Kadınlar hep vardı!

‘Kadınlar hep vardı’ acaba farkında mıyız? Bu sorgulamayı uzun süredir yapmaktayım.

Abone ol

DUVAR - Bir erkek olarak bayağı bir yolumuzun olduğunu söylemeliyim. Erkeklerin kadınlarla ilgili davranışlarının, tutumlarının, yani kısacası erkeklik hallerinin sorgulamasını yapmak elzem diye düşünüyorum. Tarihe dönüp bakıldığında, kadınlar bin bir türlü mücadelenin içinde olmalarına rağmen seslerinin duyulması engellenmiş, bastırılmış. Erkeklik hegemonyası üzerinden kadın çoğunlukla ikincil bir yere itilmiş.

Tarih boyunca ürettikleri, yazdıkları, katkıları görmezden gelinmiş. Erkeklerin mücadelesi, kendi başarıları, hataları, dönüşümleri ve hatıratları her alana nüfuz ederek, sanki tek bir gerçeklikmiş gibi algılanmış. Çoğumuzun hayatında bu içselleştirilmiş durum nedeniyle kadınlar konumlarını erkeklere göre ayarlamak zorunda kalıyorlar. Mesela tarihten kadın yazar, filozof, düşünür gibi kadınların isimlerini sorguladığımda, her erkek gibi cevap vermekte zorlanıyorum.

Zihinlere kazınan ise tam tersi düşünceler; güzellik, dedikodular, erkeklerle olan aşk ilişkileri, entrikalar vb olaylar üzerinden kadını okumak ve haksızca stigmatize etmek denebilir. Erkek dünyası üzerinden algılanan kadınların konumu tam da böyle bir anlayış. Bunların tümü bize dikte ettirilen, kadınların özne olmasını engelleyen, nesneleştiren düşünce biçimleri, kalıpları. Hala da toplumda bu anlayışın güçlü bir şekilde var olduğunu görebiliyoruz.

Fakat uzun yıllardır kadınlar eril tahakküme karşı mücadelelerini bıkıp usanmadan sürdürüyorlar. Gözlemlediğim kadarıyla, bu mücadelede başarılı olduklarını da söylemek gerekiyor. Silikleştirilen kadın figürlerinin gün yüzüne çıkması, çıkarılması onların fedakarca ve cesurca yaptıkları çabaların bir ürünüdür demek sanırım yanlış olmayacaktır. İşte tam da burada, 8 Mart Dünya Kadınlar Gününün anlamı daha da büyük önem kazanıyor.

Günümüzde dünyada yaşanan otoriter, totaliter anlayışlar kadınların bu mücadelesini engellemeye, haklarını budamaya çalışıyor. Fakat kadınlar her yerde, her şartta var olduklarını, var olacaklarını ısrarlar söylüyor ve ifade ediyorlar. Geçen aylarda dünyada yüzlerce kentte yapılan kadın yürüyüşler de bunun net bir göstergesi olsa gerek. Bu nedenle, 8 Mart geçmiş senelere göre kadınlar ve ilintili oldukları toplum için daha da önem kazanıyor. Kadınların hatta trans kadınların mücadelesi, emeklerinin, çabalarının toplumda algılanması açısından kıymetli bir yol gösteriyor.

KADINLARIN MÜCADELESİ HER YERDE

Kadınların verdiği mücadele biçimleri sadece sokaklarda değil, yaşamın her alanında kendini var ediyor. Eğer görülmek istenirse, sanatta, sinemada, kitaplarda, konferanslarda, hatta iş

.

yaşamında da bu değişim talebi hemen fark ediliyor. Çok değerli yapıtlar kadınların muğlaklaştırılan yaşamlarını görmemizi sağlıyor. Bu çalışmalardan ‘Kadınlar Hep Vardı: Türkiye Solundan Kadın Portreleri’ adlı kitabı ayrı bir yere koymalıyız.

Dipnot Yayınları tarafından yayımlanan, Feryal Saygılıgil’in derlediği bu kitap, tarihte kadınların var olduğunu bizlere göstererek tabuları yıkıyor. Kitapta on iki dirayetli kadının detaylı biyografileri yer alıyor.

Bu portreleri alanında önemli işler yapmış ve yapmakta olan on dört kadın destek vermiş. Kim bu kadınlar ve bu portreleri kimler yazmış? Mari Beyleryan’ı Kayuş Çalıkman Gavrilof, Zabel Yesayan’ı Melike Koçak, Athina Gaitano-Gianniou’yu Anna Vakali ve Nacide Berber, Yaşar Nezihe’yi Hazal Halavut, Sabiha Zekeriya Sertel’i Aynur Soydan Erdemir, Suat Derviş’i Feryal Saygılıgil, Fatma Nudiye Yalçı’yı Canan Özcan, Zehra Kosova’yı Sevda Karaca, Sevim Belli’yi Esen Özdemir, Sevgi Soysal’ı Narin Bağdatlı, Leyla Erbil’i Beyhan Uygun-Aytemiz ve ürün Şen-Sönmez, Şirin Cemgil’i Necla Akgökçe titizlikle yazmışlar. Ve tarihte mücadeleleri erkeler tarafından, hatta sol cenahın içindeki erkeklerden tarafından bile silikleştirilmiş on iki kadının yaşam öyküsünü okuyoruz.

On iki kadının her biri kendi yaşamında büyük mücadeleler vererek bir alan yaratmış ve kendilerini kabul ettirmişler. İddialı bir söylem olsa da, çoğunluğumuz bu kadınların isimlerini ve yaşadıklarını pek de bilmiyoruz. Tarih genelde erkekler üzerinden okunduğu ve yazıldığı için, bu kadınların mücadelesi hep arka planda kalmış, ürettikleri ‘şey’ler sınırlı sayıda insana ulaşmış. Fakat kitap bu kadınları anlamak, bilmek adına çok önemli açılımlar sunuyor okuyucuya.

HİÇ BİLMEDİĞİMİZ KADINLARIN İLHAM VERİCİ ÖYKÜLERİ

Öyle yaşam mücadeleleri, gayeleri var ki, okuyunca ‘gerçekten böyleymiş’ mi dedirtiyor. Kendimi de bu işin içine katarak, hayretle okuduğum kadınlar ve hikayeleri oldu. Hiç bilmediğim, adını bile duymadığım kadınların mücadeleleri beni hem şaşırttı hem de utandırdı. Bu sebeple, ‘Kadınlar Hep Vardı’yı göremediğimiz için biraz da kendimizde suçu bulmalıyız diye düşünmeme yol açtı. Yaşamlarının içine girerek hiç bilmeyen yönlerinin olduğu ortaya çıkmaya başladı.

Adeta yeniden keşif yapmak gibi tanımlayabilirim. Hem kadın mücadelesine hem de Osmanlı-Türkiye siyasi ve edebiyat tarihine yaptıkları katkıyı görünce şaşırdım. Bu kadınların aynı zamanda ortak noktası sol siyasi tarihi içinde mücadele etmeleri (erkek yoldaşlarına karşı da bir mücadele denebilir); yoksulluğa, yoksunluğa, sermayeye ve iktidara karşı çıkmaları, kadınların haklarına, eğitime önem vermeleri olarak okuyabiliriz.

Hatta ‘Türk’ solundaki erkeklerin kadınlar hususunda nasıl patriyarkal bir anlayışa sahip olduklarının da bir tezahürü diyebiliriz. Erkeklere eklemlenerek ya da erkek üzerinde kendini var ederek değil, kendi kişilikleri ve çabaları sonucu topluma kabul ettirmiş kadınlar bunlar.

Leyla Erbil

On iki kadının hepsini bir yazıda anlatmak neredeyse imkansız. Muhtemelen sayfalar yetmeyecektir. Her biri kendi içinde büyük değer, anlam. Kitabı okuyacak olanların dikkatini hemen Sevgi Soysal ve Leyla Erbil çekecektir diye düşünüyorum. Onlar diğer kadınlara göre daha ‘popüler’ belki de. Fakat bu bilinen isimlerin yanında adı duyulmamış ya da sadece bazı kesimlerin bildiği isimler de var.

KİTAPTAN DÖRT ÖYKÜ

Hepsi birbirinden kıymetli, mücadeleleri ayakta alkışlanacak kadınlar. İçlerinden hikayelerini az veya hiç bilinmeyen kadınlarından dördünü anlatmak istiyorum.

Bu bağlamda Hazal Halavut tarafından yazılan, hikayesini en ilginç bulduğum kadınlardan biri olan şair Yaşar Nezihe’den söz etmek uygun olacaktır. Aslında on iki kadın içinde hikayesi en farklı olanı da denebilir. Çünkü Yaşar Nezihe yoksul bir ailede büyüyerek, ekonomik ve kültürel olarak sınırları ‘ihlal’ etmiş bir kadın. İmkansızlıklarla boğuşarak şiirler yazmış, dönemin yoksulluğunu şiirleriyle anlatmaya çalışmış.

İlkokulu bile sadece üç ay okuyabilmiş, ilk şiirleri 14 yaşındayken yayımlanmış. Geçimini dikiş dikerek, nakış işleyerek geçirmiş olan Yaşar Nezihe, arkasında toplumsal olaylara değinen birçok şiir bırakmış. Kendisiyle ilgili çok az kaynak olması da ayrı bir problem. Yaşar Nezihe de 1895 yılında ‘Hanımlara Mahsus Gazete’de birçok şiiri çıkmış. Yoksulluğu anlattığı şiirlerinin yanında, erkeklerin şiddetini, baskısını ve zulmünü de anlatmış. Kanaatimce, inanılmaz bir mücadelenin ve yaşamın yansımasıdır Yaşar Nezihe. 1913 yıllarında yaşanan savaşlar ve ulusal uyanışın şahlanmaya başladığı dönemlerde de, milliyetçi propagandif şiirler de yazmış.

Fakat o dönemin şartlarını da göz ardı etmek lazım. Birinci Dünya savaşı sonrasında yoksulluk ve yoksunluk anlatısını kuvvetlendirmiş, fakat bu yaklaşımı genel çevrelerce göz ardı edilmiş. Aydınlık dergisinde dört şiiri yayımlanmış Nezihe’nin. Bu şiirlerde fabrika işçileri, mesai saati, kuru ekmek için çalışıp duran insanların yaşamlarını şiirlerine taşımış, Anadolu’nun emekçi kadınlarını anlatarak şehirli kadınların da onlar gibi çalışmalarının gerekliliği üzerine değinmiş. Bunun yanında, “şehirli kadınların gündüz çalışmaları ve para kazanmaları şarttır ki ‘sonra akşam olup da evlerine avdet ettiler mi aile reislerinin huzurunda birer sığıntı gibi değil, kendi semere-i gayretlerini in’itaf eden birer hak sahibi vekarıyla’ bulabilsinler” diye yazmış.

İşçilerin davasını sahiplenmiş, patronlara kafa tutmuş ve bunun sonucunda yaşanan yoksulluğa değinmiş şiirlerinde. Yaşar Nezihe’nin bilinmesini sağlayan da 1 Mayıs şiiridir. Türkçede 1 Mayıs için yazılmış ilk şiir olması ve edebi, tarihi ve siyasal/kültürel olarak büyük öneme sahip olduğunu kitaptan öğreniyoruz.

Bu şiiri anlamak için şu satırlara kulak vermek faydalı olacaktır: “Emeğin, artı değerin, sınıf kininin, iş bırakmanın, örgütlenmenin gücünün, mücadele davetiyle ustalıkla bir araya getirildiği 1 Mayıs şiiri Yaşar Nezihe’nin hem düşünsel hem de edebi yolculuğunun kat ettiği aşamaların bir göstergesidir”. Cumhuriyetin kuruluşunun ardından Yaşar Nezihe sesi soluğu çıkmaz olmuş, kendisiyle ilgili bilgiler çok sınırlı kalmış. Böyle bir yaşam mücadelesinde Yaşar Nezihe pırıl pırıl parlarken, bizler de kendi yaşamlarımıza bakıp onun toplumsal direnişinden pek çok şey öğrenmeliyiz diye düşünüyorum.

Diğer bir kadın Kayuş Çalıkman Gavrilof’un yazdığı Mari Beyleryan’ın portresi. 1915 yılı ve sonrasında tarihimizde silikleştirilen, sanki hiç var olmamışlar gibi davranılan Ermeni halkı, aslında bu topluma birçok değer kazandırmıştır. Fakat sesleri uzun bir süre duyulmamış, duyurulması da istenmemiştir müesses nizamdan dolayı. Mari Beyleryan’ın hem Ermeni hem de kadın olmasından dolayı yaşamdaki konumu tamamen arka planda kalmış, unutulup gitmiştir. Çok yönlü bir kadın olan Mari Beyleryan, döneminin ilerisinde kadın özgürlüğünün savunuculuğunu yapmış, sosyalizmin etkisiyle devrimci görüşleri benimsemiş.

Bu devrimciliğini de Batı Ermenistan’ın özgürleşmesi üzerine adamış bir kadın olmuş. Diğer Ermeni feministler kadar şansa sahip olmayan Berleyan’ın ismi yıllarca tozlu arşivlerde kalmış, unutulup gitmiş. Bu devrimci görüşlerini Hınçak Partisi’nde savunmak istemiş fakat yaşının küçük olması sebebiyle partiye alınmamış. Beyleryan’ı gazete muhabiri olarak almalarına rağmen bu işi de beceremeyeceğini düşünmüşler.

Ama o dirençli bir kadın olduğu için gazete muhabirliğini de en iyi şekilde yaparak, kendini partiye kabul ettirebilmiş bir kadın aynı zamanda. Muhalifliği nedeniyle kaçak bir yaşam sürmüş Beyleryan, 1902 yılında ARDEMİS adlı Ermeni dergisinde yazmaya başlamış. Hatta bu dergi için ‘Kadın sorunlarına eğilmiş ilk Ermeni gazetesi’ olarak bahsedilmiş. Onu biraz tanımak adına, ARDEMİS’den için şu alıntıyı yapmak gerekir. “ARDEMİS bugün taşrada yaşamını sürdüren kadınlarımızın keder dolu hayatıyla yakından ilgilenecektir, önyargılarla uyuşturulmuş ruhunu, cehalet nedeniyle uyuyakalmış beynini uyandırmaya çalışacaktır” diye yazmış.

Çünkü o dönemde Anadolu’da Ermeni kadınların yoksulluğu, zor şartları, baskılar ve zulüm ile pek ilgilenilmediği için o sürekli yaşanan bu sıkıntıları dile getirmeye çalışmış ve mücadelesini vermiş. Bu derginin sesi Kafkaslardan Avrupa’ya kadar duyulmaya başlamış. Beyleryan kadınların kurtuluşunun eğitimden geçtiğini görmüş. Feminist anlayış yerine kadını annelik üzerinden yücelten bir anlayışı savunmuş.

Bunu aslında dönemin baskı ve zulümlerine karşı Ermeni toplumunun güçlenmesi için yaptığını düşünüyorum. Yani biraz da dönemim şartları onu bu anlayışa doğru götürmüş. Bu sebeple feminizmi tek kurtarıcı olarak görmemiş. Hüzünlü kısmı ise, yıllarca kaçak bir şekilde yaşadıktan sonra İstanbul’a dönmüş ama ardından 1915 Ermeni Soykırımı (Tehcir) ile karşılaşmış. Sonrasında da bu büyük felaketin kurbanı olmuş. Fakat geriye Ermeni kadınları için yaptığı mücadelenin izlerini bırakmış ve bu on iki kadın arasına önemli bir değer olarak girmiş.

Mari Beyleryan’dan sonra, Sevda Karaca tarafından yazılan kadın Zehra Kosava’dan bahsetmek anlamlı olacaktır. Kosava’nın hayat hikayesini okudukça ondaki mücadele azmine hayran kalmamak elde değil. Yaşamında birçok badireler atlatan bu kadın, günümüz kadınları için çok kıymetli açılımlar getiriyor. Müthiş dirayetli ve davasına inanan bir kadın ve tütün işçisi Zehra Kosova.

Sosyalist hareketin içinde uzun yıllar kalarak, mücadelenin, dayanışmanın sembolü haline gelmiş. Sadece bu özelliklerinin yanında müthiş bir örgütçülüğü de var. Her çalıştığı fabrikada yılmadan emekçi kadınları, işçileri hakları için örgütlemiş, sonuna kadar da davasını sürdürmüş biri O. Anne olmasına rağmen mücadelesini hiç bırakmamış, hapse girmiş, işkenceler görmüş, yoksul kalmış ama hiçbir zaman iktidara boyun eğmemiş, onuruyla dimdik ayakta kalmış.

O daha erkek egemen sol düşüncenin içinde, kimsenin ismi ile ya da eşi, annesi, kızı veya akrabası olarak anılmamış, geldiği noktayı bin bir emekle kendi başına inşa etmiş. Zehra Kosova’nın yaşam hiakyesini okuyunca daha fazla saygı duyuyor insan. TKP’nin sosyalist mücadelesine sonuna kadar inanmış, 1944 ve 1951 Tevfikatındaki tutumu, yaşamının son dakikasına kadar görüşlerinden vazgeçmemiş bir kadının portresi aslında. Aynı zamanda anneliğini de bir taraftan sürdürebilmesi ayakta alkışlanacak bir durum. Bu kadının yaşam hikayesi sizi sarmalayacak, güven duygunuzu pekiştirecek, geleceğe daha umutla bakacaksınız diye düşünüyorum.

Son olarak bahsedeceğim diğer bir kadın Anna Vakali ve Nacide Berber tarafından yazılan, Athina Gaitanou-Gianniou olacak. Hem İstanbul hem de Atina’da yaşamış olan Athina Gaitanou-Gianniou erken yaşlarda Bakırköy Kız Okulunun müdürü olmuş. Genç yaşına rağmen okulda eğitim ile ilgili reformlara imza atmış. Mesela halk dilinin özgürlüğüne dair çalışmaları olmuş. O dönemlerde aydın ve feminist kadınların toplantılarında konuşulan dil, kadın hareketi, sanat ve müzik ile ilgili konularla haşır neşir olmuş, o havayı solumuş. İşte bu toplantılar sonucunda da feminist düşünceleri yeşermeye başlamış ve 1910 yılından sonra vermiş.

Bir alıntı ile devam etmek onu biraz anlamak için iyi bir ipucu olacaktır: “Biz kadınlar olarak bağımsız ve sorumluluk sahibi olmak istiyoruz. (…) Modelimiz;, özgürleşmiş, bağımsız yarının kadını olmalı. (…) Bu kadın, bugünün zayıf ve savunmasız kızları gibi evlenmeye zorlanmayacak. O, çalışacak ve erkekler gibi kendi parasını kazanacak (Avdi-Kalkani, s. 28).” Athina Gaitanou-Gianniou kadınlara özgürlük, bağımsızlık ve kendi iradelerine sahip çıkmasını isterken aynı zamanda onları pratik mücadeleye de çağırmış.

Ona göre, sosyal sistem iki eşitsiz bacak olan eğitimli, özgür erkek ve eğitimsiz, özgür olmayan kadın üzerine kurulu. Bu durumu karşı işçi kadınların örgütlenmesi gerektiğini de söylemiş. Ta o dönemler de bile, bu eşitsizliği görebilmiş, ifade edebilmiş ve bunun üzerine dirayetle gidebilmiş bir Rum kadın. Sosyalizmin kadınlar için özgürlük sağlayacağına yürekten inanmış olan Athina Gaitanou-Gianniou, kadınların doğal hakları olan eşitliği sosyalizmle sağlayacağını ifade etmiş. Ona bakınca, Osmanlı toprakları içerisinde birçok değerli, dirençli kadının var olduğunu ve bizlerin ise bunca yıldır onların mücadelelerinden mahrum bırakıldığımızı anlayabiliyor ve görebiliyoruz.

Evet, KADINLAR HEP VARDI, bizler görebildik mi, tartışılır. Herhalde yavaş yavaş görmeye başladık. Son zamanlarda bu portreler ortaya çıktıkça, mücadele ve dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu fark edebiliyoruz. Bu kadınların dirayetleri bugünün ve geleceğin kadınlarına büyük bir ilham ve kuvvet verecektir. Hatta daha da ileri giderek, erkekler için de önemli bir yol gösterici olacaktır. Bu kitabı okuduktan sonra, kadınların mücadelesine saygı duyulmasının ne kadar kıymetli olduğunu görebilmenin keyfiyle 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutlarım. Yaşasın özgürlük, yaşasın dayanışma, yaşasın 8 Mart…