İstanbul seçimi ve etik meselesi 1: Eşitsizlik neyse de maçı kirletmemek lazım

Son seçimlerde gerçekliğin artık iyice ayyuka çıkması, (gerekli yavaşlıkta tedrici ısıtılan suda kaynatılmaya tepkisiz kalan kurbağa misali) utanmazlığa alıştırılmış topluma hilenin normalmiş gibi sunulmasının bile mümkün olduğunu gösteriyor…

Abone ol

Bülent Bilmez*

Evet, bir metropolün seçimleri tüm dünyanın önünde giderek kendisini çok aşan boyutta ve nitelikte bir ‘dönüm noktası’na dönüştü veya dönüştürüldü ve sonuçta aktörler iki kutupta toplandı… Bunda en büyük payın AKP’ye ve özellikle reisi Erdoğan’a ait olduğunu artık herkes ifade ediyor: Uzun bir süredir sağ popülizmin en klişe taktiği olan kutuplaştırma üzerinden iktidarını pekiştirmede ‘usta’laşan Erdoğan, getirdiği başkanlık sisteminin dayattığı yüzde 50’yi aşma zorunluluğu aracılığıyla genelde çok aktörlü siyaset arenasını da böylece iki aktörlü bir maça dönüştürmeyi başardı.

Çoğulculuk yerine çoğunlukçuluğun hâkim olduğu mevcut küresel konjonktüre uygun olarak, demokrasi seçim sandığına indirgenirken, neoliberal anlayışıyla yürütülen satış kampanyalarına dönüşmüş seçimler ise kutuplaşma üzerinden artık iki takımın mücadele ettiği acımasız bir müsabaka gibi yaşanıyor memlekette…

Bu yazının konusu bazen bir boks maçı, bazen futbol maçı ruh haliyle yürütülen bu müsabakalar değil, bu konuda seçim öncesi ve sonrası analizlerde gündeme gelen etik bir mesele… Bu meseleyi dile getirmek için aklıma gelen metafor, maç yorumları/analizleri oluyor. Her şeye rağmen ikinci maça çıkmayı kabul eden muhalefetin durumu ise klasikleşmiş bir film olan Zafere Kaçış filmini hatırlatıyor…

ADALETSİZ/KİRLİ MAÇ VE ANALİZLERDE ETİK MESELESİ

Tüm spor müsabakalarında olduğu gibi, futbolda güç dengesi şart değildir. Hatta günümüzde büyük takımların (mesela ‘üç büyükler’in) kendilerininkiyle karşılaştırılamaz küçüklükte kapasiteye, bütçeye ve güce sahip takımlara karşı oynadıkları maçlar, adaletsizlik boyutu hiç sorgulanmadan oynanır ve yorumcular/analizler bu bariz eşitsiz durumu tamamen kabullenerek konuşur: Eşitsizlik inkâr edilmez veya görmezlikten gelinmez, ama adeta doğanın kanunu olarak kabul edilir. Nihayet ‘bir elin beş parmağının ile eşit olmadığı’ düzeyinde banal bir söylemle bu durum bazıları tarafından savunulabilir de… Futbolun ‘özü’nde bulunduğu iddia edilebilecek bu ‘aşırı liberal’ doğa kanunu kadar, futbolu hâlâ insani ve doğal kılan, her şeye rağmen sonucun tahmin edilemeyeceği, daha doğrusu sürprizlerin her zaman geçerli olduğu gerçeği de bu durumun yeterince rahatsızlık yaratmamasında rol oynar. Sorun, varlığı zaten normalleşmiş güç dengesizliğinin niceliğiyle ilgili olarak ortaya çıkabilir sadece: Daha ligin başında şampiyon olması mümkün sadece bir veya iki takımın bulunduğu ligler ne kadar zevkle izlenir bilinmez! Gerçi öyle ligler de milyonlarca insan tarafından nasıl zevkle izlenebiliyor, ancak mesela şampiyonun çok önceden belli olabileceği gibi durumlarda, ilginin azalmaması veya bitmemesi için gönüllü puan kayıpları söylentileri de hiç eksik olmuyor… Nitekim neoliberal pazarda metalaşmış her şey gibi, günümüzde futbol da seyircinin manevi desteğinden çok maddi katkısıyla var olabiliyor ancak.

Savaş iyi veya kötü olabilir, ama ‘kirli’ savaş kategorik olarak kötüdür: “Eşitsizlik neyse de hile karıştırıp maçı kirletmemek lazım!”

Eşitsizliğin/dengesizliğin kabullenildiği paradigma içinde bile açıkça adaletsizlik, haksızlık veya kirlilik olarak görülen şeyler vardır: Hakemin açık taraftarlığı, maç öncesi veya sonrası oyuncuların fiziki veya psikolojik olarak oynayamaz hale getirilmesi, şike, vb.

Ancak maç öncesinde oyuncuların (mesela otobüslerinin, kulüplerinin veya şahıs olarak kendilerinin) saldırıya uğradığı, kalelerin, topun veya çizgilerin hileli olduğu, hakemin satın alındığı veya bir tarafın ellerinde silahla maça çıktığı gibi durumlar herhalde kimse tarafından açıkça kabullenilmez, savunulmaz veya görmezlikten gelinemez. Bunların olduğu bir durumda maçtan önce, maç esnasında ve özellikle sonrasında oturup hiçbir şey olmamış gibi ‘futbol’ yorumu yapmak; yok efendim ‘yanlış diziliş’, ‘kafayı öyle değil böyle vurma’, ‘duran toplardan medet umma’ veya ‘yanlış oyuncu oynatma’ gibi eleştiriler, ‘defansif veya ofansif veya kontratak oynanmalıydı’ gibi öneriler açıkça etik olmayan bir şeydir. Bunu yapacak futbolsever veya futbol analisti ve hatta futbol taraftarı açıkça utanmazlık yapıyordur. Dünyanın her yerinde böyledir sanırım.

Ancak yıllardır bu ülkede, seçimler söz konusu olduğunda bu etik kuralının geçerli olmadığını görüyoruz. Son seçimlerde gerçekliğin artık iyice ayyuka çıkması, (gerekli yavaşlıkta tedrici ısıtılan suda kaynatılmaya tepkisiz kalan kurbağa misali) utanmazlığa alıştırılmış topluma hilenin normalmiş gibi sunulmasının bile mümkün olduğunu gösteriyor…

23 HAZİRAN BAĞLAMINDA ETİK SORUNU

Türkiye’de son yıllarda (ittifaklar nedeniyle karma da solsa) iki takım arasında yapılan derbi maçlarına benzemeye başlayan seçimlerde söz konusu olan bariz dengesizlik, yani tarafların eşit koşullarda yarışamaması gerçeği, neredeyse herkesin bildiği, ama avantajlı olanların sorgulamadan kabullendiği, dezavantajlı tarafın ise şikâyet etse de kabul etmek zorunda kaldığı bir durum.

Ancak son zamanlarda bunları katbekat aşacak şekilde yaşanan seçim öncesi devlet eliyle saldırılar, kampanyalarda devletin olanaklarının açıkça ve ‘ezici’ şekilde kullanılması, sandık hileleri ve şimdi de seçim sonrası ayak oyunları ve dayatmalar aracılığıyla ortaya çıkan tüm adaletsizlikler, (sorgulanarak veya sorgulanmadan) sonuçta kabul edilmeye, neredeyse normalleşmeye başladı.

Açıkça insanların utanma duygusunun ortadan kalktığını gösterecek şekilde, bunu bir işbilirlik, beceri ve sonuçta başarı hikayesi olarak okumakta ısrarlı olan kazanan taraf, seçici algının keyfini çıkararak inkâr denizinde keyfine bakıyor. Kaybedenler ise bir yandan içten içe isyan ederken, aslında bu yaşananların, daha önce normalleşmesine katkıda bulundukları birinci aşamadaki dengesizlik/eşitsizlik ile ilişkisini bilmenin/hissetmenin mahcupluğuyla, yapılanları sonuçta sineye çekiyor.

Biraz da bugünün sorununu çözememenin çaresizliğiyle geleceğe kaçıyor…

Mevcut bataklıktan başka türlü çıkamayacağı inancı ve derin çaresizliğiyle, kendisine uzatılan küçük ve incecik umut çubuğuna bile, tüm etik meseleleri bir yana bırakarak, sıkı sıkı sarılıyor…

Yaşanan bunca haksızlıklar ve kanunsuzluklardan sonra yapılması gerekenin, kendileriyle alay edilmesi anlamına gelen ikinci/tekrar İstanbul belediye başkanlığı seçiminin boykot etmek olduğunu, aslında çok iyi biliyor. Ancak, vahşi rekabetin normal kabul edildiği neoliberal pazar koşullarıyla özdeşlemiş olan ‘siyaset pazarı’nda her türlü ahlaksızlığın toplum tarafından iyice kabullenildiğini, açıkça ortada duran etik dışı veya ilkesel olamayan tutumlara karşı çıkmanın toplumda karşılığının maalesef olmadığını bildiği için, boykot ciddi bir alternatif olarak gündeme bile getirilemiyor!

Rakibin etik dışılığı zaten kabul edilmiştir, ama şimdi topumun etikle pek ilişkisi kalmadığını bilmenin vakurluğuyla, ‘her şeye rağmen maça çıkıp, hakeme ve tüm eşitsiz koşullara rağmen maçı almak’ dışında bir şey düşünülmemektedir…

Oysa maç maç olmaktan, seçim seçim olmaktan, siyaset siyaset olmaktan, doğrusunu söylemek gerekirse toplum toplum olmaktan çıkmıştır çoktan… Üstelik herkes bunu aslında görüyor, biliyor veya hissediyor… Herkes maça odaklanmışken asıl konuşulması gerekenin bu çok derin ve kalıcı sorun olduğu ise görülmüyor veya görülmezden geliniyor… Belki herkes kendi takımının gücü elinde tuttuğu zamanlarda aynı şeyleri yapacağını bilmenin utanmaz kabulüyle bunu yapıyor…

Tüm bunlar olurken, en sinir edici şey ise birçoğu meslektaşımız veya arkadaşımız olan aydınların da seçim akşamı ve sonrasında en vulger futbol programları seviyesinde, tüm olan biten çirkinlikleri bir yana bırakıp adeta temiz/normal bir maç yorumu yapar gibi, ‘sonuç’la ilgili rakamlar konuşuyor, detaylı niceliksel analizler vs. yapıyor olmasıdır…

Elbette herkesin bu koşullarda her türlü yorumdan, analizden kaçınmasını önermek veya bu işe kalkışmasını bile etik dışı bulmak çok yanlış olur. Ancak seçimlerden önce veya sonra konuyla ilgili yapılan her yorumun/analizin başında ve sonunda, yapılan yarışın ne kadar haksız ve hatta utanılası bir şey olduğunun altını çizmek, önemli bir etik kural alabilir. Söze bu rezervle başlayıp, yine bu konuda net bir hatırlatmayla bitirmek gerekiyor… Yani işin bu boyutunun ısrarla belirletilmesi ve hatta bunun seçimlerin sonucundan daha önemli olduğunun altınının çizilmesi gerekiyor…

Ek olarak, sadece kendisine değil, her parti ve gruba karşı yapılan haksızlığa şimdiden açık ve net şekilde karşı çıkmasının muhalefetten beklendiğinin belirtilmesi gerekiyor… Zaten demokrasinin sandıkla özdeştirilerek daraltılması anlamına gelecek şekilde, herkesin odaklandığı neredeyse tek demokratik eylem olan seçimlerin, iktidara gelindiğinde daha adil ve etik şekilde yapılacağı vaadini/sözünü, kesinlikle muhalefetten de talep etmek gerekiyor.

*Prof. Dr. İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü/Berlin Humboldt Üniversitesi Tarih Bölümünde misafir öğretim görevlisi