Kanser tanıları neden arttı: Endüstriden biyolojiye uzanan perspektif

Tıp açısından bakıldığında hastalık yükündeki artış “olağan şüpheliler” sigara, alkol, kilo fazlası, hareketsiz yaşam ya da elde başka bir şey yoksa genetiktir. Ama beri yandan ülkemizde son 20 yılda ortaya çıkan bu yeni durumun açıklaması bambaşka da olabilir. Zira hastalığın geçmişine baktığınızda aslında insan hatası bir süreç gözlemlenir. Bu sürecin en önemli bileşeni ise tarımın kimyasallaşması, aslında kullanılmaması gereken kimyasal bileşiklerin tarımsal faaliyet alanına aktarılmasıdır.

Abone ol

Yavuz Dizdar*

Kanser vakalarında son on yılda bir artış olduğunu kimse yadsımıyor. Ancak mesele bu artışın nedeninin açıklanmasına geldiğinde sadece bilimsel bilgilerin irdelenmesi yetmiyor, günlük yaşamdaki değişimin de hesaba katılması gerekiyor. Bu yazının esas konusu en azından bir tek molekül üzerinden durumun vahametini açıklamaya çalışmak olacak. Ama öncelikli tartışma konulan “kanser” tanılarının gerçeği yansıtıp yansıtmadığı olmalıdır.

Kanser aslında bir ucunda “tümör” olarak adlandırılan kitleler, diğer ucunda ise hastanın iştahsızlık, kilo kaybı ve halsizlikle metabolizmanın bütünüyle etkilendiği geniş yelpazede değişen hastalık grubudur. Bu ayrıma gitmek neden önemlidir? Çünkü bir kişide bir tümörün ortaya çıkması ve bunun patolojik örnekleme ile kanser tanısı alması ile diğer uçtaki metabolizmayı da etkileyen tablo aynı şey değildir. Doku örneklerinde patologların “habis” (malign) tanısını vermeleri hatalı değildir, ancak tanının tümör mü yoksa kanser hastalığı olarak mı değerlendirileceği hastayı gören klinisyenlerin işidir. Nitekim patologlar mutlaka hasta hakkında detaylı bilgi isterler, ama cerrahlar genellikle doku örneklerini göndermekle yetindiklerinden bu klinik tanı açısından bir şey ifade etmez, ama patologlar mikroskop altında gördüklerini doğru söylerler. Bu durum esas hasta için ciddi bir sorundur; doktorlar patoloji raporlarını değişmez kanun olarak dikkate aldıklarından, hastalık tablosu göstermeyen tümörlü kişiler de kanser hastası olarak değerlendirilir. Nitekim tedavi şemaları genellikle aynıdır ve bu durum gereksiz aşırı tedavi ile sonuçlanır.

Ama işin bu hale gelmesine katkıda bulunan bir başka neden daha vardır, o da bir şey saptanacağına dair beklentisi yüksek olan erken tanı amaçlı tarama kampanyalarıdır. Toplum her ne kadar taramanın sağlık öncelikli yapıldığını düşünse de, erken tanıya yönelik taramalar tamamen ekonomik nedenlerle yapılır. Burada amaç erken tanı konan kişiye çok daha fazla harcamaya neden olarak daha ileri evrelerden önce erişmektir. Ama bugün geldiği noktada taramalar kampanyaya dönüşürken, tanı konan vakalar da illaki bir gerekçeyle neredeyse bütün tedaviyi alırlar. Tam da bu nedenle tarama, erken tanı ve bunun gerekliliği algısı kanser endüstrisinin artık ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Kanser tanısı almış ve tedavi görmüş kişiler ise “survivor” (sağkalan) olarak süslenen ayrı bir kategoriye alınır. Özetle, aslında hasta olmayan küçük tümörlü kişiler saptanıp, bunlara eldeki tüm seçenekler bir şekilde uygulanıp, ardından da başarı algısıyla toplum yeni sanal gerçekliğine oturtulur. Bu arada hiç gerekmeyen girişimlerin komplikasyonları nedeniyle sağlığını ya da hayatını kaybedenlerin de “zaten kanserdi” nitelendirmesiyle açıklanmaları son derece makuldür.

BİR TEK ENDÜSTRİYEL DEĞİŞİMİN BİYOLOJİK SONUÇLARI BİLE İNANILMAZDIR

Bu yukarında anlattıklarımız kanser algısının nasıl değiştirilebileceğini anlatır. Tıp açısından bakıldığında hastalık yükündeki artış “olağan şüpheliler” sigara, alkol, kilo fazlası, hareketsiz yaşam ya da elde başka bir şey yoksa genetiktir. Ama beri yandan ülkemizde son yirmi yılda ortaya çıkan bu yeni durumun açıklaması bambaşka da olabilir. Zira hastalığın geçmişine baktığınızda aslında insan hatası bir süreç gözlemlenir. Bu sürecin en önemli bileşeni ise tarımın kimyasallaşması, aslında kullanılmaması gereken kimyasal bileşiklerin tarımsal faaliyet alanına aktarılmasıdır. Bunun hâlâ uygulamada olan örneklerinden birini metionin denen amino asit üzerinden çok geniş kapsamlı olarak verebiliriz. Metionin yapısında kükürt içeren ve insanda yapılamayan, yani esansiyel bir amino asittir. Bunun için bizim temel kaynaklarımız ise süt ve süt ürünleri, kaliteli et ve yumurta ile sınırlıdır. Metioninin bir değil, birkaç çok önemli işlevi var. (1) Yeni yapılan bütün proteinlerde başlangıç aşamasında, sonradan kırpılıp çıkarılsa bile metionin başlangıç harfini oluşturuyor. (2) DNA’nın hangi bölümünün aktif halde tutulacağı bilgisi için gereken metil grupları da bu aminoasidin varlığını gerektirmektedir. Yani genin sessizleştirilmesi için gereken metil aktarımlarının tek ve evrensel kaynağı da metionin. (3) Bir diğer önemli işlevi bütün indirgenme-yükseltgenme reaksiyonlarında ana havuzu oluşturan glutatyonun oluşumudur. Glutatyon bağışıklık sisteminin merkezi molekülüdür. (4) Ve nihayetinde vücudun sağlamlaştırılmasında sadece protein örgü yeterli değil, bunların kükürt-kükürt bağlarıyla birbirine tutturulması gerekir. Bu anlatılan nedenler metionin adlı kükürtlü amino asidi çok önemli hale getirir.

Şekil. Metionin (solda) ve hidroksi analoğu: Analog protein zincirinin uzamasını sağlayan amin grubundan yoksundur.

Metioninin bu kadar önemli olduğunu elbette başta beyaz et üreticileri olmak üzere hayvansal gıda üretim endüstrisi de bilir, ama kaynak kısıtlıdır. Alternatif olarak daha ucuz hangi bileşikten faydalanırız diye baktıklarında 1950’lerde bunun “hidroksi analoğu” denen bir formunun yeme eklenmesinin işi kurtarabileceği bulunur. Bileşik patentlenir, ama işin hoş yanı patent petrol şirketine ait görünmektedir. Hidroksi analoğu bu nedenle bütün hayvansal yemlerin ayrılmaz parçası haline geldiğinde, aslında işkembe bakterilerinin becerisi olan metionin sentez aşaması bu bileşikle atlanır hale gelir. Sonuç çok daha fazla miktarda üründür, ama içinde gerçek metionin artık çok kısıtlıdır.

Derken endüstri elde ettiği sütü aşırı basınç-sıcaklık işleminden geçirince raf ömrünün uzadığını da anlar, ama nedeni yanlış yorumlanır. Süt endüstrisi kutu süt ve homojenize yoğurt elde ederken bunların uzun raf ömrünü “çok iyi hijyen yaptık” olarak akla uydurur, gerçek neden ise metionin ve benzeri bileşiklerde bulunan kükürt eklerinin yeni termodinamik koşullar nedeniyle birbiriyle bileşmeleri, yani mevcutta olanlar da aşırı işlem nedeniyle bir daha kullanılamaz biçimde bağlanmalarıdır. Buna ekmekten gelen kaynakların azalması (mayalamanın terk edilmesi), soğan, sarımsak gibi diğer kaynakların yeterince alınmamasını, yoğurt ve ayran gibi temel kaynakların da kullanılamaz kükürt içermesini de eklerseniz (bu ürünler bu nedenle ekşiyemezler) sadece metionin eksikliğinin bile sistemi ne kadar ciddi değiştirebileceği açıktır.

AŞIRI FİZİKSEL İŞLEMİN BİZİM ÜLKEMİZE ÖZEL SONUÇLARI

Bu değişim bizde özelleştirmelerin doğal sonucu olarak son yirmi yıl içinde gerçekleşir. Süt, özellikle yoğurt, beyaz et, işlenmiş et ürünleri ve elbette ekmek de değişimden payını alır. O zaman bu hatanın ana korunma kaynağı yoğurt olan Türkiye için toplum sağlığı açısından sonuçları açıktır: (1) DNA’dan protein sentezi şaşırır, hidroksi metionin sentezi başlatsa da diğer işlevlere katılamaz. (2) Yoğun kükürt içeren dokular bozulur, yani saçlar zayıflar, tırnaklar kırılgan hale gelir. (3) Protein arası bağlar sağlamlaşamadığından omurga ya da karın duvarı fıtıkları artar. (4) Bağışıklık havuzu doldurulamadığından enfeksiyonlara açık hale gelmeniz kolaylaşır. (5) Doku bütünlüğü bozulacağından hücrelerin kontrolü kalkar, kanser hücresine benzer bir fenotip kazanırlar.

TIBBIN TANIMSIZLIK DÖNEMİ

Ama işin bir de sağlık ve tıp felsefesi boyutu vardır. Biz sağlık ve hastalık halini bundan neredeyse elli yıl önce olan yaşam koşullarına göre tanımlarız. Yani sütün süt, yumurtanın yumurta, ekmeğin ekmek vb. olduğu döneme göre bugün hemen her şey kimyasallaşmış durumda elbette vücudun kompozisyonu da değişecektir. Yeni durum yaşamak için hâlâ elverişli olsa da, bu kompozisyondan ortaya çıkan hastalıklar değişir, seyirleri de bambaşka bir hal alır. Esas açmaz buradadır, tıp günlük yaşam kaynaklarındaki değişimi hesaba katmadığı için saptanan durumların da gerçekten hastalık olmadığını bilemeyecektir.

Dokulardaki hücrelerin kontrolü o hücrenin kendisi tarafından değil, dokunun çatısı ve arayı dolduran bileşiklerce sağlanır. Oysa siz bu dokudan patolojik örnekleme yaptığınızda yine aynı şeyi görüsünüz, yani eski kanser örneklerine göre fark yoktur, ama klinik seyir tamamen farklıdır. Siz bunları bilinen yöntemlerle tedavi etmeye kalkarsınız, kişinin beslenmesi değişmediğinden ya tedavinin yan etkileri çok ağır biçimde yaşanır ya da beklenen sonucu alamazsınız. Üstelik bunun gerçekten kanser özelliği gösterip göstermediğini de bilemeyeceğinizden artık “tıbbın tanımsızlık dönemi” yaşanmaya başlanır. Bu durumu en iyi hastalar gözlemler, ama yaşadıkları süreci dinleyen yoktur. İşte bu nedenle “kaçan kurtuluyor” deyimi sık sık yaşanır olur.

*Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi