İsmail Beşikci’ye cevap (2): Eleştirinin 'eleştirisinin' eleştirisi

Yazımız üzerine polemik yürütenler ne yazık ki yazının muhtevasından ve yönelttiğimiz soruları somut itirazları ile eleştirmekten ziyade “nasıl olur da Beşikci’yi eleştirirsiniz” tavrıyla meseleye yaklaşmıştır.

Abone ol

Yalçın Çakmak/İmran Gürtaş

İsmail Beşikci daha önce kaleme aldığı ilk yazısında Aleviliği “Rêya Heqîyê" olarak tanımlamıştı (1). Burada, Rıza Yıldırım eleştirisi çerçevesinde, derlemecisi olduğumuz Alevilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik (Tarih-İnanç-Kimlik-Ritüel) başlıklı kitabımızı da eleştiri konusu yaparak, çalışmamızı ve yazarlarını da “Aleviliği, devletin ihtiyaçları doğrultusunda İslam’a asimile etme” olarak lanse etmişti (2). İkinci yazısında ise ilk yazısına yönelttiğimiz eleştiriyi konu edinirken, Alevilik konusundaki genel düşüncelerinin bir tekrarını sunmaktan öteye, ne yazık ki ikna edici yeni bir argüman ileri sürmemiştir. Bu bakımdan özellikle çalışmamız hakkındaki yaklaşımlarına yönelttiğimiz eleştirilere değinmemesi de dikkat çekicidir.

Bunun temelsiz bir iddia olduğunu ve entelektüel dünyada bir kıymetinin olmadığını belirterek, Beşikci’ye bir kez daha eleştiriye verdiği önemin bir kısmını da özeleştiriye vermesi gerektiğini hatırlatma ihtiyacı duymaktayız. Bilim insanları bilimsel faaliyetlerini yürüttüklerinde apolitik varlıklara dönüşmezler ancak bilimsel faaliyetlerini de siyasetin ihtiyaçlarını karşılamak için yürütmezler. Bir önceki yazımızda, Aleviliğin bahsettiğimiz manadaki “senkretik” karakterine vurgu yapmamız bizi Kürt karşıtı yapmadığı gibi Türk milliyetçi anlatılarının yandaşı da yapamaz. Bilakis ve tam tersine Alevilik milliyetçi okumalara tabi tutularak anlaşılabilecek bir olgu değildir. Bu nedenle milliyetçiliği de siyasal bir düşünce olarak sosyal bilimlerde kullanıldığı anlamıyla ele aldığımızı ve herhangi bir değer atfetme çerçevesinde kullanmadığımızı“milliyetçisi bol bir ülkede” ifade etmek zorundayız.

Sayın Beşikci’nin, bir “Türk” olarak Türk akademisinde Türklüğün tüm imtiyazlarını reddetmesi ve son yüzyıl içerisindeki sayılı entelektüellerden biri olarak düşünsel üretimini takdirle karşılıyoruz. Fakat “resmi ideoloji” olarak formüle edilen Türk milliyetçi tarih yazımının bilimsel anlamdaki çıplaklığı/çarpıklığını ortaya koymaya yönelik gösterdiği entelektüel mesaisiyle beraber Türk düşünce ve siyasal tarihindeki önemini yürüttüğümüz bu tartışmanın özenle dışında tutmak istiyoruz. Çünkü kendisiyle yürüttüğümüz tartışmanın konusu ve amaçladığı bu değildir. Sayın Beşikci, şeksiz-şüphesiz bir şekilde Türkiye tarihi içinde çok değerli bir entelektüeldir (arzu edenler entelektüelin niteliğiyle ilgili ayrıntılı bilgi için Edward Said’in aynı isimli çalışmasına bakabilir). Fakat bu özelliği kaleme aldığı ya da ifade ettiklerinin sorgusuz sualsiz kabul edilmesi gerektiği anlamına gelmez. Bu nedenle entelektüelin bir niteliği olarak “iktidara doğruyu haykırması” nasıl ki olması gerekense, bizzat kendi yanlışları yüzüne söylendiğinde de bunu anlayışla karşılaması gerekir. Bu bakımdan Sayın Beşikci’nin bu olgunluğa sahip olduğunu düşünüyoruz. Ama durum ne yazık ki “kuru bir Beşikci savunusu yapanlar” açısından böyle değildir. Zira yazımızda Sayın Beşikci’ye yönelttiğimiz soruların “müstehzi” bir ifade iddiasıyla itham edilmesi kabul edilir gibi değildir. Beşikci’nin Türk akademi camiasında tarihe mal olduğu yerin öneminden kuşku duymadığımızı yazdığımız ilk eleştiride zaten dile getirmiştik. Bunu bir kez daha vurgulamamız, kendisini “tartışılmaz kılarak” düşünce müzesine yerleştirmek istemememiz ve “İsmail hoca” etrafında kendisi ve yazıp-tartıştıklarına rağmen kimi siyasi ve akademik çevrelerce örülen vesayetçi tutumları eleştirmemizden kaynaklanmaktadır.

Tabuları düşünce eylemiyle yıkan bir bilim insanı olarak bizzat kendisinin tabulaştırılmasının ne demek olduğunu en iyi İsmail Beşikci’nin bileceğini ve entelektüel dünyanın bu tarz hiyerarşik ilişkilere yabancı olduğunun bilinciyle yürüttüğümüz tartışmalarda sadece bilimsel argümanlara muhatap olduğumuzu ifade etmek isteriz. Düşün dünyasında tartışılmayan tek şey bizzat tartışmanın kendisidir. Aksi halde kendisi de Türk akademisinde emekli olmuş bir profesör olarak hayatına devam eder ve muhtemelen böyle bir tartışma da gündeme gelmemiş olurdu. Fakat ne yazık ki kendisine yönelik yazdığımız cevaba “İsmail hoca” savunusu etrafında bilimsel tartışmalarda hiç karşılaşılmayan ve bizim de hiç bir koşulda prim vermeyeceğimiz argüman fukarası, manipülatif ve “tehditkar” bir çok eleştirinin (daha doğrusu eleştirisizlik) muhatabı olduk. Bu eleştirileri kısaca özetlersek:

a) Öne sürdüğümüz fikirleri karşıt somut delillerle çürütmekten ziyade tamamen ideolojik bagaj ve angajmanlarla günümüzün kimlik algısıyla tarihe bir kılıf giydirmek

b) Sayın İsmail Beşikci’nin her türlü eleştiriden münezzeh olduğu ve kültürel sermayesi de düşünülerek tarafımıza yönelik doğrudan ve dolaylı ifadelerle küçümseme ve hakaretamiz ifadelere başvurulması. Hatta bu “eleştirisizliklerin” vahameti yazının okunmadan yorumlar yapılmasından da belli olmaktadır.

c) Bir önceki maddeyle ilişkili, yazımızın içeriğinden ziyade üslubumuzun eleştiri konusu yapılarak yazımızın içeriğinin görmezden gelinmesi ya da bu “yöntemsizlik” üzerinden yazının kendi tribünlerinde önemsizleştirilmesi.

d) Bizzat bizim yönelttiğimiz bir eleştiri olmasına rağmen aksine yine bizim “Aleviliğin Kemalist yorumunu evrenselleştirdiğimizin” iddia edilmesi.

e) Yapılan bilinçli manipülasyonlarla söylemediklerimizi söylemiş, söylediklerimizi de söylememişiz gibi davranılması. Garabet bu ya, bir yandan yazımızın okunup anlaşılmamasından, öte taraftan ise hiç okunmayıp tamamen art niyetli yaklaşılmasından ötürü bizzat kendimizin iddia ettikleriyle eleştirildiğimiz örnekler de oldu.

Muhreç akademisyenler imzasıyla Can Şeker ve Serdar Çagırga tarafından kaleme alınan yazının (3) birçok yönüyle bu eleştirilerin prototipi olduğunu söyleyebiliriz. Yazımızın akışı içerisinde, bilim kisvesi altında yürütülen ama içinde bilime dair herhangi bir şey olmayan bu yazıya da hak ettiği şekliyle yer vereceğimiz için bunu şimdilik bu bölümde kısa tutmayı gerekli görüyoruz. Dolayısıyla bu başlık altındaki eleştirilerimizin muhatabının Sayın Beşikci olduğunu özellikle ifade etmek isteriz. Tabi buna geçmeden önce bizim açımızdan önem teşkil eden kısa bir ayrıntıyı da bilhassa not düşmek isteriz. Yazımıza cevaben “İsmail Beşikci” imzasıyla kaleme alınan yazının üslup ve iyelik açısından kendi içerisinde bir tutarlılık taşımamadığı kanaatindeyiz. Bu bakımdan özellikle yazının belirli bir aşamadan sonra üslubunu değiştirdiğini ve bizzat Sayın Beşikci’nin kendinden “3. tekil şahıs” olarak bahsettiğini okuyucunun takdirine sunarız. Bu da ister istemez Sayın Beşikci’nin yazılarına müdahale edildiği ya da sonrasında bir takım eklemelerin yapıldığı intibasını oluşturmaktadır! Buna rağmen imzanın Sayın Beşikci adını taşımasından ötürü muhatap ve sorumluluğun kendisine ait olduğunu düşünerek cevap hakkımızı bu yönde kullanacağız.

ALEVİLİK, İSLAM VE ORTADOĞU DİN GELENEĞİ

Sayın Beşikci, bir önceki yazımızda da belirttiğimiz üzere, birçok inancın birbiriyle etkileşim içerisinde olduğuna dikkat çekerek, özellikle de Alevilik bağlamında, İslam öncesi bir takım inanç ve kılgıların söz konusu olduğunu yeniden hatırlatmak isteriz (4). Buradaki esas eleştirimiz Aleviliği kökçü bir anlatıyla İslam öncesine sabitlemeniz ve İslam ile birlikte meydana gelen değişim ve dönüşümü görmezden gelmenize yöneliktir. Aleviliğin de bir kurumsallaşma ve etkileşim sürecine tabi olmakla beraber, kendinden önceki veya sonraki birçok inanç-gelenekten etkilendiği ya da etkilediği gerçeğinin yazdığınız her iki yazıda da ıskalandığını düşünüyoruz. Alevilik içerisinde İslam öncesi ve İslama dair bir takım etkilerin söz konusu olmasında yadırganacak bir durum yoktur. Söz konusu etken Aleviliği tek başına Müslümanlık yapmadığı gibi İslam’ın etki alanı dışında bir Alevilik irdelemesinin de ne tarihsel ve teolojik ne de din sosyolojisi açısında anlamlı olabileceğini gösterir. Bunun yanı sıra Alevilikteki etnik öğeleri tekilleştirerek tek boyutlu bir Alevilik tarifi önerisi de Aleviliğin etnik heterojenliğiyle bağdaşmamaktadır. Aleviliği din olarak kabul eden birbirinden farklı etnik grupların Aleviliği etnik kültürleriyle bağdaştırarak kabul etmeleri, toplumsal gerçekliğin süreçsel ve diyalektik karakterinden kaynaklıdır. Bu yönüyle iç (etnolojik) ve dış (teolojik) olmak üzere çifte bir senkretizmden söz etmek mümkündür. Bu sadece Alevilik açısından göz önünde tutulması gereken bir olgu değildir. Dinlerin ortaya çıkış, gelişim ve kurumsallaşma süreçlerini karşılaştırmalı bir perspektif ile ele aldığımızda her tarihsel döneme özgün birbirinden faklı etnik, siyasal, hukuksal ve teolojik şekillenmelerle karşılaşmaktayız. Sizin önerdiğiniz yaklaşım sosyal olguların tarihsel gelişim süreçlerini ve diyalektik karakterini göz ardı etmektedir. Bir inancı sadece kökenine inerek ve indirgeyerek açıklama yaklaşımının, anakronik bir yaklaşım olarak kavramsal karşılığı fundamentalizme/köktenciliğe tekabül eder. Bürokratik anlamda güçlü kurumsal yapılanmalara sahip dinlerde bu tür köktenci yaklaşımlar ancak bir anlam krizi veya güncel toplumsal ihtiyaçlara yabancılaşmış din bürokrasisinin radikal bir eleştirisi çerçevesinde irdelenebilir. İslam ve Hristiyan fundamentalizmleri bu konuda zengin bir katalog sunmaktadır.

Özcülük yaklaşımını aynı gelenekten gelen semavi dinler için de pekala sorunsallaştırabiliriz. Ya da Şii perspektifiyle Sünni İslam’ı değerlendirdiğimizde, Sünniliğin özellikle de Emevi dönemi kurumsallaşması bağlamında Arap-İslam sentezli “heretik“ bir yapılanma olarak karşımıza çıktığı görülür. Böylece, Alevilere yöneltilen “sapkın” ve “rafızi” gibi nitelemeler şüphesiz ki Sünnilik için de ileri sürülebilir. Ancak ilk köken arayışları bir dini açıklamaz, sadece o dinin ortaya çıkışının ilk zamanları hakkında bilgi verir. Açıklayıcı olması açısında bu konuda İslam’ın üç evresini örnek sunabiliriz: Mekke zamanı, Medine zamanı ve İslam’ın devletleşip yayılma zamanı. Bu evreler kapsamlı bir analize tabi tutulduğunda hem sosyal ve siyasal hem de teolojik, etnik ve kurumsal anlamda birbirinden farklı, hatta birbirini reddeden “Müslümanlık” örnekleri taşır. Bu açıdan bir tebliğ, çağrı dini olarak ortaya çıkan ve ilk dönemlerinde pasif sivil bir görünüm sunan İslam, egemenliğini tesis ettikten sonra bu ilk dönemin sivil uzlaşmacı karakterini kaybetmiş ve daha çok savaşçı ve yayılmacı bir din karakteri kazanmıştır.

Daha somut bir örnek ile açıklarsak, Hicret’ten sonra Medine’ye yerleşen Müslümanların ibadetlerini ilk yıllarında Kudüs’e dönerek yaptıkları görülürken, güçlenip Medine’ye hakim olduktan sonra tekrar Mekke’ye, Kabe’ye dönerek yapmaları İslam’ın gelişim süreci içerisinde değerlendirilmekten başka pek bir anlam ifade etmez. Aynı şekilde İslam; yaratılış anlatısından hac ibadetine, kurbandan sünnete, Yahudilikte mevcut hukuk esaslarından ve kendinden önceki her iki dinin kutsal kitaplarındaki mitlere kadar zaten var olan semavi bir gelenek üzerinden kurgulanmıştır. Bu kurgulamada İslam öncesi Arap aşiretlerinin etno-dini kültürü ile Zerdüstlükten beri var olan monoteist (tek tanrılı) teolojik geleneğin bağdaştırıldığı açıkça gözlemlenebilir bir olgudur.

Sizin, doğa dini diyerek her yörede farklılaşabilen ve daha çok lokal özellikler sergileyen çeşitli kültleri Aleviliğin merkezine almanız da büyük tutarsızlıklar sergilemektedir. Ziyaretgahlar sadece Alevilik ile ilgili bir tapınma kültü olarak açıklanamaz. Kabe’deki taş kültünün (hacerü’l esved) İslam öncesi eski politeist (çok tanrılı) bir geleneğin unsuru olarak İslam’a dahil edildiğini göz önünde bulundurursak “taş fetişizmi” Orta Doğu'nun eski inanç kalıntılarına vurgu yapmaktadır. Dersim’de de benzeri kültlerin ağaç veya taşlar için geçerli olması onu Aleviliğin merkezine almamızı gerektirmiyor. Aynı şekilde türbe ziyaretleri ve diğer ziyaretgahlar da Aleviliği tek başına ifade eden kültler değildir. Özellikle de bunun lokal olarak sınırlanması ve bazen köyden köye bile kutsal ziyaretgahların farklılaşması bu konuda yeterince açıklayıcıdır. Dersim’e komşu Harput, “baba” adıyla anılan bir dizi türbe ile doludur. Buranın Sünni efradı bu türbeleri ziyaret ederek niyazda bulunur. Bu pratik onların Sünni oluşunda herhangi bir değişiklik oluşturmamaktadır. Bunu halk İslamı pratikleri içinde ele almak daha doğrudur.

Dogmatik olan ile popüler olan arasındaki ilişki her zaman gergin bir ilişki olsa da bir çok dinin inananları arasında bu ve benzeri pratikler yaygın olarak görülmekte ve merkez-periferi/ortodoks-heterodoks ilişkisinin somut örnekleri arasında yer almaktadır. Aleviliğin merkezine aldığınız doğa tapınmacı pratikler, bu merkez-periferi ilişkisi içerisinde değerlendirildiğinde ancak anlaşılabilir. Her ortodoks yapı kendi heterodoksisini “yaratmakla” mükelleftir. Bu yönüyle değerlendirdiğimizde Aleviliğin de periferik etnik görünümler sunduğunu kabul etmek zorundayız. Bunun Orta ve Yakın Doğu coğrafyasında yaygın olması ve günümüze kadar süreklileşmesinin açıklayıcı sebepleri vardır. Burada modernizme gecikmişlik, kentleşmenin sanayileşme dinamiklarinden uzak olması ve pastoral yaşam tarzının yakın döneme kadar hakimiyetini devam ettirmesi öne çıkan en önemli unsurlardır. Sanayileşme sadece kültürel köksüzleşmeyi, sekülerleşmeyi beraberinde getirmedi. Aynı zamanda doğanın insan üzerindeki sihirli etkisi de önemli oranda ortadan kalktı. Kentlerde kültürel kriz deneyimi yaşayan modern çağın insanlarının her gün gelişen bilim ve teknolojinin etkisi sonucu doğa ile kurdukları ezeli ilişkileri kutsal mahiyetine yeni bir yaklaşım getirdi. Bu da doğayı insanın kontrol edip, sömürebileceği, pazarlayabileceği ve açıklayabileceği bir nesneye dönüştürdü. Dolayısıyla içgüdüsel olarak eksik bir varlık olan insanın kendini sosyal bir varlık olarak üretmek zorunda kalması ve ikinci doğa dediğimiz kültürü yaratarak tekinsiz doğada yer edinmesini bir insanlaşma süreci olarak değerlendirebiliriz (Bkz. Helmuth Plessner, P.L. Berger, T. Luckmann). [1]

Diğer yandan sosyal farklılaşmanın zayıf yaşandığı göçebe toplulukların mekân ile kurdukları gevşek ilişki de bu toplulukları kutsal mekân üretmekte oldukça esnek kılar. Konar-göçer topluluklar için, açıklayamadıkları bütün doğa olayları ve doğanın müstesna görünümleri bir kutsallık göstermektedir. Sayın Beşikci sizler dağları, taşları veya suları merkeze alarak Aleviliği tarif ederken, bu ziyaretgahların büyük bir kısmının “temsili nişangahlardan” ibaret olduğunu nedense görmek istememektesiniz. Bunun yanı sıra bu ziyaretler törensel bir şekilde gerçekleşmemektedir. Törensellikten kastımız zaman, mekân ve kurumsallık bağlamında ayin öncülüğünde icra edilen pratikleridir. Çok eski bir kurumsallığa sahip pirlik kurumu göz önünde bulundurulduğunda bu doğa tapınmacı pratiklerin Aleviliğin merkezi ibadetlerini yansıtmadığı açıkça görülecektir.

Yeri gelmişken, Aleviliğin sadece İslam eksenli ele alınması da eksik bir değerlendirmedir. Zira Anadolu ve Balkanlardaki Alevi ve Bektaşi topluluklarının İslam’ın yanı sıra semavi bir din olarak Hristiyan geçmiş ile de bir münasebetlerinin olduğu görülür. Bu bakımdan W. F. Hasluck’un Sultanlar Zamanında Hıristiyanlık ve İslam 1-2 başlıklı kapsamlı çalışmasında, söz konusu inançların Hristiyan mirası ile temasları ve bunu da ne denli değiştirip-dönüştürdükleri aydınlatıcı bir şekilde ortaya konulmuştur. Örnek olarak Aziz Haralambos’un Hacı Bektaş, Aziz Sarkis’in Dersim’de Hızır ve Sarı Saltık’ın da çeşitli Hristiyan azizleriyle nasıl özdeşleştirildiğine dikkat çekmek isteriz.

Devam edersek… Sayın Beşikci şu uzun değerlendirmenize dikkat çekmek isteriz:

“Sünni İslam’da ve Şii İslam’da Oniki İmamlar üzerinden, Ehlibeyt’e, Peygamber’e vs. bağlanan, daha doğrusu, bağlanmak isteyen pek çok aile vardır. Dedelerin de kendilerinin Oniki İmamlar’a bağladıkları görülmektedir. Ama bunların, Şeriflerde olduğu gibi, sağlıklı bir soyağacına sahip oldukları söylenemez. Bu dedelerin ve Seyidiz, diyen bu ailelerin, dedesi, dedesinin dedesi , dedesinin dedesinin dedesinin dedesi vs. diyerek, Oniki İmamlar’a, Ehlibet’e bağlamaları mümkün görünmemektedir. Ehlbeyt’in, Oniki İmamların Arap olduğu açıktır. Kürdistan’dan, Anadolu’dan, İran’dan, Oniki İmamlara bağlanma nasıl oluyor? Kürdistan’da, Anadolu’da, İran’da vs. yaşayanlar Arap mı?

Dedeler ve bu aileler, Erdebil, Kerbela, Necef, Bağdat, İstanbul gibi alanlarda, halifelerden, krallardan, padişahlardan, kadılardan, Nakibul eşraf denen kurumlardan, şecereler, icazetnameler alıyorlardı. Bu şecerelerde, icazetnamelerde, bu belgeyi veren kişini adı, unvanı, belgenin verildiği tarih mühür vs. hepsi olabilir. Gerçek bir belge olabilir. Ama içeriği yanlıştır. Örneğini, Kürdistan’da Anadolu’da vs. yaşayan bir kişinin, dedenin atasının Onikli İmamlar olduğu, bilgisi yanlıştır. Bu bakımdan sahtedir, denebilir. Bu çerçevede, Kürdistan’da, Anadolu’da vs. yaşayan birinin dedesi, dedesinin dedesi vs. yoluyla İmam Hüseyin’e, Ehlibeyt’e, Peygamber’e bağlanması mümkün değildir.”

Dedelerin ve pirlerin şecerelerinin Arap bir kökene sahip Hz. Ali’ye dayanıyor olması onların inancına göre doğrudur. Ama onlar bunu, Ali soyundan gelen ehl-i beytin maruz kaldığı baskılarla açıklarlar. Evet, adı üstünde inanç. Siz nasıl kaynaksız bir “Rêya Heqîyê" tarihi yazıyorsanız onların da buna inanması pekâlâ mümkündür!

Öte yandan bırakınız “Kürdistanı”, Anadolu’daki tarikatları çalışan (üstelik sadece Alevilik de değil) uzmanların da bildiği üzere hemen hemen hepsinin soy şecereleri Hz. Ali’ye dayanır. Bu hususta tek istisna Nakşibendiliğin ilk halife Ebubekir’e uzanan Bekrî koludur! Dolayısıyla, tekrarlarsak, Alevilerin soy secerelerinin ehl-i beyte dayanması da daha çok Arapların zulmünden kaçıp Türkler ya da Kürtlere sığınan ehl-i beyt mensuplarının söz konusu topluluklarla gerçekleştirdikleri evlilik anlatılarıyla ilişkilendirilir. Bu hususta çarpıcı bir örnek Tacü’l Arifin es-Seyyid Ebu’l Vefa el-Kurdi’didir. Hani yıllarca Aleviliği sadece Türkistan ekolü ve Türklük üzerinden izaha kalkışan resmi ideolojinin ısrarla görmezden geldiği, 10. ya da 11. yüzyıl doğumlu olduğu dile getirilen Vefailiğin kurucusu meşhur mutasavvıf! Bizzat kendi menakıbında babasının ehl-i beyt düşmanı Araplardan kaçan bir Arap, annesinin ise Kürt olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenledir ki “Kurdi” lakabını da annesinden almıştır. Hatta bu durumunu kendisi şöyle izah edecektir: “Akşamladım Kürt olduğum halde, sabahladım Arap olduğum halde (Kürt olarak uyudum, Arap olarak uyandım.” Benzer bir örnek aynı zaman aralıklarında yaşadığı öne sürülen Vefailiğe mensup, Kürtlere gönderilen Şey Dilo Belincan örneği için de geçerlidir. Ki her ikisine ait kaynaklarda da -ister Sünni ister Bâtıni yönlü olsun- İslami vurgunun çok baskın olduğu görülür. Dikkat buyurun henüz 10-12. yüzyıllar arasındaki bir zaman aralığından bahsediyoruz!

Diğer yandan önemli olan da bu şecerelerin içeriğinin doğru olup olmaması değildir zaten. Asıl dikkat çekici husus, köken kurucu mitosunun işlevsel bir şekilde yeniden kurgulanmasıdır. Yani iki farklı zamanın ve mekânın (kutsal düzen ve kaos) kutsal kozmik bir düzen içerisindeki kurgusu.

Mitler genel anlamda kurucu ve meşrulaştırıcı araçlar olarak işlev görmektedir. Dinler de ise bu işlev kutsal düzenin tesis edilmesinde tanrıdan icazetli bir meşruiyet devşirilerek gerçekleşir. Bu açıdan kökeninde mitos olmayan bir din veya sosyal gerçeklik mümkün değildir. Bunun en modern ve somut örneğini ulusal hareketlerin ulus kurgusunda baş vurdukları mitlerden görebiliriz. Bunların uydurma ya da gerçekte yaşanmış olaylar olup-olmamasının bir önemi yoktur. Örneğin Demirci Kawa destanınında anlatılan Dehak’ın omuzlarında genç insan beyinleri ile beslenen yılanların hikayesi de elbette ki reel bir olayı ifade etmiyor. Burada anlatılan hikaye, kaotik olarak algılanan bugünü geçmişte yaşandığına inanılan bir direniş öyküsü ile buluşturmaktır.

Örneğin İslam kaynakları da Muhammed’in kökenini İbrahim üzerinden Adem’e dayandırmaktadır. Elimizde bunu ispatlayan herhangi bir belge olmadığı halde bu mitolojik anlatı, inançlı Müslümanların dini dünyası ve İslam teolojisinde “objektif bir gerçeklik“ olarak kabul görür ve bilimsel araştırmaların konusuna da mitsel bir anlatı olarak dahil olur. Neden İbrahim’e dayandırıldığının da özel bir anlamı vardır. Çünkü Hz. Muhammed de Hz. İbrahim gibi çok tanrıcılığa ve putperestliğe savaş açmış ve Mekke’deki putların ortadan kaldırılmasının meşruiyetini Hz. İbrahim’in pratiğinden devşirmek istemiştir.

Alevilerin bu soy anlatısıyla hedefledikleri basit bir kan bağı ispatından ziyade bir ilk kutsal düzen anlatısının mitsel boyutudur. Alevi pirleri kendilerinden evlad-ı resul olarak bahsederken sırrı hakikatin taşıyıcıları ve Hak-Muhammed-Ali’nin devamcısı olduklarını vurgular. Özellikle de soylarını Hz. Ali üzerinden Hz. Muhammed’e bağlamalarının özel bir önemi olmalıdır. Zira Hz. Muhammed iki kızını da üçüncü halife Osman’a eş olarak vermiştir. Burada Hz. Ali aynı Hz. İsa gibi kutsal varlığın görünümündedir. Onun birçok anlatıdaki “her zaman her yerde” olma hali ve örneğin “Kırklar ceminde” Hz. Muhammed her dört kapıyı çalmak zorunda kalırken Hz. Ali’nin zaten cemde bulunması ezeli/kadim bir varlığın zaman ve mekân içerisindeki görünürlüğüne ve aynı zamanda zamansız ve mekânsız varlığına işaret eder. Bunlar ile kurulan soy bağının özü kutsal olandan devralınan karizmada gizlidir. Ehl-i beytin soyundan olmak sırrı hakikatin mirasçısı olmak anlamı taşır. Arap dünyasında –sizin de şerif diye bahsettiğiniz- bir dizi insan da soyunu peygambere dayandırmaktadır. Ama Alevi pirleri, çoğu Sünni olan bu insanlarla herhangi bir kan bağı vurgusu yapmamaktadırlar. Misal, Ürdün krallık ailesinin (Kral Hüseyin) biyolojik kökeni de peygambere dayandırılır ama bu Aleviler için hiçbir şey ifade etmez. Bunun dışında insanın biyolojik varlığının -diğer bir çok dinde olduğu gibi- Alevilikte sadece ruhun yerleştiği bir “vücud”, “mekân” veya “don” olarak değerlendirilmesi, biyolojik maddi varlığın ve bunun üzerinden gerçekleşecek bağın kifayetsizliğini yeterli oranda ifade etmektedir.

Dini açıdan toplumsal yaşamın kutsal bir düzene dayanan kurgusu ve istikrarı ancak iptidai mitolojik anlatılar ile gerçekleşebilir. Batı dillerinde religion (latince kökeni religari) olarak isimlendirilen dinin latince kelime anlamına baktığımızda geriye/ilk olana bağlamak olduğunu görmekteyiz. Kaotik olan bugünü -ki şimdiki zaman dinsel anlatılarda her daim düzene girmesi gereken bir kaos ile anlatılmaktadır- ilk kutsal düzene bağlama olarak değerlendirdiğimizde muhtelif dini mitlerin anlamı ve sosyal işlevi daha kolay anlaşılabilir. Yani mitlerde mantıksal ve ispatlanabilir şeyler aramak dini veya sosyal gerçekliklerin kurgu ve sosyal işlevini sosyolojik olarak anlamsızlaştırır.

Sayın Beşikci, şahsınıza yönelttiğimiz “sizin anlayışınıza yönelik tanrı da Kürttür” ifadesi, Şah İsmail’in atalarının Kürtlüklerini reddettiğimizden değil, bütün muhalif inançların “Rêya Heqîyê” dediğiniz inanca bağlanmasına ironik bir vurguydu. Safevilerin “sonradan” kaleme alınan şecerelerinde büyük dedeleri Şeyh Şafiyüddün’ün atalarının Sincar Kürtlerinden olduğu ve kendisinin de Şafi olduğu iddia edilir. Bu durum her ne kadar bazı araştırmacılarca kabul edilmese de dikkate alınması gereken bir husustur. Fakat merakımızı lütfen kabul buyurun Sayın Beşikci: Bizzat aynı şeceredeki Kürtlüğü kabul ediyorsunuz da yine burada geçen Safevilerin soylarının ehl-i beyte dayandığını neden kabul etmiyorsunuz? Acaba bu ikircikli metodolojinizi Nasreddin Hoca’nın “kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun” ironisiyle cevaplarsak sürç-ü lisan etmiş olur muyuz!

Bizler Aleviliğin İslam içiliği-dışılığını tartışmıyoruz, tarihi belgelere dayanarak bir olgunun resmini çizmeye çalışıyoruz. Aleviliğin İslam ile güçlü bir etkileşim içerinde olduğunu söylemek ile Aleviliği Müslümanlaştırmak farklı şeylerdir. Alevilik ile Müslümanlık ve diğer güçlü Orta Doğu dinleri (Zerdüştlük, Yahudilik ve Hiristiyanlik) kısmen aynı gelenek ve mitlerden beslenip senkretik bir düzen içerisinde farklılaşmışlardır. Nasıl ki aynı dil ailesine mensup diller yapısal ortak özellikler taşıyorlarsa benzeri yapısal paralellikler dinler için de geçerlidir. Bu bağlamda Orta Doğu dinlerinin beslendiği bir “büyük gelenekten” bahsedebiliriz.

İslam dini ilk çıktığında baş vurduğu temel meşruiyet kaynağı bu büyük gelenekti. Bu nedenle bütün peygamber ve kutsal kitapların kabulü ile ortaya çıkarken vurguladığı temel husus da bozulmamış “ilk dindi” ve misyonunu da yaşandığını düşündüğü dejenerasyonu ortadan kaldırmak olarak nitelemekteydi. Dolayısıyla Kur’an’da anlatılan mitler aynı zamanda Yahudiliğe ve Hıristıyanlığa da aittir. Kendisi bir gelenek icad etmediği gibi başvurduğu mitik anlatılar da orjinal İslam anlatıları değildir. Aleviliğin“Müslümanlığın özü” veya üçüncü Halife Osman tarafından iktidarın ihtiyaçları doğrultusunda tahrif edildiği ileri sürülen “ilk/bozulmamış Kur’an” vurgusu bu bağlamda ele alınırsa her iki inancı da büyük gelenek içerisinde değerlendirmek gerektiği olgusu kendini güçlü bir şekilde hissettirir. Hatta Sünniliği, kurumsallaşmanın getirdiği İslama “ilk yabancılaşma” olarak da tarif edebiliriz (Bkz. Ebuzer el Gıffari örneğine). Burada egemenlik ile Sünnliğin ilişkisini gözden uzak tutmamak gerekir. Hatta bunu Sünniliğin İslama yabancılaşmasının temel koşulu olarak da kabul edebiliriz. Aynı şey, Şiiliğin kurumsallaşırken toplumsal bir muhalif hareket olduğu dönemlerine yabancılaştığı ve egemenliğin ihtiyaçları doğrultusunda kendini yeniden ürettiği dönemler için de söylenebilir.

Yeni olanı geleneğe karşı değil de geleneğin içine oturtması İslam’ı bu yönüyle senkretizmin en somut örneği haline getirmektedir. Zaten senkretizmi, yanlış anlaşıldığı şekliyle yani sınırları ve kimliği belirsizleştirdiği iddiasının dışında, sınırların ortaya çıkarılması olarak anladığımızda, Aleviliğin senkretik şekillenmesini de anlamış oluruz. Alevilikte de İslam’da var olan ama orijinal olarak İslam'a ait olmayan mitler ve kültler vardır. Sünni İslam bunu imanın ve İslam’ın şartları şeklinde somutlaştırırken nasıl ki İslam’ı şartları ile değerlendirebiliyorsak, Aleviliği de bu şekliyle, yani şartları ile Sünni İslam’dan ayırt edebiliriz. Sünni İslam’ın beş şartına karşılık Aleviliğin de pir-rayber-talip örgütlenmesi, cem ritüeli, musahiplik ve “eline, beline, diline sahip ol” vb emri/şartları vardır. Ayrıca Alevilikte keramet büyük bir önem arz etmektedir. Bu nedenle Sayın Beşikçi, doğa tapınmacı pratikleri merkeze taşıyarak Aleviliğin keramet ve pir-talip etrafında kurumsallaşan merkezi öğelerini ıskalamanız manidardır. Pirler karizmasını ve dini önderliklerini keramet üzerine oturtmaktadırlar (ateşe girme ve ağu içme, kuru ağacı yeşertme, kesilip pişirilmiş kuzuya can verme vb.). Benzeri kerametlerin sözünü ettiğimiz büyük gelenek içerisinde bir çok peygambere atfedildiği görülür.

Ayinlerin de mutlaka bir pirin yönetimi altında gerçekleşmesi gerekir. Buna karşın doğa tapınmacı pratikler ise ritüelsiz ve pirsiz gerçekleşebilmektedir ve bir Alevinin cemaate üyeliği açısından koşul teşkil etmezler. Kısacası bize yönelttiğiniz “iki kere iki beş eder” eleştirisi diğer sosyal olgularda olduğu gibi Aleviliğe bakışımızı yansıtmaktadır.

Sayın Beşikci, cevabınızda şöyle bir değerlendirmede de bulunmaktasınız:

“Peygamber Muhammed’de, İmam Ali de içkiyi yasaklamış. Sünni İslam’da da Şii İslam’da da İçki yasak… Rêya Heqîyê inançlılar ise, içkiyi çok doğal olarak kullanıyor, neden Peygamber gibi veya İmam gibi yaşamıyorlar?…

Rêya Heqîyê inançlılarda, Cem ritüeli, Semah gibi bir ritüel var. Peygamberin inancında, İmamların inancında bunlar yok… Peygambere, İmam Ali’ye, Ehlibeyt’e bu kadar bağlı insanlar, sevgiyle bağlı insanlar, neden bunlar gibi yaşamıyorlar?,

Peygamber Muhammed de, İmam Ali de namaz kılıyorlardı, oruç tutuyorlardı. Rêya Heqîyê inançlılar neden namaz kılmıyor, oruç tutmuyor? Neden bu inanç yaşayanlarda cami yok…

1950’lerde, 60’larda, 70’lerde, Kürdleri Türk gösteren, Kürd diye bir halkın olmadığını, Kürdçe diye bir dilin olmadığını ispatlamaya çalışan mahkeme kararları vardı. Yargıçların isimleri, yargıçlık numaraları, tarih, imzalar, mühürler Yargıtay onayları vs. hepsi vardı. Yani gerçek bir belge… Ama belgenin içeriği yanlış. İleri bir tarihte, bir araştırmacı bu belgeye dayanarak, Kürdleri, Türk, Kürdçe’yi Türkçe göstermeye çalışabilir. Kürdleri Türk gösteren bu anlayışa sahte demek mümkündür. Şecereler veya icazetnameler için de bunları söylemek mümkündür.”

O halde bu vesileyle sormak isteriz. Acaba, kaleme aldığı külliyatlı divanında şaraba özellikle ihtiramda bulunan Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail (Hatayi) aşağıdaki şu dizeleriyle Muhammed ve Ali’ye de mi “bir şeyler” söylemekte ya da bedduada bulunmaktadır? Diğer türlü sorarsak Şah İsmail’in hangi Şiiliğe ya da inanca mensup olduğunu düşünüyorsunuz?:

“Pür şarab olsun hemişe uş bu cam-ı dost-kam

Meclis içre düşmesin ol dost elinden mey müdam

Sakiya ol camı sen doldur tamamet sun bize

Ömri noksan olsun anun kim didi anı haram"

Devam edersek, aynı Şah İsmail aşağıda küçük bir seçki yaptığımız dizelerini acaba tekdüzeleştirdiğiniz Şiilikle, bugünün İran’ın da kaleme alsaydı hali nice olurdu!:

Hak idi nüzul etti gökten

Ki halkı cihana özün göstere

Şefaat ol eyler alemlere,olan lahmuke lahmi peygamberlere

Alidür Alidür Alidür Ali.

(…)

“Bu İslam kapusun açan aleme

Sen anı Huda bilgil adem dime

Viren mucizatı beni Meryeme

Getüren beşaret beni Ademe

Alidür Alidür Alidür Ali

Aliyyü’l azimü’ş-şefi’ül veli

(…)

Döner hükmü bu leyl ü nehar

Kim ismi Ali özü gird-gar (Allah)

Duruptur sözünde yeri gök karar

(…)

“Adum Şâh İsmail Hakkın sırrıyem

Bu cümle gazilerin serveriyem”

(…)

Ene’l Hak sırrı uş gönlümde gizlü

Ki Hakk-ı mutlakam hak söylerem men

ELEŞTİRİNİN 'SEFALETİ'

Girişte de dile getirdiğimiz gibi, yazımız üzerine polemik yürütenler ne yazık ki yazının muhtevasından ve yönelttiğimiz soruları somut itirazları ile eleştirmekten ziyade “nasıl olur da Beşikci’yi eleştirirsiniz” tavrıyla meseleye yaklaşmıştır. Tabirimizi mazur görün ama yöntem olarak meseleyi adeta Sayın Beşikci’yi “zillullah-ı fi’l arz” mertebesine çıkarıp, eleştirilemezlik halesiyle kuşatmışlardır. Hatta bazı eleştiriler öylesine garip ki, bizzat Sayın Beşikci’nin ifade ettiklerini sanki biz söylemişiz gibi yine biz eleştirilebilmekteyiz. Bu da bize “ideolojik” gözlüklerin ne feci sonuçlara vesile olabileceğini bir kez daha gösterdi. Bu vesile ile Terry Eaglaton’un ağız kokusuna benzettiği ideolojiyi, herkesin bir başkasında sanması gibi “üzücü” bir durumla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatmak isteriz.

Söz konusu eleştirilerin en derli toplu örneğini yukarıda zikrettiğimiz yazılarıyla “muhreç akademisyen” imzalı Can Şeker ve Serdar Çagırga sergilemektedir. Kanaatimize göre bu yazarlar da kelimenin en basitiyle “ilm-i siyaset yapalım derken bilinç altlarındakilerini boca etmiş, şecaat arz ederken de sirkatin söylemişlerdir!” Bu nedenle onlar “bizden korktukları” kadar biz de onlardan korktuk! Yani İran, Şii teolojisi, Orta Doğu ve sınır sosyolojisi çalıştıklarını dile getiren bu muhreç akademisyenlerin kaleme aldığımız yazıya yönelik ifadelerinden ziyadesiyle “ürktük”. Zira söz konusu yazarlar bir yandan İsmail Beşikci savunusu yaparken diğer taraftan ise “Kürtçülük” adına salladıkları tarih ötesi parmaklarıyla adeta bir Sünni refleks sergilemektedir.

İlk olarak, aklımızın köşesinden bile geçmeyecek bir bir niyet okuması yapan bu muhreç akademisyenlerin şu ibarelerini analiz etmek isteriz:

“Böylesine fütursuzca bir dilin kullanılmasının ihtimaldir ki en temel sebebi, Sayın yazarların, Hoca’nın kendini bugün konumlandırdığı siyasal pozisyonun, Türkiye’deki egemen Kürt siyasetiyle ‘gerilimli’ olmasının gerçekten bilincinde olmaları ve bu zeminin kendilerine karşı çıkmayacağının verdiği özgüvene sahip olmalarıdır. Ancak bu ‘dil’ sadece Hoca’ya yönelik baskıcı bir karaktere bürünerek karşımıza çıksaydı ‘münferit’ der ve içki sofralarımızın kederlendirici başlıklarından biri olarak kayıt düşer ve geçerdik. Maalesef öyle değil!. Bunu en net siyaset sahnesinde görmekteyiz. Sanırım ne demek istediğimiz şu anda bu yazıyı okuyan tüm kesimlerin malumudur. Bunu uzun uzadıya açmanın pratikte bir faydasının olmayacağının da bilinciyle sadece bir değerlendirme ve bir soru sormayı kendimiz açısından hayati bulmaktayız.”

Yani değerli okuyucu, muhreç akademisyenler şunu demek istiyor: “İsmail Beşikci’nin ‘egemen Kürt siyasetiyle’ arası bozuk (kimse artık!). Bu siyasette madem İsmail Beşikci’yi eleştiriyorsunuz o vakit hadi bakalım gazanız mübarek olsun diyerek sırtımızı sıvazlamıştır. Ve biz de sözde bunun farkında olup, arkamızı da bir yere dayadığımız için özgüvenle hareket ediyormuşuz!” Fantezinin bu kadarına da pes, insaf doğrusu! Acaba muhreç akademisyenler bu “paranoyakça ithamlar” ile kimi kime hedef göstermektedir! Beşikci’nin cari Kürt hareketi ile olan ilişkisi tamamen eleştirilerimizin konusu dışındadır. Yazılarımızın amacı da somut bir mesele üzerinden entelektüel bir tartışmak yürütmektir. Beşikci’nin hangi siyasetle ne tür problemlerinin olduğunu bilmiyoruz, haberdar değiliz ve bunun tarafı da olmak istemiyoruz! Muhreç akademisyenler çok meraklıysa Beşikci üzerinden bunu dile getirmektense kendi muhataplarıyla başka bir platformda tartışmalarını yürütebilirler!

Adı geçen muhreç akademisyenler “Pandora'nın kutusunu açıp” sonra da faslı uzatmanın bir faydasının olmayacağına yine kendileri karar verdiklerinden olsa gerek, kutuyu da bizzat kendileri kapamaya çabalıyor! Fakat ne yazık ki kutu bir kere açılmış ve bu “mütevazı çabaları da” nihayetsiz kalmıştır. “Muhreçliğin mağduriyetine sığınarak muktedirlik devşirilmesini” bir yere kadar anlarız ama burada yapılan bunu da aşan bir raddeye varmış bulunmaktadır! Bunun literatürdeki karşılığının şimdilik ne olduğunu Türkiye kamuoyunun takdirine sunuyoruz!

Devam edersek, peki bu değerlendirme hangi aklın ürünüdür:

“Çünkü iktidara yöneltemediğiniz ‘radikal’ fikirlerinizin akacağı yer, Hoca değildir, olmamalıdır ve halen aynı fikirdeyseniz de bunun Kürtlerin hoşgörüsünden kaynaklandığını da bilmenizi isteriz!. Bunu bu şekilde ifade etmemizin nedeni, yazarların Hoca’nın Alevilerin (kısmi) hoşgörüsü nedeniyle bir sürü şey söyleyip Sünnlik için bunu söyleyebiliyor musunuz? sorusu nedeniyledir. Ne demektir bu? Hoşgörü sahibi olunmasa/olmasanız ne olacak ki? Yoksa Hoca’nın kitaplarını mı toplattırırdılar/toplattırırdınız? Yıllarca hapiste mi yatırırdılar/yatırırdınız? Ne yaparlardı/yapardınız örneğin?”

Doğrusu Sayın Beşikci’nin üslubumuza bir eleştirisi ve aynı şekilde “bakın benim kitaplarım toplatıldı, yıllarca hapislerde yattım nasıl beni eleştirirsiniz” yönlü bir sitemi söz konusu değilken muhreç akademisyenlerin neden böyle davrandığını “anlamış değiliz”. Bu vesile ile sormak isteriz: Sizler vesayet kurumu musunuz? Bizimle kendiniz adına mı yoksa bir siyasi kurum adına mı konuşuyorsunuz? Bizi ne kadar tanıyorsunuz da iktidara yöneltmediğimiz “radikal fikirlerimizi” hocaya yönelttiğimizi iddia ediyorsunuz? Acaba aynı soruyu biz de size yönelterek şöyle sorsak: İhraç edildikten sonra mı “Kürtlerin ulusal düzeyini” kamusal alanda haykırma cesaretine kavuştunuz? Bizleri itham ederek zan altında bıraktığınız Kürt siyaseti ile nasıl bir sorununuzun olduğunu bilmiyoruz –bilmek de istemiyoruz- ama asıl sizler bunu İsmail Beşikci üzerinden dile getirerek “kaçak dövüşüyorsunuz!” Ayrıca kimin ne zaman Kürt veya Alevi olduğuna veya olacağına neye dayanarak karar veriyorsunuz? Bunun kıstası “Kürt-İslam Sentezi” midir? Misal bu “had” bildiren ve yazınızın her satırına sirayet etmiş “naralarınızı” 7 Haziran seçimlerinden önce “Zerdüşlük” ithamına karşı hiç duymadık. Acaba “kadim Kürt dinini” sizin deyiminlzle “sömürgeci devlete” karşı neden savunamadınız da şimdi Alevilik üzerinden mi bir Zerdüştlük savunusuna başvuruyorsunuz!

Muhreç akademisyenlerin Kürtlerin “hoşgörüsüyle” neyi kastettiği yeterince hâsıl olmuş ama bizim Alevi hoşgörüsünden kastımız şuydu: Türkiye’de Sünni hegemonya Alevileri bir kılıfa sokmayı ve üzerine fantezilerini boca etmeyi bırakmalıdır! Çünkü Aleviler en çok da bundan muzdariptir. Aleviler hegemonik bir konumlanmayla “doğru Sünnlik budur” yönlü bir tartışmaya girmiyorsa, bir zahmet Sünniler de doğru Alevilik budur arayışına girmesinler. Yani Sünnilerin inançlarını nasıl yaşadıkları sorgulanmazken, her defasında inatla ve ısrarla Alevilerin Aleviliğini nasıl yaşadıklarının tartışma konusu olması eleştirilmektedir. Yoksa merak buyurmayın, Alevilerin hoşgörüsü ile kastımız ne ahkâm kesmek ne de tehdittir. Ama muhreç akademisyenlerimizin kendilerini konumlandırdıkları “Sünni Kürt hoşgörüsü”nün (kendilerinden ödünç alırsak ne demekse bu) tarihteki birçok vahim örneğini sıralayabiliriz. Üstelik kusura kalmasınlar da onlar şimdi Kürt oldu da bizler de bostan sırığı mıyız? Yani bu Kürtlük “Sünniliğin” tekelinde midir?

İfade edilen “ne yaparlardı/ne yaparsınız” ifadelerini okuyunca önce ufak bir tebessüm gösterip, sonra da korkmadık değil. Bu ifadeleri en son çocukluğumuzdan kalma sokak kavgalarında duymuştuk! Ama hemen akabindeki “dostça uyarılarını” işitince meselenin ciddiyetinin farkına vardık… Açıkçası yine de iyi niyetli davranıp bu dostça uyarının muhtevasını kestiremedik? Ne de İsmail Beşikci savunusu üzerinden tevessül ettikleri “müeyyide kurumluklarını”. Bizim kendimizi konumlandırdığımız pozisyon tamamen entelektüel bir yerdendir fakat muhreç akademisyenlerin kendileri adına mı yoksa bir kurum adına mı konuştukları net değil. Ne yani ilk dostça uyarılarına icabet etmeyip, hizaya gelmeyeceksek ne olur/olacak?

Devam edersek… Muhreç akademisyenler Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliğini aynı başlık altında ele almamızı da anlamsız bulup, “Alevi sorununu Kürt sorunundan daha köklü bir fay hattına sahip olduğunu” belirtmemize de içerlenmiş! Okuyucunun şunu bilmesini özellikle isteriz a) Türk milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliğini aynı kefede değerlendirmemiz asla mümkün değildir b) “Kürt milliyetçiliği” ibaresini pejore etmek için değil, ortadaki güncel bir durumu resmetmek için kullandık. Sanırım muhreç akademisyenler o “Kürt ulusal düzeyleri”nin bizzat bu milliyetçiliğin ürünü olduğunun da farkındadırlar! Toparlarsak, “ne yani Kürt milliyetçiliği demeyip de Mahmut mu deseydik!”

Muhreç akademisyenler Kürt meselesinin takribi yüzyıllık bir geçmişe sahipken, Kızılbaş/Alevi inancındakilere atılan neşterin kaç yüzyıllık bir tarihinin olduğunun ya farkında değil, ya da tarihe yükledikleri anlam çok farklı! (Evet, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu kişilerin Şii teolojisi ve Orta Doğu çalıştıklarını bir kez daha hatırlatmamız gerekiyor) Doğrusu bütün bunlara ne denir pek bilmiyoruz…

Peki ya şu değerlendirme:

“… İsmail Hoca’ya getirdiğiniz eleştiriler için İslami sivil birliğinin büyük ölçüde parçalandığı ve Şiiliğin de Ortodoksi yorumunu kurmaya başladığı 16’ncı yüzyıldan Hatayi mahlasını kullanan Şah İsmail veya o dönemde yaşamış Pir Sultan Abdal’ı da günümüzdeki ‘muhalif’lik için çağırmak da doğru olmayacaktır.”

El cevap: a) İslam sivil birliği henüz Hz. Ali dönemi hilafet tartışmaları ve akabinde başlayan Sünn-Şii ayrılığıyla zaten başlamıştı. Ki bu da literatürde “İslam içi ilk iç savaş” olarak anılır. Buna göre, devletleşme üzerinden bir Şii ortodoksluktan da bahsedeceksek o da 16. yüzyıl değil henüz 10. yüzyılda Fatimiler ile zaten başlamıştı! b) Mazur görün, Şah İsmail ve Pir Sultan adının geçtiği son cümlenizle kastınızın ne olduğunu henüz anlayamadık!

Muhreç akademisyenler, Aleviliğin hoşgörüsüne yönelik vurgumuza da içerlenmiş olacaklar ki, yazılarına sinen Sünni kimlikleriyle okuyucuya Alevi kimliklerimizi de hatırlatıp, bilinçaltlarındaki Sünni reflekslerini üzerimize iyice serpiştirmişler. Eeee, Pandora’nın kutusu açılınca etrafa nelerin yayıldığı herkesin malumudur:

“Örneğin bizler, mücadelesi önünde saygıyla eğildiğimiz ve bugün tutsak olan Sayın Kışanak’ın Diyarbakır’da belediye başkanı olarak temsil makamında bulunmasını gelinen ulusal düzeyi göstermesi açısından değerli bulmaktayız. ‘Kadın-Kürt-Alevi-Sosyalist’ kimliğine sahip Kışanak’ın yazarların kurumlar üzerinden Alevilik ortak paydası olduğunu iddia ettiği ‘hat içinde’ bunun bir örneğinin kabul görmesi mümkün müdür? Daha net ve daraltarak soracak olursak, Serhat’tan, Botan’dan birinin Dersim’de temsil düzeyine ulaşması mümkün müdür? ‘Bizden mi?’ sözlerinizi duyar gibiyiz.”

Sizlerin Aleviler içerisinde milliyetçilik üzerinden yaratılan kırılmaya yönelik eleştirilerimizden ya haberiniz ya da yazınızın sonunda yaptığınız niyet okumasını şekillendiren ümitsizliğinizden ötürü böyle bir niyetiniz yok. Bu vesileyle genelde Alevilik, özeldeyse Alevi Dersim’e yönelik bilinçaltınızdakileri ifşa eden şu değerlendirmelerinizi tekrardan okuyucunun takdirine sunuyoruz. “Bakın burası çok önemli!”:

“Serhat’tan, Botan’dan birinin Dersim’de temsil düzeyine ulaşması mümkün müdür? ‘Bizden mi?’ sözlerinizi duyar gibiyiz.”

Bu cümleleri okuyucu için şöyle sadeleştirebiliriz: “Aleviler Sünni Kürt bölgelerinde seçilirken, acaba Sünniler de Dersim’den seçilebilir mi?” Diyelim ki “haklısınız” ama söyler misiniz bunun konumuzla alakası nedir? Sakın bu da o pek vurgulu “metodolojik bagajınızla” oyunu kendi sahanızda kurmaya yönelik hamlenizin ufak bir parçası olmasın mı? Yani Sayın İsmail Beşikci’ye yönelttiğimiz akademik eleştirilerimizin mecrasını politik mugalata sanatınız (sizin kavram setinizle laf kalabalığı) ile değiştirmekten olmasın mı? Alevilerin hoşgörü kavramıyla neyi kastettiğimizi yukarıda yeterince izah etmiştik.

Ayrıca ‘Kadın-Kürt-Alevi-sosyalist’ vurgunuz Diyarbakır seçmenini bu sıraladığınız dört şeye karşı oldukları bağlamında büyük bir zan altında bırakma olmuyor mu? Diğer taraftan Gültan Kışanak, zihniyetinize göre saydığınız dört şeye karşı olduğunu düşündüğünüz Diyarbakır halkında, kendisini seçtiren bir bilinç uyandırmak için verdiği mücadeleden ötürü bugün de bulunduğu aynı şehrin zindanında korkunç işkencelerle karşı karşıya kalmıştı. Bizi “korkuturken” beslendiğiniz muhreçliğiniz bunu idrak etmenize aynı oranda yardım eder mi bilinmez ama en azından muhreçliğinizin sonuna eklediğiniz “akademisyenliğin“ sunduğu araçlarla -kullanabiliyorsanız tabi- Gültan Kışanak’a kimsenin bir lütuf bahsetmediğini idrak edebilirsiniz. Çünkü o ektiği bağın meyvesini yemiştir, hepsi bu!

Madem alakalı gördünüz o halde şunları hatırlatmak isteriz: Dersim’de Alevilik baskın kimlik olduğu için bunun da siyasal temsiliyette ifade ettiğiniz şekilde dile getiriliyor olması “pekâlâ”. Ama acaba nasıl? Açıkçası, Alevilerin bu coğrafyada yaşadıkları yüzyıllık kırımları göz ardı ederek böyle “sloganist” bir değerlendirmede bulunmanız da pek manidardır! Yok, bize itimat etmiyorsanız yazınızda refere ettiğiniz Ayhan Yalçınkaya’nın Kavimkıran İkliminde Aleviler başlıklı çalışmasını özellikle tavsiye ederiz. Ama kendinizi lütfen yalnız hissetmeyin, zira bu içerikte ifadelerin ilk mümessilleri de siz değilsiniz. Benzer muhtevada değerlendirmeler “celladına âşık Dersimliler” ifadeleriyle birçok kere zaten dile getirildi! Ama nedense sizin de dâhil olduğunuz bu ittifakın Alevi Dersimlilere yönelik bu tür sözleri boca ederken “Sünni Kürtlerin siyasal tercihleri üzerinde durmaması” bir o kadar düşündürücüdür! Yanlış anlamasın ve farklı bir noktaya da bükülmesin diyerek şu hususa özellikle dikkatinizi çekmek isteriz: Bizler sizin ile aynı değerlendirmelere tevessül ederek bu tür “ithamlar” ve “ayrıştırmaları” ne bilimsel ne de politik ahlak açısından zaten doğru bulmuyoruz. Ama faslı siz açınca cevap hakkımızı kullandık. Çünkü faslı öyle bir açtınız ki, kendimizi bir an yıllar önce Altan Tan’ın salladığı parmağın işaret ettiği “tencere-kapak uyumsuzluğu diyalektiğiyle” karşı karşıya bulduk!

Madem Dersimlilere yönelik böyle bir değerlendirmede bulundunuz, sormazlar mı: Acaba Sünni Kürtler de Türklere karşı hiç “bizler” ve “onlar” ifadelerine başvurmuyor mu? Acaba Kürtler HDP’nin çıkardığı Kürt olmayan adaylara hiç mi diş bilemiyor? Bugün Kürt coğrafyasında belirli şahısların tamamen yerel dinamiklerle seçimlerde defaatle siyasete kendini dayatıp, seçilmeleri büyük bir “ilericilik” de Dersimlilerin bunu söylemeleri mi gücünüze gidiyor? Üstelik ortada henüz somut bir örnek dahi yokken, yani Sünni bir Kürdün Dersim seçimlerine girerek seçilememesi dahi söz konusu değilken bunu nasıl olur da bir kadir-i mutlaklık olarak bütün Dersimlilere mal edebiliyorsunuz? Daha da açarsak… Madem Dersimliler “kötü” bir “bizden mi” ayrıştırmasına gidiyor, o yüzden mi yıllardır HDP burada birinci parti olarak çıkarken bizzat kendisi de bu “bizden mi”ye dâhil, üstelik de bizden minin piri/dedesi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve partisi ikinci ikinci sırada çıkıyor! Sünni Kürtler kendi bölgelerinde milliyetçilik ve dini duygularıyla HDP’ye oy verirken sorun yok da Dersimlilerin, dâhil oldukları Kızılbaş/Alevi inancının yüzyıllardır yaşadığı çilenin yarattığı acı ve travmalardan ötürü bir yandan HDP’ye oy verirken öte taraftan ise bizden mi dememeleri mi tasvip edilemez oluyor! Gülünç olmayın lütfen!

Bitiriyoruz… Başlıkta kullandığınız atasözüne (Dünya dünya oldukça; kurdun gözü kuzudadır/koyundadır) karşılık, Kızılbaş/Alevi belleğinde yüzyıllardır dile getirilen bir diğer sözü hatırlatırız: Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa! Dünyaya ve geleceğe bakış nasıl da değişiyor değil mi?

(1) http://m.krdnews.net/news/makal,,eler/ismail-besikci-yazdi-reya-heqiye?fbclid=IwAR0Q2SIpD813KycJmQWQMcXLAZZ7dD-EupqZkurNKpQ5oB79OzWDddCtJtA

(2) https://m.nerinaazad.org/tr/columnists/ismail-besikci/elestirilerin-izinde?fbclid=IwAR0X7k-7K9Ag-kjDK75JUWS1qtyNuAYmulkUPLq-5EuUHlY_cSt0C5ZOqgk

(3) https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/02/22/dinya-li-dinye-cave-gur-li-mihe/?fbclid=IwAR0HyC69faNRry4xhps94T2l1zVC6kohPn7f_76B3LyGCWksTkczTXeYm0o

(4) Bu hususta ayrıntılı bilgi için Ahmet Yaşar Ocak’ın Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri başlıklı çalışmasına bakılabilir.