kimsenin tercihi değil, anlaşılan. Oysa bu cinayet sadece kalleşçe tuzaktan ibaret değildi; en azından görünürde uyulan uluslararası kurallar çiğnendi.

Bu cinayet artık insanî felaket boyutundan tamamen arındırılarak, bir güç ve hegemonya çekişmesinin aracı haline getiriliyor. Siyasî güç çekişmesinin aracı haline gelmiş hiçbir şeyden hayır gelmez. Bir insanın kalleşçe, hunharca öldürülmüş oluşuna yalnız fayda sağlama veya çıkarları bozmama açısından yaklaşmanın bu kadar normal karşılanması, hattâ muazzam siyasî-diplomatik taktik başarı olarak görülmesi, cinayetin kendisi gibi kan dondurucu.

Fakat insanlıktan söz etmeyelim. Kimse ilgilenmez. Vazifemiz başka.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şaşkınlık uyandıran son açıklaması ve ardından başlayan yeni süreç gösteriyor ki, yine biz sıradan insanlar için bilinmez, anlaşılmaz tavır ve hadiselerin art arda dizileceği bir evreye geçtik.

Öncelikle şunu belirtmek lazım: Kaşıkçı cinayetinin topraklarında işlenmiş oluşunu Ankara, uluslararası düzlemde bir itibar ya da şöyle diyelim isterseniz: Bir ciddîye alınma hamlesi olarak değerlendirmede başarılı oldu. Şu ana kadar. Bütün dünya, kısa sürede filmin esrarengiz kahramanı haline gelen “Türk yetkili”nin sızdırdığı bilgilerle anlama çabasından hayrete, öfkeye gitti geldi.

“Gıdım gıdım sızdırma” politikası, dünya kamuoyunu sarsmış bir mevzuda Ankara’yı başlıca kaynak konumunda tuttu. Gerçi bütün bu süre boyunca, olguları-bilgileri veya olgu-bilgi olduğu iddia edilen şeyleri mâhut iktidar propaganda aygıtı allayıp pullayıp yayımladığı için meslektaşlarını sık sık uyaran gazeteciler, sızdırılanları ihtiyatla karşılama gereğine işaret eden başkaları görüldü. Yine de başlıca kaynak “adının açıklanmasını istemeyen Türk yetkili” idi ve Kaşıkçı’nın parmaklarının ve başının kesilmediğini, başkonsolosun odasından yan odaya taşınıp masanın üstüne yatırılmadığını iddia edebilecek kimse yoktu. Elbette daha ilk andan takındıkları küstahça tavırla, söyledikleri beceriksizce yalanlarla, üstelik bunları her çıkan zorlukta değiştirmeye kalkıp rezil olarak, Suudi Arabistan devletini yönetenler Türkiye yöneticilerinin “güvenilir kaynak” statüsünü pekiştirdiler.

Bu yüzden, başından beri, Ankara’nın birbiri ardına şok edici çeşitli bilgi kırıntılarını ortaya saçarak yürüttüğü gıdım gıdım sızdırma faaliyeti herkesçe ilgiyle, merakla seyredildi.

Şimdi bu seyirlik faaliyet artık ilk andaki heyecanı uyandırmadığı gibi, kaçınılmaz bir aşamaya doğru yaklaşıyor: Kendi kendini kadük etme aşaması. Dün söylediğini bugün inkâr etme aşamasına gelinip dayanıldı.

İki konu üzerinde duralım.

SAVCILIK İKTİDAR PROPAGANDA AYGITINI YALANLADI

İlki, cinayete ilişkin “Türk senaryosu”nda meydana gelen muazzam çelişki. “Adının açıklanmasını istemeyen”, bazen de “üst düzey” sıfatıyla takdim edilen “Türk yetkili”ye dayanan ve iktidar propaganda aygıtınca basılıp dağıtılan senaryoya göre, hatırlarsınız, Cemal Kaşıkçı işkence edilerek, vahşice öldürüldü. Önce parmakları kesildi, bedeni Kaşıkçı henüz canlıyken parçalandı, başı kesildi… Bu feci hikâye geliştirilip zenginleştirilerek günlerce anlatıldı. Fakat ne ilginç ki, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ekimin son günü yaptığı açıklamaya göre Kaşıkçı “başkonsolosluğa girer girmez boğularak öldürülmüş”tü. Kaynak olarak Sabah’ın haberini seçtim. Üstümüze boca edilen, parmak ve kafa kesmeli korku öyküsünün kaderini belki onlar aydınlatmak isterler.

Sonuç olarak, gelinen aşamada artık Kaşıkçı’nın canlıyken parçalanarak öldürülmesi hikâyesinden vazgeçildi. Boğdurulduğu düşünülüyor.

Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “tapeleri verdik, hepsine verdik” diyerek varlığını ve başkalarına sunulduğunu resmen teyit ettiği, meşhur ses kayıtlarına göre Kaşıkçı, yedi dakika süren bir itme-kakmalı, vurmalı, başa naylon torba geçirmeli arbedenin sonunda öldürülmüş. İçeri girdiğinde üstüne çullanmışlar, kafasına torbayı geçirip havasız bırakmışlar. Son anda, “Boğuluyorum, çıkarın bunu kafamdan!diye bağırabilmiş, can havliyle, “klostrofobim var!” bile diyebilmiş.

Yani parmakları ve kafası kesilmemiş, canlıyken bedeni parçalanarak öldürülmemiş. Peki bütün dünyaya bu bilgi yayılmadı mı, “Türk yetkili” tarafından? Herkes bunun devletin en üst düzeyinden onaysız yayılamayacağını bilmez mi? E şimdi büyük rezalet doğmayacak mı bundan? Öyleyse neden doğmuyor?

Çünkü anladığımız, iktidarın bu işteki taktiğinin sadece “gıdım gıdım”dan ibaret olmayıp aynı zamanda çift yüzlü olduğu. Gazeteci kılığına soktukları sahtekâr yaygaracıları vasıtasıyla içeriye o kesmeli, parçalamalı korku öyküsünü sokuştururken, dışarıya sansasyonelliğinden çok sağlamlığına bakarak bilgi vermişler. Yani bize: canlı canlı doğradılar - dışarıya: Boğdular.

Zaten eğer CIA başkanı veya Almanya gizli servisinden birilerine dinlettiğin ses kaydından adamın boğularak öldürüldüğü anlaşılıyorsa, aynı anda aynı insanlara maktûlün parmaklarının ve kafasının nasıl kesildiğini anlatamazsın -ballandırarak, bize yaptığın gibi! Almanya Federal İstihbarat Servisi (Bundes Nachrichten Dienst, BND) şefinin, dinledikten sonra, kaydın “çok ikna edici” olduğunu söylediği ileri sürüldü. ABD basınında. CIA Başkanı henüz doğrulamadı kaydı dinlediğini ama aksi ihtimal çok zayıf.

Nihayet İstanbul’dan başsavcılık aracılığıyla parçalamalı korku öyküsüne ihtiyaç kalmadığı, “boğuldu, cesedi parçalanıp; yok edildi”nin resmî bilgi sayılacağı ilan edildi. Bu, inandırıcılık kaybına yol açmış mıdır? Oynanan oyunda galiba böyle sorulara yer yok. Hem bunun için inandırıcılığın önceki seviyesine dair veri lazım.

BİR GÖZÜKEN BİR KAYBOLAN 'TAPELER'

Yine de soralım ve ikinci konumuza geçelim: Ankara’nın bu cinayetin soruşturması konusunda samimi ve güvenilir kabul edildiği günler geçti mi? Üç gün önce Erdoğan, “daha ne yapalım” edâsıyla, Ankara’nın elindeki ses kaydının ilgili görülen bütün devletlere iletildiğini açıkladı: “Biz tapeleri verdik, Suudi Arabistan'a da verdik, Amerika'ya da verdik, Almanlara, Fransızlara, İngilizlere, hepsine verdik. Buradaki konuşmaları filan onlar da dinlediler, biliyorlar. Bunu sağa sola çarpıtmaya gerek yok.

Burada ilkin, üzerinde bütün devletlerin anlaşmış gözüktüğü uluslararası diplomasi kurallarıyla, bundan böyle geçerli sayılacak teamüllerin birbirinden ayrışmakta olduğunun ispatı var. Minare kurala göre yapılsın, çalınması ve kılıf uydurulması teamül olsun. Çünkü söz konusu kayıtların nasıl elde edildiği açık: Ankara Suudi Başkonsolosluğu’nu dinlemiş olmalı. Bu, geçerli -olduğu varsayılan- uluslararası sözleşmelere aykırı. Zaten bu yüzden bunların varlığından söz ediliyor ama ortaya çıkarılmıyorlardı. Çünkü uluslararası hukuk kavramının yeniden sözlüklere girdiği bir dönemde Ankara bu dinleme yüzünden suçlanabilir.

Öte yandan, hemen bütün ele gelir devletlerin, kendi ülkelerindeki yabancı temsilciliklerden gerekli gördüklerini dinledikleri hep söylenir. Washington’daki meslektaşımız Cansu Çamlıbel’in kayıtlar hakkında konuştuğu, çoğu Batılı altı diplomat, “Zaten herkes herkesi dinliyor,demişti. Ancak başka nedenlerle doğan restleşmeler dışında kimse bunu açık etmez. Bu defa, anlaşılan, korkunç cinayetin yarattığı infiali fırsat kılarak, “tapelerin” kaynağı sorgulanmayacak. Ankara’dan birtakım aklıevvellerin bulup buluşturduğu, propaganda aygıtının da saçma sapan ayrıntılarla beceriksizce bezemeye çabaladığı “akıllı saat teorisi” ortaya atıldığı anda çöktü. Biz bile isteye aptallığı seçmiş olabiliriz, ama dünya kötü işte! Başkonsolosluğun bir şekilde dinlenmesiyle elde edildiği belli kayıtlar artık en güçlü delil konumunda.

Gelin görün ki, Kaşıkçı cinayeti soruşturmasına bir istikrar ve sükûnet ortamı sağlamaya bu da yetmiyor. Çünkü Fransa Dışişleri Bakanı çıkıp, “söz konusu tapelerin ellerinde olduğuna dair kendisinin bilgisi olmadığınısöylüyor! France 2 tv kanalında bakan bunu böyle söyleyince sunucu, “E, bundan Erdoğan’ın yalan söylediği sonucu mu çıkıyor?” diye soruyor haliyle. Jean-Yves Le Drian şöyle cevap veriyor: “Şu koşullar altında Erdoğan'ın siyasî bir oyun oynamaya çalıştığı anlamı çıkıyor.

Ve şu işe bakın ki, Fransa bizzat Erdoğan’ın “tapeleri verdik” diye sıraladığı devletler arasındayken, Hürriyet’in “Kaşıkçı’nın son sözleri” haberi şöyle başlıyor: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘ABD’ye, İngiltere’ye, Almanya’ya ve Suudi Arabistan’a verdik’ dediği, cinayetin ses kayıtları…” Niye Fransa yok? Hata mı, haber toparlanırken atlanmış mı? “Tesadüfün böylesi” başlıklı magazin haberlerinden biri mi var ortada? Kayıtlar niye Erdoğan’ın saydıklarından yalnız Fransa’ya verilmemiş olsun? Verildiyse Fransız bakan niye “verilmedi” desin?

Durun, bitmedi. Erdoğan’ın tapelerin verildiği devletler arasında saymadığı Kanada’nın başbakanı Justin Trudeau, “Türkiye'nin gönderdiği tapelerin Kanada istihbaratına ulaştığını” durup dururken niye açıklar? Kendisi kaydı dinlememiş Trudeau, ama Kanada’nın “tamamen bilgilendirilmiş” oluşundan memnun ve “Kaşıkçı meselesi karşısındaki kararlı tavrından” ötürü Erdoğan’a teşekkür etmiş.

Neyi neye yoracağımı şaşırdım, değerli okurlar. En azından bildiklerimi ve sorabildiklerimi sizinle paylaşayım dedim, belki hep beraber akıl yürütürüz.

Tüm yazılarını göster