İnsanlık tarihinin karanlık estetiği

Ian McGuire'ın kaleme aldığı 'Kuzey Suları', Doğan Kitap'tan çıktı. McGuire, olay örgüsünü, üslubu ve felsefeyi beceriyle dengelemeyi başarmış yetkin bir anlatıcı olarak karşımıza çıkıyor.

Abone ol

Begüm Kovulmaz 

DUVAR - İnsanın denizle ilişkisi insanlık tarihi kadar eskidir. Yaratılış mitlerinden beri büyük anlatıların kaynağı olan deniz, kara gibi keşfedebilen ve fethedilebilen bir "alan" olmamıştır hiç: 16'ncı yüzyılın ikinci yarısında İngiliz donanmasını kurarak Britanya İmparatorluğu'nun temellerini atan Kraliçe I'inci Elizabeth'in mektuplarından birinde belirttiği üzere: "Gökyüzü gibi deniz de herkesindir; belli bir zümre veya şahsa ait olamaz"; dolayısıyla zapt edilemez. Onu bilinmez, ürkütücü ve büyüleyici kılan da budur.

Bu özellikleriyle hayatın ve insanın sınırlardan azade iç dünyasının metaforudur ama aynı zamanda yüzde altmışı su olan bedenlerimizle fizyolojik açıdan da bütünüyle bağlıyız ona: "Damarlarımızdaki kanın okyanusla birebir aynı oranda tuz içermesi ilginç bir biyolojik gerçek; işte bu yüzden kanımız, terimiz, gözyaşımız tuzlu. Okyanusla aramızda bir bağ var. Denize –ister yelken açmak, ister onu seyretmek için– döndüğümüzde, aslında kendimize döneriz." (John F. Kennedy'nin 1962 tarihli bir konuşmasından.)

Kuzey Suları, Ian McGuire, çev. Begüm Kovulmaz, 280 syf, Doğan Kitap, 2017.

Batı edebiyatının ilk büyük deniz ve denizcilik anlatısı, Homeros'un Odysseia'sı. Kimi edebiyat eleştirmenlerinin ilk modern kahraman kabul ettiği Odysseus'un "şarap karası" deniz suları üzerinde memleketini ve kendini aradığı antik çağdan beri, deniz ve denizcilik Batı edebiyatının vazgeçilmez temalarından biri haline gelerek başlı başına bir tür oluşturdu. Anglosakson geleneğinde denizcilik romanları genellikle Romantizm akımının örnekleridir; 18'inci yüzyılın ikinci yarısı ve 19'uncu yüzyılda genç erkeklerin mutsuz ve sıkıcı varoluşlarından kurtulmak için –kadınlara reva görülen tek çıkış yolu evlilik veya mürebbiyelikken– yapabileceği en romantik şey, Melville'in İsmail'i veya Conrad'ın Lord Jim'i gibi bir gemiye atlayıp bilinmeyene açılmaktı.

GEMİ DÜNYANIN MİKROKOZMOSUDUR

Bu dönemin romanlarında macera ve özgürlük anlamına gelen deniz, medeniyetin baskılarından, sanayileşen şehirlerden, dünyanın kötülüğünden kaçış ve kendini keşfetme olanağı vaat eder. Hareket halindedir, hareket halinde olmaya zorlar ve bireyi besleyip büyütebileceği gibi doğanın karşı durulmaz gücünü öğreterek korkunç bir şekilde yok edebilir de.

Deniz hayatın, gemiyse dünyanın mikrokozmosudur; habersiz ve saf birey gemide hayatın küçük ölçekli kopyasını deneyimler ve Jack London'ın sanat meraklısı zoraki gemicisi Van Weyden ya da Kipling'in on beş yaşındaki cesur kaptanı Harvey Cheyne Jr. gibi ister istemez olgunlaşır, büyür, çocuktan yetişkine dönüşür.

Ian McGuire, Kuzey Suları'nda 19. yüzyıl ortasında Kuzey Kutbu'na yelken açan bir balina avı gemisi mürettebatının öyküsünü anlatıyor. Denizcilik edebiyatının geleneksel ögelerini pastişe kaçmadan kullanırken öncülü olan önemli yazarlara açık ve örtülü sayısız göndermede bulunmaktan da geri kalmıyor, mesela Coleridge'in Albatrosu bu öyküde bir kutup ayısı suretinde çıkıyor karşımıza. Fakat modern bir duyarlılıkla anlatılan, günümüzde tarihi roman nasıl yazılabilir sorusunun cevabını araştıran bir öykü bu.

Sert gerçekçiliği ve iç karartıcı hakikatlere sadakatiyle romantik öncüllerinden ayrılıyor; zira 19. yüzyılda gemicilik, özellikle balina avı, romantik hayallerin aksine pis, ağır ve zalimlik ölçüsünde zor bir işti. Kaptan Brownlee'nin kitabın kahramanı (daha doğrusu iki esas oğlanından biri) Patrick Sumner'a söylediği gibi: "Nazik ve yumuşak kalpli insanlar arıyorsan, Sumner, bir Grönland balina ticareti gemisinde işin yok." (Aynı tavsiyeyi okur da üzerine alınabilir doğrusu.)

Klasik denizcilik edebiyatının bütün olmazsa olmaz ögeleri Kuzey Suları'nda var: deniz, bir gemi, gemiciler, gemideki hayatın renkli ayrıntıları ve İngilizcedeki "gemici gibi küfretmek" deyimine uygun olarak bol bol argo. Volunteer, balina avcılığının altın çağının geride kaldığı, aşırı avlanma nedeniyle sayıları giderek azalan balinaları bulmak için Kuzey Kutbu'nda hep daha uzaklara gitmek gerektiği 1857 yılında İngiltere'nin Hull limanından Grönland ile Kanada arasındaki soğuk sulara yelken açıyor.

Tabii bu yalnız görünürde olan; geminin sahibi zengin tüccarın yolculuk için başka planları var. Bütün iyi tüccarlar gibi dünyanın değişim döneminde olduğunu biliyor ve gemisini yolcu ederken kaptan Brownlee'ye de söylüyor bunu: "Balinaların hepsini öldürdük Arthur... Devam ettiği sürece harikaydı, olağanüstü kârlıydı ayrıca. Ama kimse balina yağı istemiyor artık - varsa yoksa petrol, havagazı, biliyorsun." Deneyimli bir deniz kurdu olmasına rağmen üç yıl önce bir balina gemisini batıran "talihsiz" kaptanın cevabı biraz iç burkuyor: "Petrol kalıcı olmayacak," diyor Brownlee. "Geçici bir heves, o kadar. Balinalar hâlâ açık denizde – tek gereken onların izini bulabilecek bir kaptan ve onun söylediklerini yapabilecek gemiciler."

Öyküde karşılaştığımız hemen herkesin görüntünün altında yatan başka hesapları olması kurguyu derinleştirse de olay örgüsünün odağında geminin gönülsüz vicdanı Patrick Sumner var. Hindistan'dan, Delhi kuşatmasından yakın zamanda dönen İrlandalı eski ordu cerrahı Sumner, becerisinin ve seviyesinin altında bir görev olmasına rağmen balina gemisinde çalışmak için gönüllü olurken "kitaplardaki gibi" romantik bir yolculuk hayal ediyor: günlük tutacak, İngiliz "beyefendi doğabilimci" ekolüne uygun biçimde (mesela Beagle'daki Darwin veya Patrick O'Brian'ın doğabilimci-cerrah-casusu Stephen Maturin gibi) doğayla ilgili gözlemlerini kaydedecek, sulu boya resim yapacak, sayfaları kıvrılıp işaretlenmiş Homeros'un (Odysseia değil İlyada) okuyacak, bu arada "çözülüp, dağılıp bir zaman sonra yeniden oluşarak" Delhi isyanında başına gelenlerin ruhunda açtığı derin yaraları iyileştirme fırsatı bulacak.

Bir yandan da geminin ecza dolabına doldurduğu afyon stokunu tüketerek kendini "uyutacak" çünkü ruhunu yaralayarak onu çaresiz bırakan hınç ve vicdan azabı ayık kafayla baş edemeyeceği kadar derin. Fakat afyonkeş cerrahımız kuzey sularında umduğu sakin ve sıkıcı tatili yapamıyor çünkü son yıllarda kitap sayfalarında karşımıza çıkan en "sağlam" antagonistlerden biri de aynı gemide: Zıpkıncı Henry Drax.

MOBY DICK'TEN KUZEY SULARINA

Geçmişin pençesinde kıvranan Sumner'ın aksine tek bildiği yaşadığı an olan Drax'ın balina gemisiyle denize açılmadan önceki gece karadaki son eylemleriyle (istediği ikinci içkiyi ısmarlamayan Shetland'lı bir liman işçisini öldürüp soymak ve zenci bir çocuğu bayıltana kadar dövüp tecavüz etmek) başlayan roman, bize Drax'ı işaret eden şu cümleyle açılıyor: "Bakın, işte adamımız." (Akla hemen Ecce Homo'yu getiren açılış cümlesi, Ian McGuire'ın başka bir röportajına göre Amerikan Güney Gotiği akımının "kovboyu" Cormac McCarthy'nin kanlı başyapıtı Blood Meridian'ın ilk cümlesine gönderme. Romanını yazarken balina avı hakkındaki nihai eser kabul edilen Moby Dick'in yazarı Melville'in omzunun üstünden yazdıklarına baktığını hissettiğini söylese de, Ian McGuire'a göre Kuzey Suları'nın asıl yazınsal atası –işe bakın ki en sevdiği kitabın Moby Dick olduğu bilinen– Cormac McCarthy; yani Amerikan gerçekçiliğinin en sarp zirvesi.)

Okurun kitaba omzunun üstünden bakarak giriş yaptığı zıpkıncı Henry Drax ise karşı konulmaz bir doğal afete benzeyen katıksız bir kötü. Kendini dürtülerini takip eden bir eylem adamı olarak nitelendiriyor fakat vicdanı yok, iyi kötü ayrımı yapmıyor, kendinden başka hiçbir otorite tanımıyor. Bu açıdan Conrad'ın tanrıcılık oynayan emperyalisti Kurtz'a ve Jack London'ın sapıklık ölçüsünde zalim kaptanı, Nietzsche'ci 'übermensch' parodisi Wolf Larsen'e benzese de, almaktan ve yok etmekten başka bir şey bilmeyen, çok daha hayvansı ve mekanik bir yaratık Drax; içgüdüleriyle arzularının kölesi.

Üstelik çok da kurnaz; denize açıldıkları ilk gece cerrah Sumner'ı bayıltana kadar içirip Delhi'yle ilgili sırrını keşfediyor ve tanıştıkları andan itibaren gereksiz yere konuşup sorular soran ama asla eyleme geçmeyecek acınası bir "entel" yaftası yapıştırıyor felsefe meraklısı doktora (Sumner gece afyonlu kafayla sokaklarda dolaşırken bile Kant'ın "Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası" düsturunu mırıldanıyor sonuçta).

Drax cerrahı hem hor görüyor hem de bavulunu kurcalarken bulduğu, Delhi isyanından kalma yüzüğü ele geçirmek için onu istenmeyen bir kedi yavrusu gibi boğmayı planlıyor. Buna fırsat bulamadan hayvani güdüleriyle gemideki miçolardan birine musallat olunca, vicdanı cerrah Sumner'ı afyon uykusundan kalkmaya zorluyor ve hikâye gotik bir dedektiflik öyküsüne, ölümcül bir intikam trajedisine dönüşüyor. Biz okurlar, geleneğe uygun şekilde –Moby Dick'in sonunda sadece İsmail'in, Odysseia'nın sonunda sadece Odysseus'un eve dönmesi gibi– mürettebattan yalnızca bir kişinin hayatta kalacağını biliyoruz, ama bunun kim olacağını kitabın son sayfalarına kadar öğrenemiyoruz.

Bu esnada doğanın acımasızlığıyla insanın acımasızlığı birbiriyle yarışıyor ve insan bu yarışı kıl payı farkla önde bitiriyor sanki. Romanın –Conrad'ı ve Karanlığın Yüreği'ni akla getiren– temel sorusu da bu işte: varoluşun temelinde ve merkezinde kötülükle dehşet yatıyorsa ona ne karşılık verilebilir? Daha da önemlisi, bu dehşet nasıl anlamlandırılabilir? Sumner'a göre yanıt belli: "Sözcüklerden başka neyimiz var?" diyor geminin mistik-bilicisi ve ikinci zıpkıncısı Otto'ya, "Onlardan vazgeçersek hayvanlardan farkımız kalmaz." Bu iddiayı ortaya atışından birkaç zaman sonra, İlyada'nın dizelerini ezberinden okumak isterken "ağzından sözcükler yerine bir vahşinin ilkel homurtuları ve iniltileri" dökülünce Otto'nun karşılığını hatırlıyordur belki: "En önemli sorular sözcüklerle cevap veremeyeceklerimizdir."

Diğer yandan Drax için "sözcükler yalnızca belli bir sırayla çıkarılması gereken sesler ve onları canının istediği gibi kullanabilir. Domuzlar homurdanır, ördekler vaklar ve insanlar yalan söyler; genelde böyledir bu." Sumner, "Drax’la konuşmanın karanlığa bir şeyler haykırıp aynı şekilde cevap vermesini beklemeye benzediğini" biliyor ama unuttuğu bir ayrıntı var: karanlığa uzun süre bakarsanız, karanlık da size bakacaktır, er ya da geç.

2016'da New York Times'ın yılın en iyi on kitabı seçkisine giren ve Man Booker ödülüne aday olan Kuzey Suları, Manchester Üniversitesi yaratıcı yazarlık merkezi kurucularından Amerikan edebiyatı akademisyeni Ian McGuire'ın ikinci romanı. Kuzey Suları'nda olay örgüsünü, üslubu ve felsefeyi beceriyle dengelemeyi başarmış yetkin bir anlatıcı McGuire. Betimlediği karakterler kendiliğinden canlanıveriyor, eylemler ve olay örgüsü teklemeden akıp gidiyor.

Yazarın duyusal ayrıntılar konusunda da ayrı bir yeteneği var; tasvir ettiği sahnelerin kokusunu burnuna doldurmadan bırakmıyor okuru. İyiyle kötünün ölümüne çarpıştığı bir av hikâyesinden bekleneceği üzere Kuzey Suları şiddet yüklü, kanlı sahneler içeriyor, anlatının gerçekçiliği karanlık bir estetikten besleniyor.

19'uncu yüzyıl ortasında geçen bir balina avı öyküsünde kadın karakterlere pek yer olmaması olağan belki ama kitapta adı geçen ve sırasıyla bir fahişe, "muta nikâhlı" bir eş ve bir bakıcı olan üç kadın karakteriyle, Kuzey Suları Bechdel Testi'nden geçemiyor. Buna rağmen, biraz kan ve şiddetten rahatsız olmuyorsanız ve insan doğası üzerine bazı temel soruları BBC'nin yakında mini dizi formatında ekrana uyarlayacağı akıcı bir macera öyküsü üzerinden yeniden düşünmek isterseniz, yaz sıcağında buzlu Kuzey Suları'nda iliklerinize kadar üşümekten keyif alabilirsiniz.